02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Doğal Afetler ve İnşaat Mühendisliği” Sayın Orhan Bursalı, Prof. Dr. Akın Önalp’ın “Bilim ve Teknoloji”nin 1159. sayısında yayımlanan “Doğal Afetler ve İnşaat MühendisliğiII” başlıklı yazısını okuduktan sonra, burada yer alan bazı ifadelerin bilhassa betonarme konusu ile ilgili olarak düzeltilmesi gerektiği kanaatiyle ve hocamızın da affına sığınarak bunları belirtmek istiyorum. M. Barış Ekmekyapar, Öğretim Görevlisi, Namık Kemal Üniversitesi, [email protected] 1 Sayın Önalp yazısında “Yapıların ‘ahşap/yığma’ yerine ucuz ve hızlı olan betonarme sistemle yapılmaya başlanması ile yıkımın önlenemeyeceği artık genel bilgi haline geldi. Buna karşın taşıyıcı sistem denilen bina iskeletinin çelik yapılması durumunda binaların depreme çok daha dirençli olduğu söylenebilmektedir” diyor. Böyle bir ifade yanlış anlamalara neden olabilir. Bir binanın taşıyıcı sistemi ister betonarme ister çelik olsun, yönetmelik ve standartlara uygun şekilde kusursuz tasarlanmış bir yapı projesi uygulama aşamasında istenen şekilde yapılmaz ve kontrol kurumu da gereken özeni göstermezse ve bu yapı da depremde hasar görürse, bundan ta y c sistem mi sorumlu, yoksa gereken özeni göstermeyen insan mı? Suçlanması gerekenler kontrol kavramına (nitelik denetimi) önem vermeyen, hatta inanmayan, “bir ey olmaz” felsefesinin geçerli olduğu teknik elemanlardır. Dolayısıyla bir yapının depreme karşı dayanıklılığını, doğrudan taşıyıcı sisteme bağlamak, konuya dışarıdan bakan insanların yanlış anlamalarına neden olabilir. Ayrıca çelik yapılar, betonarme yapılar gibi ülkemizde yaygın kullanılmadığı için, bu sistemlerin depremdeki davranışları açısından elimizde çok fazla veri yok. Bu sistemler yaygınlaştığında ve yapım aşamasındaki insan faktörünü dikkate aldığımızda, depremde hasar gören çelik binalar olabilir. O zaman da çelik yapıların depreme karşı dayanıklı olmadığı sonucunu mu çıkartmamız gerekecektir. Yapılması gerekenin, başka bir taşıyıcı sistemi tavsiye etmek yerine, hasarları azaltmanın yollarını aramaktır. 2 Alıntı yaptığımız paragrafın devamında “binaların depreme dayanıklı yapılabilmesi için 1975’de çıkartılmış yönetmeliğin büyük depremlerde yetersiz kalması nedeniyle 2007’de daha çağdaş biçimi ‘Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar’ yayımlanmış olup bu yönetmeliğe göre tasarlanmış yapıların özellikle her an beklenen İstanbul depremini hasarsız atlatacağı tahmin edilmektedir” deniyor. 1975’den önce de Türkiye’de bir deprem yönetmeliği vardı. İsmi “Zelzele Mıntıkaları Muvakkat Yapı Talimatnamesi” olan bu yönetmelik, 1944 yılında Nafıa Vekâleti (Bayındırlık ve İskân Bakanlığı) tarafından yayımlanmıştı. 1975’deki yönetmelik, 1998 yılında yeniden düzenlendi ve sayın Önalp’ın belirttiği gibi çağa uygun hale getirildi. Daha önceleri öngörülen yükler (düşey yük, yatay yük vb) altında bulunan kesit zorlarına (kesme kuvveti, eğilme momenti, eksenel kuvvet vb) göre tasarım yapılmaktayken (’75 yönetmeliği), ’98 yönetmeliği ile betonarme elemanların deprem anında sahip olabilecekleri ta ma gücü kapasiteleri göz önüne alınarak tasarım yapılmakta. 