02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Dr. Adnan Adıvar, Darwin ve Evrim Kuramı Dr. Adnan Adıvar (1881 1 Temmuz 1955) öldüğü zaman arkasından, daha sonra Halide Edip tarafından bir araya getirilecek epeyce yazı yazıldı. Hasan Âli Yücel’in yazısı “Türklerin Yetiştirdiği Mühim Adamlardan Biri” başlığını taşıyordu. Zeki Arıkan İslam düşünürlerini evrim konusunda zorlamayalım! Cumhuriyet Bilim Teknoloji’de Prof. Dr. Özer Ozankaya’nın Erzurumlu İbrahim Hakkı ile ilgili yazısının amacı, öyle sanıyorum ki, Darwin’in öncüsü olarak İbrahim Hakkı’yı yerleştirmek değil, ülkemizdeki evrim karşıtlarının (TÜBİTAK’takiler dahil) Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan da geri olduklarını göstermektir. Çünkü Bilim ve Ütopya dergisinin son sayısında yapıldığı gibi, Darwin’in öncülerinin İslam dünyasında ortaya çıktığı savı, anılan düşünürlere söylemediklerini söyletmek, onların metinlerini zorlamak olur. Çünkü bu düşünürlerin amacı bugünkü anlamda olumsal bilimleri kurmak değil, Tanrı merkezli (odaklı) bir teoloji (Tanrıbilim) oluşturmaktır. Prof. Dr. Mehmet Dağ, [email protected], Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi. yükselir; en yüksek varl k türünden de en a a varl k türüne geri döner. Varl k türleri belirlenmi olup, bir türden ötekine dönü me söz konusu olmad gibi, yeni türlerin olu mas na da olanak yoktur. “Çünkü bu alemdeki her varlık türü daha gerçek olan üst alemde bir ideaya (misal) sahip olup, bu ideanın (misal) gölgesidir; bu idea onun değişmeyen ve bozulmayan suretidir. Bir başka deyişle, türler kendilerinde var olan bir ilkeden ötürü meydana gelip değişime uğramazlar; onlarda türlük niteliği evrensel nefsin (Cebrail) suretleri vermesiyle oluşur. “Ihvan’ın bu görüşünde tanrısal bilgeliğe dayanan bir uyum düşüncesi de yer alır. Buna göre her yaratığın evrende uygun bir yeri vardır ve her varlık diğer varlıklarla uyum içindedir. Aynı şekilde her yaratığın organları ve yetileri yaratılış hikmetlerine ve gereksinimlerine uygundur. Kimilerinin savlad gibi, bu uyum ya da uygunlu un çevreye uyum ve uygunlukla ve en uygun olan n ya am n sürdürmesiyle bir ilgisi yoktur. Türlerin genel varl klar içindeki durumu Tanr taraf ndan gerçekle tirilmi amaçl bir uyumdur.” MEHMET AYDIN: Taktik mi, takıyye mi? “Felsefe ile uğraşmış” ve bilimden sorumlu Prof. Mehmet Aydın, bir kuramın “kanıtlanabileceğinden” bahsedebiliyor! Işığın “bazen dalga bazen kırılarak” (!) yayıldığını bile söyleyebiliyor! Eh, düşünün artık! Peki, 25 yıl önce ne diyordu? Güney Gönenç, [email protected] E T ürkiye yüzyıllardan beri süregelen onca çalkantılara, bilgisizliğe, tutuculuğa vb. karşın ayakta kalmasını, az yetiştirdiğimiz, yetiştirebildiğimiz Adıvar gibi sağduyulu aydın insanlara borçludur. Adıvar, Türkiye’deki bilim tarihi araştırmalarına “Osmanlı Türklerinde İlim” (önce Fransızca) ve “Tarih Boyunca İlim ve Din (1944, 1969)” başlıklı iki anıtsal eser kazandırdı. Diğer deneme, makale, çeviri vb. eserler bunların dışındadır. İkinci eseri eski çağlardan 20. yüzyıla kadar, bilimin serüveninin, bilimle din arasındaki çekişmelerin güçlü bir bireşimidir (sentez). Günümüzde tarih boyunca bilim ve din arasında çatışma olmadığı doğrultusundaki görüşler ve açıklamalar yeni dünya düzeninin dayatmasından başka bir şey değildir. Adıvar, andığım ikinci eserinde Darwin ve evrim kuramına da önemli bir yer verdi. Kuramın özetini, etkilerini ve yankılarını incelediği onca kitabın, makalelerin ışığında ortaya koydu. Darwin kuramıyla ilgili tartışmaların yaşandığı, bizde bunu daha önce İbrahim Hakkı söylemişti gibi anlamsız iddialar karşısında bu alıntının yararlı olacağına inanıyoruz: Böylece onun eserinden yapacağımız bir alıntıyla, Adıvar’ın anısını tazelemek istiyoruz: “Darwin, bir kere insanı evrim noktasından hayvandan ayrı tutmaktan ve onun yaratılması, gelişmesi için hayvanların tabi olduğu güçten ayrı özel güçlerin lüzumuna inanmaktan çok uzaktı. İnsanlar, bu kadar genel saydığı bir evrim kuralının neden dışında kalacaklardı? Hem zaten insanın değeri, büyüklüğü, kendisinden daha aşağı varlıklardan gelmesiyle asla değişmezdi. O, aksine, serbest bir ifadeyle, insanı düşkün bir melek sayan ilahiyat iddialarına karşı insanın gelişmeye erişmiş ve nihayet akılla seçkinleşmiş bir hayvandan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Velhasıl Darwin, en kısa ifadeyle, insanla hayvan arasında nitelik değil nicelik bakımından bir fark görüyor ve diyordu ki: ‘En aşağı derecedeki omurgalı hayvanlarla maymunların zihni yetileri arasındaki uçurum, insanla büyük maymunların zihni güçleri arasındaki uçurumdan çok büyüktür.’ Fakat şunu da unutmamalıdır ki, Darwin’in hiçbir eserinden, insanın doğrudan doğruya maymundan geldiğini anlamak kabil değildir. Zaten bu kadar ham bir düşünceye inanan bir biyoloji bilgini yoktur. Fakat ilmin bugünkü halinde, insanın çok geri bir geçmişte (belki bir milyon yıl önce), insana benzeyen yüksek maymunlarla insan taslaklarının (tentativ men) ortak oldukları bir kökten geldiğine inanmayan bir bilgin de olmamak lazım gelir.” Yine Adıvar’dan öğrendiğimize göre, Darwin’in Türlerin Kökeni başlıklı eserinin yüzüncü yıldönümü dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı’nın en kızgın yıllarında Moskova’da bir Charles Darwin sergisi açılmıştı. Sergide, büyük bilginin yaşamının çeşitli evreleri ve biliminin her türlü alanlardaki etkileri gösterilmişti. İngiliz gazeteleri bu sergiden tek bir sözcükle “mükemmel” diye söz ediyorlardı. E CBT 1151/8 10 Nisan 2009 ğer “evrim kuramı”na gerçekten bir öncü bulmak gerekiyorsa, eski Yunan’da Anaksimandros’a ve Diodorus’a bakmak gerekiyor; çünkü bu iki düşünür tanrılardan bağımsız olarak evrenin kendi içinde bir değişiminden, evriminden söz etmişlerdir. Böyle olmasına karşın hiçbir ciddi bilim adamı bu iki düşünürün basit gözleme dayanan kuramsal açıklamalarını Darwin’inkiyle karşılaştırmaz, hatta öncülüğünden bile söz etmez. İslam dünyasında Ihvanu’sSafa, İbn Sina gibi filozoflara (felasife), Muhyiddin İbn elArabi, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıflara gelince, bunların açıklamalarını bir tür evrim anlayışıyla bağdaştırmak aşağıdaki nedenlerle son derecede güç, hatta olanaksızdır: 1. Bu düşünürlerin amacı evrene, evrenin iç işleyişine açıklamalar getirmek değil, e v r e n d e Tanrı’ya ilişkin işaretleri, belirtileri (ayat, delail) aramaktır. Çünkü onlarca evrenin iç işleyişi için gerekli olan “doğal nedensellik” Tanrı’nın doğrudan, ya da melekleri (göksel akıllar) aracılığıyla dolaylı müdahalesi olmadan gerçekleşemez. “Cansız nesneler hiçbir şey meydana getiremezler” sözü, onların ortak görüşüdür ve bugünkü olumsal bilimlerin temelden reddettiği bir görüştür. 2. Onların ortaya koydukları varlıklar sıralaması mistik öğeleri ağır basan bir sıralamadır ve sayıların kutsallığı düşüncesine dayanır: Evrende dört temel öğe (toprak, su, hava ve ateş), dört temel tür (madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar) vardır; çünkü ilk dört sayının toplamı on’dur; on sayısı kutsallığı, mükemmelliği simgeler ve gökteki örneğine uygundur. Dört temel tür, dört temel öğenin belirli oranlarda karışımıyla meydana gelir. Karışımdaki denge hangi türün oluşacağını belirler. İnsanda bu denge en yüksek düzeyde olduğu için, insan dört tür içinde en üstünüdür. Ancak bu karışım ve dengelilik doğanın kendi içinde değil, göksel oluşumlar sayesinde gerçekleşir. Bir başka deyişle, tanrısal bir etkinlik olmadan evrende hiçbir şey meydana gelmez. Ruha (nefse) sahip varlıklarda göksel olu umlar sayesinde dört unsurun karışımından beden oluştuktan sonra onlara “etkin akıl” (Cebrail) ruhu, nefsi iletir. Kısaca Tanrı buğdayı buğday, suyu su, bitkiyi bitki, insanı da insan olarak yaratmıştır. B R ÖZET Son olarak bu konuda Ihvanu’sSafa’dan bir özet sunarak, profesör unvanlı yazarların öz kaynaklara inerek daha nesnel bir araştırmaya yöneleceklerini umuyorum. Özette yer yer değerlendirmeler yapılmıştır. Metin içinde bu değerlendirmeler italik ve bold olarak işaretlendi. “Nasıl ki insan hayvanlar âlemiyle melekler âlemi arasındaki merkezi halkayı oluşturuyorsa, yeryüzündeki öteki varlık cinsleri arasında da ortak bağlantı halkası durumunda olan bir varlık bulunur. Sözgelimi, hurma çift cinsiyetli olması dolayısıyla bitkiler alemi ile hayvanlar alemini; fil hayvanların en zekisi olduğu için hayvanlar âlemiyle insanlar âlemini birbirine bağlar.” Daha sonra Muhyiddin bn elArabi ve Erzurumlu brahim Hakk gibi mutasavv flarca da benimsenen eski Yunan kaynakl bu görü , ilk bak ta bir evrimi dü ündürmektedir. Oysa konu iyice incelendi inde, türlerin olu umunun kronolojik bir s raya konulmu olmas d nda evrimle bir ba lant s n n olmad anla l r. Bu olu s ras n Ihvanu’sSafa öyle anlat yor: “Varlıklar dizisindeki bitkiler hayvanlardan önce gelir; hayvanların suretleri için madde, beslenmeleri için yiyecek olur… Bitkiler dört öğeyle (elanasır elerba’a) hayvanlar arasında orta bir yerde bulunur. Tohumlar, yapraklar, meyveler vb. gibi hayvanların tükettiği bitkilerin bütün parçaları bitkilerce sindirilen ve kendi türüne dönüştürülen (bu dönüştürme de tanrısal bir etkinlik sonucudur) dört öğeden kaynaklanır. Ancak varl klar aras ndaki bu s ralan yeni türlerin ortaya ç kmas na olanak tan yan bir s ralan olmay p, döngüsel bir s ralan t r: En a a varl k türünden ba lay p en üst düzeydeki varl k türüne de in İslam, bilimle çatışmıyor, iddiası üzerine... Bilim Teknoloji dergisinin 27 Mart 2009 günlü 1149 sayısında Prof. Dr. Kınıkoğlu “Evrim ve İslam” başlıklı yazısında, her ne kadar “Kuran’ı bir bilim kitabı gibi yorumladığım anlaşılmasın” dese de, böyle yorumladığını gösteren birtakım ilişkilendirmeler yapmaktan kendisini alamıyor. Prof. Dr. Mehmet Dağ ri, tıpkı diğer peygamberlerde olduğu gibi, Hz. Muhammed’in kırk yılı aşkın bir sürede elde ettiği döneminin bilgilerinden bağımsız olarak düşünülemez ve bu bildiriler günümüze taşınamaz. 2. Sayın Kınıkoğlu’nun İncil derken Yeni Antlaşmayı (Ahid) değil Eski Antlaşmayı kastettiğini sanıyorum; çünkü sözünü ettiği bildiriler Eski Antlaşmadan çıkarılan bildirilerdir. 3. Sayın yazarın “balçıktan yaratma ve ona üfleme” ifadesinin Eski Antlaşmada yer aldığı, Kuran’da yer almadığı savı şu ayetle geçerliğini yitirmektedir: “Rabbin meleklere şöyle demişti ‘ben çamurdan bir insan yaratacağım; onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın’”(Sad, 7172; Secde, 79; vb.). Bir başka yerde bu türden bir yaratma gücü Hz. İsa’ya da verilir: “Ben size Rabbinizden bir ayet getirdim. Ben size çamurdan bir kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim. Allah’ın izniyle, hemen kuş olacaktır…” (Ali İmran, 4849). 4. Sayın Kınıkoğlu’nun Kuran’da 6 günde yaratma olmadığını, yaratmanın “ol” demekle gerçekleştiğini söylemesi de gerçeklerle bağdaşmıyor: “Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra tahta kurulan Allah’tır” (Secde, 4). Eski Antlaşmadan tek fark, yedinci gün “dinlenme” yerine “tahta kurulma” deyişinin yer almasıdır. Aslında tahta oturma, kurulma bir dinlenme biçimidir; burada sultanla Tanrı arasında bir bağ kurulmuştur. “Meleklerin kanatları olduğu”(Fatır, 1), “bu tahtı kuşattıkları” (Zümer, 75), tahtı taşıdıkları (Mü’min, 7) ifadelerini geçiyorum. “Ol” sözüne gelince, bunun altı günde yaratmayla çeliştiği açık olmakla birlikte, yazarın bunu neredeyse “evrenin hiç yoktan belki de bir quantum dalgalanmasıyla” ilişkilendirmesi, fakat o dönemlerde yaygın olduğu üzre, sihirbazların “hokus pokus”undan ayrı tutması ve önemli bir olasılık olarak göz ardı edilmesi bilimsellikle açıklanabilir mi? 5. Kuran’ın Tanrısı, evrendeki her şeyi her an dilediğince (kelamcılarca keyfince) yaratan bir Tanrı’dır. Kimi yerlerde, yazarın değişmez kanunlar diye yorumladığı Tanrı’nın sünnetinden (alışkanlığından) söz edilse bile bu sürekli bir durum değildir. Dilerse, mucizelerde (?!) olduğu gibi, alışkanlığını (sünnetini) değiştirebilir. 6. Değişmez yasalar, bir başka deyişle deterministik dünya görüşü, en azından kuramsal olarak bilimin kabul etmediği bir görüştür. Modern bilimde her yasa ya da kuram yanlışlama ilkesine dayanıklılık gösterdiği ölçüde geçerlidir. Sayın Kınıkoğlu alanı olmadığı halde tıpkı Hıristiyan ve Yahudi ilahiyatçılarına özenen medyatik ilahiyatçılarımızla mı yarışıyor. vrim kuramı tartışmaları sürüyor. Bu tartışmada taraf olanlardan (TÜBİTAK’tan ayrıca Atatürk KDTYK, TÜBA, RTÜK ve BYEGM’den sorumlu) Devlet Bakanı Sayın Mehmet Aydın’ın söyledikleri dikkatimi çekti. Şöyle demiş Aydın: “Felsefeyle uğraşmış biriyim. Darwin’e gelince, adamcağız ölmüş gitmiş. Lehinde ve aleyhinde yazılanlar ciltleri doldurmuş. …Darwin, bütün bilim kitaplarında var. Bu kadar bilinen bir kişiye sansür konamaz. TÜBİTAK’ın görevi, bilime doğru ya da yanlış hizmet etmiş de olsa bilim adamının görüşlerini yansıtmaktır.” (İ. Berkan: “Mehmet Aydın yüreğime su serpti ama…”, Radikal, 12/3). Ertesi gün sayın bakan düzeltme yapıyor: “200 senedir zaten bilinen, tanınan, lehinde aleyhinde ciltler dolusu kitap yazılmış bir bilim adamına sansür koymak kadar mantıksızlık olamaz. Çünkü zaten bilinmeyen birisi değil ki, ’aman bilmesinler’ diyebilesiniz. Zaten biliniyor. Herkesin bildiği, ders kitaplarına girdiği, Türkiye’de ders kitaplarında okutulduğu bir konuyu, bir bilim adamını siz 21. yüzyılda ‘aman duyulmasın derseniz’ olur mu böyle şey? (…) Ama orada ben diyorum ki, o bile yanlış anlaşıldı, ben diyorum ki, 200 sene önce yaşamış ölmüş bir insan üzerine ambargo konur mu? Ertesi gün basında adam ölmüş, gitmiş zaten gibi bir çerçeve içinde veriliyor (…)” Bilimden sorumlu bakanımız, daha sonra, bilimde hata yapmanın, isabet etmek kadar doğru, mümkün ve yaygın olduğunu belirtmiş, eğer yapılan hatalar olmasaydı bilimin bugün bu düzeye ulaşamayacağını söylemiş. Bu arada fizik, biyoloji gibi tümdengelimli (dedüktif) bilimler söz konusu olduğu halde eğer gazeteci hatası değilse bir kuramın “kanıtlanabileceğinden” söz etmiş, ben gözlerime inanamadım. Işığın “bazen dalga bazen kırılarak” yayıldığı da işin cabası… Haber aynen şöyle: “Bir bilim adamının ortaya attığı teori kanıtlanırsa bilimsellik niteliği kazanacağını, kanıtlanmazsa gündemden düşeceğini, bazen de bilimsellik niteliği kazanan teorinin bilimselliğinin zamanın seyri içinde tekrar tartışma konusu olabileceğini dile getiren Aydın, bu konuda ışığın yayılması ile ilgili teoriyi örnek göstererek, ışığın bazen dalga, bazen kırılarak yayıldığının söylendiğini, bazen de her ikisinin de kabul edildiğini kaydetti.” Sayın bakan "bilimin düşe kalka yürüyen bir süreç olduğunu" belirtmiş (sanırım Darwin’in bu yürüyüş sürecinde bilimin “düştüğü” bir noktada yer aldığını, teorisinde hatalı olduğunu “ima ediyor”): "Bilimde hatalara karşı da doğrular kadar tolerans göstermemiz lazım. Dolayısıyla bir bilim adamı yaptığı, öne sürdüğü bir teoride yanlış yapıyorsa, doğru yapan kadar aslında saygıya layık bir iş yapıyor. Çünkü ortalık karışsın diye onu yapmıyor, düşüncesi o...” 25 YIL ÖNCES NDE MEHMET AYDIN Mehmet Aydın adını bir yerlerden anımsıyordum. Araştırınca, Bilim ve Sanat dergisinin Kasım 1984 sayısında yayımlanan “Adem Babamızın Göbeği” başlıklı yazımda bu kişiden söz etmiş olduğumu gördüm. O yazımdaki uzunca bir alıntıdan bir bölümü aşağıda veriyorum. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1982’de lise 3. sınıflar için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi adıyla yayımlanan 136 sayfalık kitabın yazarı Mehmet Ayd n aynen şöyle diyor: “... Kuran’a göre, bütünüyle evren varolanlar n toplam bilen, ilim, hikmet, irade ve kudret sahibi olan, ayn zamanda e iten, esirgeyen ve ba layan bir Yarat c taraf ndan var k l nm t r, yarat lm t r. Bunu böylece kabul etmek, mü’min olman n ilk ve zorunlu art d r. “Evrendeki ‘her ey yarat lm t r’; hem de geli igüzel bir ekilde de il, ‘bir ölçüye göre yarat lm t r’. Evrenin Allah taraf ndan yarat ld fikri kabul edilince, bu fikirle ayn çizgi üzerinde bulunmayan baz görü lerin reddedilmesi gerekir. Söz geli i, bir Müslüman evrenin tesadüf sonucu kendili inden var oldu unu söyleyemez; böyle bir görü e inanamaz. Maddenin ezeli oldu u, insan da dahil hereyin maddeden u veya bu rastlant n n sonucu meydana geldi i görü ünü benimseyemez. Demek oluyor ki, yarat lm l k dü üncesini benimsemekle, evren hakk nda one sürülen bir dizi aç klamalar d ar da tutuyoruz. Merkezini Yarat c Allah inanc n n olu turdu u bir dünya görü üne ba lanm oluyoruz. “Yukar da i aret etti imiz gibi, Kuran evrenin olu umu hakk nda birtak m varsay mlar öne süren bir kozmoloji yahut astronomi kitab de ildir. Fakat yine de o, bu konuda hangi yönde dü ünmemiz gerekti ine ili kin baz önemli ipuçlar vermektedir. Kutsal kitab m za göre evren, bugünkü eklini al ncaya kadar çe itli yarat l basamaklar ndan geçmi tir. Yüce Allah dileseydi evreni bir anda yaratabilirdi; çünkü O, ‘bir eyi diledi inde ona ol der, o ey de oluverir’ ... “Kuran’da evrenin yarat lmas ile ilgili olarak geçen ayetler bilimsel sonuçlarla çat mamaktad r. ... Kuran kozmoloji ile ilgili ayr nt lar üzerinde durmaz. Sözgelimi haftan n hangi gününde Allah’ n neleri yaratt n anlatmaz. ... [Kutsal kitaplar ndaki bu türden] ifadeler yüzünden baz dinlerde bugün bile sürüp gitmekte olan bir çat ma vard r. Asl nda kayna Allah olan bir kutsal ifade ile bilimin çat mamas gerekir. Çünkü bilim Allah’ n yaratt varl klar dünyas n aç klamaya çal maktad r. Kutsal ifadeler ise Allah’ n kelâm d r. Gerek evren, gerekse kutsal ifadeler O’nun eseri oldu una göre, evrende olup bitenleri tespit etmekle görevli olan bilim, hak bir dinle niçin çat s n?”Görüldüğü gibi anlayış 27 yıldır aynı, ama biçemde epey değişiklik var. Sanki biri “değiş!” demiş, o da değişivermiş diye düşünmeden edemiyor insan. Buna ne ad vermeli? “Taktik” mi demeli, “takıyye” mi demeli? Daha uygun bir sözcük de bulunabilir. Kararı size bırakıyorum. S ayın Kınıkoğlu’nun son yazısı, yıllar önce Cumhuriyet gazetesine dizi olarak yayımlanan ve ben de bir eleştiri yazdığım yazısından, ilişkilendirmeler açısından bir farkı yok, İslamı öteki büyük dinlerden ayrı bir yere oturtarak çağdaş bilimle çatışmadığını göstermeğe çalışıyor. Acaba gerçek durum Sayın Kınıkoğlu’nun söylemeğe çalıştığı gibi midir, yoksa bilgi alanındaki gelişmeler ve birikim sonucu, Kuran dahil kutsal kitapların bildirisinin yetersiz kalması nedeniyle anılan kutsal kitaplara inancı kurtarmak ya da inanan kitleleri gelişen ve değişen bilimsel gerçekleri kabule yatkın hale getirmek amacı mı taşımaktadır? Gerçek, Kınıkoğlu’nun söylemeğe çalıştığı gibi değil. Amacı kutsal bildirileri kurtarmak ya da kitleleri çağdaş bilimsel gelişmelere yatkın hale getirmek midir? Bunu bilemem. Bir anakronizm olsa da, aslında dinsel bildirileri gelişen çağın bilgileriyle uzlaştırmağa çalışmak yeni bir şey değildir. Hıristiyanlığın doğuşundan uzun bir süre sonra Clement ve Origenes gibi kilise babalarını kilisenin dogmalarını dönemin bilimi sayılan Helenistik felsefeyle; Kindi, Farabi ve İbn Sina gibi İslam filozoflarının İslam inançlarını YeniEflatunculukla uzlaştırmağa çalışmaları, günümüzde özellikle kimi Katolik ilahiyatçılarının evrimi yadsımanın yarar getirmeyeceğini anlayarak evrim kuramını dini ideolojiye uygun bir kuram şekline sokmağa çalışmaları, tarihsel süreçte karşılaştığımız kimi örneklerdir. Sayın Kınıkoğlu’nun yeni olmayan savlarına yanıtlar: 1. “Gerçek İslamda hurafe yoktur, Kuran’da çağdaş bilimle çelişen hiçbir şey bulunmamaktadır” savı ancak duygusal ve dogmatik nedenlerle ileri sürülebilecek bir savdır. Sayın yazarın da yaptığı gibi, dinsel bildiriler ciddi bir bilimsel eleştiriye tabi tutulmadan önsel olarak (a priori) kabullenilmiş, eğilip bükülerek en azından basit hareket noktası açısından modern bilimle çelişmezliği saptanmaya çalışılmıştır. Eğer hurafe, bir kimsenin kendisinde tanrısal güçler vehmetmesi ise, bu her dinde var; çünkü her dinin kurucusu böyle bir vehimle harekete geçmiştir. Öte yandan, bundan sonraki maddelerde göstereceğimiz üzere, Kuran’ın nesnel dünyaya ilişkin bildirile CBT 1151/9 10 Nisan 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle