Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com TÜBİTAK’ta işbaşına getirilen kadrolar, bugün o görevlere getirilme nedenlerinin gereğini yapıyorlar. Olanlar, bilim dünyasının bir iç meselesi değil; din bayrağı altında verilen siyasi iktidar mücadelesinin TÜBİTAK’ın ilgi alanında cereyan eden kısmıdır. Daha sıcak bir dünyada nasıl hayatta kalabiliriz? Dünyamızın 4 derece ısınması durumunda – ki içinde bulunduğumuz yüzyılda çok büyük bir olasılık insan türü hayatta kalmak için çok büyük bir savaş verecek. Su baskınları, kuraklık, açlık, susuzluk nedeniyle dünyanın büyük bir kısmı yaşanamaz hale gelirken, Kanada, Sibirya, Grönland ve Antarktika’nın batı kıyıları gibi çok az bölge, insan türünün yaşamını sürdürebilmesine izin verecek. En fazla bir milyon kişinin barınabileceği bu dünyada, enerji ve gıda üretimi de zor koşullarda sürdürülecek. Böyle karamsar bir senaryonun yaşanmaması için tek umut, var olan ulusal sınırların ortadan kalkması ve yepyeni bir dünya düzeninin kurulması. TÜBİTAK’a Biçilen Siyasi Görev Bu satırları, TÜBİTAK’ta Darwin ve Evrim Teorisi’ne konulan sansüre duyulan tepkilerin bütün sıcaklığıyla devam ettiği bir sırada kaleme alıyorum. Sizin bu yazıyı okuduğunuz tarihteyse, konu, her gün bir büyük derdin ortaya çıktığı Türkiye’de muhtemelen gündemden düşmüş olacak. Buna rağmen değinmek istediğim bir iki nokta var. Hoşgörünüze sığınarak, önce 30 Ocak 2009 günlü CBT’de yayımlanan “Bilim tarihinde dolaşmak...” başlıklı yazımdan bir bölüm aktarayım: “...Arada durup geriye bakmak ve çağımız bilimini borçlu olduğumuz insanların bunu ne pahasına başardıklarını ve önlerine çıkarılan engellerin temelde ne tür inanç ve düşünce sistemlerinden kaynaklandığını hatırlamak; zihinlerimizde bunu hep taze tutmak gerek. Kim bilir, belki böylece, özellikle de yaşadığımız coğrafyada bilimi yeniden yeşertecek, gelişip güçlenmesini sağlayacak mümbit toprakların gözlerimizin önünde giderek çoraklaştığının daha çok farkına varabiliriz. “Yaşadığımız coğrafya’ dedim ama bilimi yeşerten toprağı çoraklaştırma girişimleri başka coğrafyalarda da sürüp gidiyor. Örneğin günümüzde ‘bilim ve teknoloji’ denilince dünyanın ilk akla gelen ülkesi ve en gelişkin ekonomisi olan ABD’de, Evrim Teorisi’nin kamu okullarında öğretilmesine karşı çıkan ve bu okullarda dinsel fikirlerin bilimsel gerçeklermiş gibi öğretilmesini isteyen yaratılışçıların bilime karşı verdikleri mücadele hâlâ sürüyor. Yaratılışçıların son marifetlerine ilişkin bilgileri, Scientific American dergisinin, Darwin’in 200’üncü doğum yıldönümü dolayısıyla Evrim Teorisi’ne ayrılmış olan 2009 Ocak sayısında bulabilirsiniz. Dergi editörlerinin şu notu size hiç de yabancı gelmeyecek: ‘Evrimin bilimsel olarak tartışmalı olduğunu ileri sürmek ve yaratılışçılık öğretimini akademik özgürlüğün gereği olarak savunur gözükmek yaratılışçıların başvurdukları son taktikler arasında...” Bunları yazarken, TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisinde Darwin’in 200’üncü doğum yıldönümü görmezden mi gelinecekti; yoksa, Darwin ve Evrim Teorisi’nden söz edilip, bunun yanında, ABD’deki ağababalarının yapmak istedikleri gibi, yaratılışçıların görüşlerine de “bilimsel bir tez”miş havasında yer verilip, bu görüşlere kendi açılarından meşruiyet mi kazandırılmak istenecekti; merak etmekteydim. Yanıt çabuk geldi. Çoğumuz için bu beklenmedik bir yanıt değildi. Bütünüyle din ideolojisine bağlı bir inanç sisteminin yandaşları siyasi iktidara, dolayısıyla da devlete egemen olma mücadelesi verecek; buna rağmen bir bilim kurumu, kendi doğasına uygun bir yapıda varlığını sürdürecek! Bunun mümkün olmayacağını, son olayla bir kez daha görmüş olduk. Söz konusu ideolojiksiyasi mücadeleyi yürütenlerin TÜBİTAK’ta işbaşına getirdikleri kadrolar, bugün o görevlere getirilme nedenlerinin gereğini asli görevlerini yapıyorlar. Olanlar, bilim dünyasının bir iç meselesi değil; din bayrağı altında verilen siyasi iktidar mücadelesinin TÜBİTAK’ın ilgi alanında cereyan eden kısmıdır. Söylemek istediğim ikinci nokta şu: Hep yazıyorum; ülkemizin bir bilim ve teknoloji stratejisi, daha önemlisi, böylesi bir stratejinin ön şartı olan bir gelecek vizyonu yok, diye... Doğru, ülkemizin bir gelecek vizyonu yok ama ülkeyi bütünüyle sultaları altına almak isteyen ve bugün bunun mücadelesini verenlerin bir gelecek vizyonu var; bundan artık kimsenin şüphesi olmamalı. Ve bunlar bir gün ‘ulema’yı toplayarak ve siyasi iktidarlarına payandalık eden sermaye kesimlerinin temsilcilerini de bunların yanına katarak bir bilim ve teknoloji stratejisi ortaya koyarlarsa, bu stratejinin Türkiye için bilimde nasıl bir gelecek vaat edeceğinin bir örneği de artık apaçık ortada... Değindiğim bu noktaları, bugüne kadar şu ya da bu nedenle desteğini TÜBİTAK yönetimi üzerinden eksik etmeyen ya da bugünün gelişini dünden belli eden birçok konuda sessiz kalmayı yeğleyen bir kısım bilim insanımızın da görmüş olduğuna inanmak istiyorum. T imsahlar, İngiltere sahillerinde kol gezerken, Saygon, New Orleans, Venedik ve Mumbai gibi kentler sular altında kalacak. İnsan türünün %90’ı yok olacak. Bu bir film senaryosu değil; içinde bulunduğumuz yüzyılda dünyanın dört derece ısınması durumunda ortaya böyle bir tablonun çıkması çok büyük bir olasılık. Açıkça kimse böyle bir geleceğe sahip olmak istemese de, bugünkü göstergeler daha farklı bir geleceğin mümkün olmadığını gösteriyor. Sera gazı emisyonlarını azaltma girişimlerinin sonuçsuz kal keyifli bile olabileceğini düşünebilirsiniz. Böylece kuzeyin soğuk ve karanlık kentlerinden Akdeniz’in sıcak ve güneşli sahillerine taşınmaya gerek kalmaz. Ancak tüm gezegenin ortalama 4 santigrat derece ısınması, çok farklıdır ve bu farklılık insanoğlunun felaketine yol açabilir. Bu ısınma 18.yüzyıldan başlayan insan faaliyetlerinin bedelidir. “Yeni Jeolojik Çağ” olarak tanımlanan bu döneme bazı bilim insanları (Başta Almanya, Mainz’deki Max Planck Enstitüsü’nden Nobel ödüllü atmosfer kimyası uzmanı Paul Crutzen) “Antroposen” adını veriyor. Sıcaklıkta dört derecelik artışın meydana gelmesi de çok zor değildir. 2007 yılında İklim Değişikliği Üzerine Hükümetlerarası Panel’in (IPCCIntergovernmental Panel on Climate Change) yayımladığı bir rapor, içinde bulunduğumuz yüzyılda 2 ile 6.4 derecelik bir ısınmayı öngörüyor. IPCC’nin eski başkanı Bob Watson’a göre dünya dört derecelik ısınma olasılığına karşı önlemleri şimdiden almalı. ISINMA KAÇINILMAZ Daha sıcak bir dünya ile nasıl başa çıkacağız? Bu konuda en önemli faktör, bu aşamaya gelmeye ne kadar süremizin kaldığı ile ilgilidir. Dört derecelik artışın ne zaman başlayacağı ise atmosfere ne kadar sera gazı pompaladığımıza değil, dünyanın ikliminin bu gazlara ne kadar duyarlı olduğuna bağlıdır. Ayrıca bu, iklim geribesleme mekanizmasının ısınmayı hızlandırdığı “geri dönüşü olmayan noktaya” erişip erişmediğimiz ile de ilgilidir. Modeller dünyanın dört derecede “pişmesi”nin 2100 yılında gerçekleşeceğini gösterse de bazı bilim adamları bu noktaya 2050 yılında erişebileceğimizi öngörüyor. Bu aşamaya geldiğimizde bilim insanları Dünya’da yaşamın kâbusa dönüşmesinden korkuyor. İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nden iklim sistemlerinin dinamiği konusundaki çalışmalarıyla tanınan Peter Cox, görüşlerini şöyle dile getiriyor: “İklim bilimciler başlıca iki gruba ayrılır: Biri, sera gazı emisyonunu vakit geçirmeden kesmemiz ve yüksek küresel sıcaklıkları aklımızdan çıkartmamız gerektiğini söyleyen ihtiyatlı bilim insanları. Diğeri ise, ne yaparsak yapalım felaketin kaçınılmaz olduğuna inanan ve her şeyi bırakıp yüksek tepelere kaçmamız gerektiğini söyleyen karamsarlar. Ben orta noktadayım. Değişiklikler kaçınılmaz ve biz CBT 1149/ 6 27 Mart 2009 ması veya gezegenin iklim geribesleme mekanizmalarının ısınmayı hızlandırma olasılıkları, bilim insanları ve ekonomistlerin yalnızca bu dünyanın geleceğinden değil, giderek artan insan popülasyonunun sürdürülebilirliğinden de kaygı duymalarına yol açıyor. Bugünkü insan sayısının hayatta kalabilmesi için dünyada köklü bir düzen değişikliğine ihtiyaç olduğunu düşünüyorlar. Bu arada iyi haber, insan türünün yok olma olasılığının çok düşük olması. İnsan türünün, sayıları birkaç yüz bine düşse bile yeryüzünden silinmesi çok zor. Fakat yaklaşık 7 milyarı bulan bugünkü nüfusu devam ettirmek gerçekten çok ciddi bir planlama yapılması gerekiyor. ‘DÖRT DERECEL K ISINMA NED R K ’ DEMEY N! Dört derecelik bir ısınma, ilk bakışta çok fazla değilmiş gibi görünüyor. Bu, gecegündüz sıcaklık farkından bile az. Öyle ki bu kadarcık bir ısınmanın