2007’de ise yönetmelik daha da genişletilerek “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik” adını aldı. Burada ilk kez “çelik yapılar” ile ilgili tasarım kuralları ve yine ilk kez “Mevcut Binaların Değerlendirilmesi ve Güçlendirilmesi” konuları eklendi. Buradaki şiddetli deprem, tasarım depremi olarak dikkate alınmakta ve bu tasarım depreminin 50 yıllık bir süre içinde aşılma olasılığının ise %10 olduğu kabul edilmektedir. Betonarme binaların tasarımında maksimum deprem ivmesi, yerçekimi ivmesinin % 40’ı (0.40g) olarak kabul edilir. Deprem hareketi sırasında binaya etki edecek yatay kuvveti meydana getiren bu ivme aşılabilir ki, bu olasılığın %10 olduğu yukarıda belirtilmişti. Aşıldığı takdirde, binanın yıkılmadan yatay ötelenme (yer değiştirme) hareketi yapabilecek şekilde tasarlanmasıyla bu etkiyi sönümleyebilmesi istenmektedir. Bu yatay ötelenme hareketini yapabilmesi için tüm elemanların sünek yani şekil değiştirebilir biçimde tasarlanması gerekmektedir. Sünek elemanlar sayesinde yapı deprem enerjisini sönümleyecek ama bu arada hasar görmesi ise kaçınılmaz olacaktır; ancak bu kalıcı hasarlar sınırlı olacak ve bina, yıkılmadan depremi atlatabilecek, içindeki canlılar da sağ olarak binayı terk edebilecekler.Görüldüğü gibi, İstanbul’da Deprem Yönetmeliği’ne uygun bir bina yapılırsa, binanın beklenen büyük depremi hasarsız atlatması mümkün olmayacak. 3 Sayın Önalp “1999 depremini izleyerek sadece ta y c sistem de il in aatlarda kullan lan beton ve çelik gibi gereçlerin de bir standarda uymas ko ulu zorunlu hale getirilmi tir demekte. Yazıdan, 1999 depreminden önce beton ve donatı çeliği bir kontrole tabi tutulmuyormuş gibi anlaşılıyor. Bu malzemelerin (beton ve donatı çeliği) sahip olması gereken en az dayanımları (fck, fyk, fsu), donatı çeliğinin yapması gereken en az uzama miktarları (esu) ve özellikle beton için nitelik denetiminin nasıl yapılacağı “TS500/ ubat 2000 Betonarme Yapıların Tasarım ve Yapım Kuralları” standardında ayrıntılı olarak belirtilmekte. 2000 yılına kadar bu standardın 1985 baskısı kullanılmaktaydı. 2000 yılında ise yeniden düzenlendi. 2000 yılından önce yürürlükte olan 1985 basımlı TS500’de de, betonarme binalarda kullanılacak beton ve donatı çeliğine ilişkin yukarıda açıklamaya çalıştığım bilgiler ayrıntılı olarak var. Dolayısıyla, nitelik denetimine ilişkin kontroller 1999 depreminden sonra hayatımıza girmemiş olup, 1999’dan önce de beton ve donatı çeliği için aranan koşullardı. HASAR Y NE OLAB L R Sayın Önalp ayrıca 2007 Deprem Yönetmeliği’ne göre yapılacak binaların İstanbul depremini hasarsız atlatacağını söylemekte. Oysa yönetmeliğe göre yeni yapılacak binaların depreme dayanıklı tasarımının ana ilkesi, hafif iddetteki depremlerde binalardaki yapısal ve yapısal olmayan sistem elemanlarının herhangi bir hasar görmemesi, orta iddetteki depremlerde yapısal ve yapısal olmayan elemanlarda oluşabilecek hasarın sınırlı ve onarılabilir düzeyde kalması, iddetli depremlerde ise can güvenliğinin sağlanması amacı ile kalıcı yapısal hasar oluşumunun sınırlanmasıdır. CBT 1165/15 17 Temmuz 2009 Aristotelesçi profesörler, teleskopu şeytanca bir araç sayarak onunla göklere bakmayı reddedmişlerdir .” (Yıldırım, 1994) Camianın ilgisizliği kâfi gelmemiş olacak ki engizisyon mahkemesi de Galileo’yu yargılamıştır. Daha doğrusu yargıladıklarını sanmışlardır. Tarih, yargılayanların kaydını tutma gereği bile duymazken dünya döndükçe Galileo her sabah yeniden doğmaktadır. Yaşadığımız yüzyılda dünya hızla mitolojik çağa geri dönerken (döndürülürken demek daha doğrudur), son yıllarda Sayın Şengör Hocamızın yaşadıkları da Galileo’nunki ile benzer niteliktedir. Gerek Sayın Şengör ve Sayın Atayman’ın jeolojik evrime ilişkin ortaya koydukları “yok oluş teorisi”, gerekse de doğumunun 200. yılında Darwin’in “evrim teorisi”ni bırakın halka anlatmayı ki asıl olan da budur , bilim (!) camiasında bile tartışmak tehlikeli bir hal almıştır. Bugün yaşananlar, bilim tarihinde yeni bir şey değildir. Bu yazılanları kimsenin üzerine alınmayacağını tahmin etmekteyiz. Çünkü büyük çoğunluk akademik âlemin büyülü havası içinde kendisini, “Türkiye’de bir bilim camiası yoktur” gerçeğinin dışında görmektedir. Ama maalesef gerçek şu ki: Hepimiz fiziğin “birleşik kaplar yasası”na tabiiyiz. Tarihimizdeki ilk elektrik makalesi Tarihimizde elektrik konusundaki ilk makale, Erkanı Harbiye subaylarından Daniş Bey tarafından Mecmuai Fünun dergisinde 1864 yılında yayımlanmıştır. D Osman Bahadır [email protected] aniş beyin, “Kuvvei Elektrikiyye” (elektriksel kuvvet) başlığıyla Osmanlıların ilk bilim dergisi olan Mecmuai Fünun dergisinin 24. sayısında (s.483487) 1864 (Hicri 1280) yılında yayımlanan makalesi, ülkemizin bilim tarihinde elektrik hakkındaki ilk makale olması bakımından tarihsel bir değere sahiptir. Daniş Beyin bu makalesi, okuyucuya elektriğin mahiyetini ve bazı cisimlerin iletkenlik özelliklerini açıklamaya yöneliktir. Makalesine elektriksel kuvveti tanımlayarak başlayan Daniş Bey, bazı cisimlerde sürtünme yoluyla elde edilen elektriğin ölçülmesinde kullanılan elektroskoptan bahsettikten sonra, hangi cisimlerin sürtünmeyle daha çok elektriklendiği ni, hangilerinin de ikinci derecede “elektriksel kuvvet” ürettiğini anlatmakta ve altın, bakır ve demir gibi bazı madenlerin ise ne kadar sürtünmeye tabi tutulurlarsa tutulsunlar elektriklenmediklerini belirtmektedir. İnsan vücudunun da elektriksel iletken olduğunu belirten Daniş Bey, iletken olmayan bazı maddelerin de istenirse bazı metotlarla iletken hale getirilebileceğini söyleyerek makalesini bitirmektedir. “Kuvvei Elektrikiyye” makalesi, elektrikle ilgili bir öncü yazı olması ve okuyucularına ilk kez elektriğin mahiyetini anlatması bakımından önemli olmakla birlikte, Daniş Beyin bu yazısından onun Avrupa’daki elektrikle ilgili yeni gelişmelerden ne ölçüde haberdar olduğunu öğrenemiyoruz. 1864 yılında, elektriğin matematikselleşmesinde ve elektriğin bir bilim dalı haline gelmesinde temel bir rol oynayan Coulomb yasası keşfedileli 79 yıl ve Oersted tarafından, bir telin içinden elektrik akımı geçirildiğinde telin çevresinde bir magnetik alan oluştuğu gerçeği saptanalı 44 yıl olmuş, Faraday’ın mıknatıs çubuklarının hareketinin elektrik akımı yarattığını bulmasının üzerinden de 42 yıl geçmişti. 1864 yılında, Maxwell’in büyük elektronik çağının kapılarını açan ünlü eseri Magnetizma Üzerine Tezler’in yayımlanmasına ise sadece 9 yıl kalmıştı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle