05 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz Suyun Ticaretleştirilmesine Hayır hayret@akdeniz.edu.tr 1 Prof. Dr. Kenan Demirkol İstanbul Üniv. Tıp Fak. 622 Mart tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilen 5. Dünya Su Forumu topluma ülkemiz yararına bir gelişme gibi tanıtıldı. Bu toplantının gerçekleştirilmesi için ülkemiz 18 milyon Avro masraf yaptı. Toplantıya 110 ülkeden 33 binden fazla kişi katıldı.Katılanlar arasında 3 prens, 3 cumhurbaşkanı, 5 başbakan ve bakan yardımcısı, 263 parlamenter, 200 belidiye başkanı, 91 kentten vali yardımcısı, 155 ülkeden üst düzey yetkili ve delegeler yer aldı. Peki esas katılımcılar kimdi? Ülkemizden ve dünyanın her yerinden su tüccarı. Bunlar arasında şişe suyu satıcılarından tutun da ülkemizin akarsularına ve göllerine göz dikmiş çok uluslu şirketlere kadar su ile ilgili ne kadar şirket varsa tümü bu toplantıdaydı. Forum adını taşıyan toplantılar genellikle toplumsal içerikli ya da ekolojik dengeyi kollayan toplantılardır. Bu toplantıya da özellikle bu şekilde düşünülsün diye “forum” dendi. Ancak bu forum sözcüğün tam anlamıyla bir “pazaryeri” olacak. Görücüye çıkan ise akar sularımız, diğer su kaynaklarımız, suyun hazırlanması, dağıtılması gibi belediye hizmetlerinin tümü. Neden İstanbul’da yapılıyor? Çünkü 3 yıl önce Meksika’da yapıldığında sırada hangi neoliberal, akarsularını satmaya hazır bir ülke var aceba sorusuna, en yakın yanıt Türkiye olduğu için. Suyun ticaretleştirilmesi su kaynaklarının özel sektöre satılması, dağıtım şebekelerinin özelleştirilmesi gibi yöntemleri vardır. Bu tür özelleştirmeler kamuda genellikle büyük tepkilere yok açtığından, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD gibi uluslararası kuruluşlar suyun kamu elinde kalmasını, ancak piyasa koşullarında fiyatının belirlenmesi ilkesini benimsedi. Bu durumda toplum bir özelleştirme yapılmadığını düşünüyor ve tepki verme gereksinimi duymuyor. Halbuki bu model sinsi bir özelleştirmedir. Yine adı geçen uluslararası kuruluşlar suyun fiyatının her alanda sabit kalmasını şart koşuyor, sanayiye su kaç liraya satılıyorsa, evlere de aynı fiyattan satılmalı, çiftçi de aynı fiyata suyu kullanmalı. Suyun metalaştırıldığı örneğin Güney Afrika gibi ülkelerde insanlar su satın alamadığından enfeksiyon hastalıklarına bağlı ölümler arttı. Bu yeni süreç sonucu FAO “fiziksel su yoksunluğu” kavramı yanı sıra “ekonomik su yoksunluğu” kavramını geliştirdi. Fiziksel su yoksunluğu ile gerçekten belli bir bölgede suyun olmaması ya da çok az olması anlaşılmakta. Ekonomik su yoksunluğunda ise su yeterince var, ancak insanlar fakirlikleri nedeniyle su satın alamadığından su yoksunluğu çekmekteler. Ülkemizde ve komşularında su %7085 oranında tarımda, sanayide ise suyun %1022’si kullanılmakta. OECD ülkelerinde ise sanayi tüm suyun %59’unu kullanıyor. Yani gelişmiş ülkelerde su çok önemli bir sanayi girdisi. Su kaynaklarının azalması sanayi üretiminin de azalması riskini taşıyabilir. Suyun ticarileştirilmesinin en önemli gerekçelerinden biri, sanayi üretimi için gerekli suyun garanti altına alınması, bu arada da yüksek kârlar elde edilmesidir. Ülkemizde sanayinin ne kadar gelişmiş olduğu kullanılan su miktarından bellidir. Ancak son yıllarda çıkartılan şeker yasası, tarım yasası, tohum yasası gibi yasalarla çiftçi artık tarım yapamaz hale geldi. Son 5 yıl içinde tarımda istihdam edilen 1.5 milyon insan işsiz kaldı. Suyun ticarileştirilmesi sonucu özellikle küçük çiftçi artık tarım yapamayacak hale gelecek. Örneğin Almanya’da bir metreküp suyun bedeli yaklaşık 2 Avro dolayında. Bir insanın günlük besininin üretilebilmesi için FAO verilerine göre 24 metreküp suya gereksinim var. 2 Avro’dan bir metreküp su alındığı düşünülürse bir kişinin günlük besinlerini üretmek için çiftçi 48 Avro suya bedel ödemesi gerekir. Çiftçi ürününü kaça satacak ki su masrafını çıkartabilsin? Tohum yasası ile çiftçimizin kendi ürettiği tohumu kullanması yasağı getirildi. Çiftçi tarım yapabilmek için tohumunu piyasadan (yerli ve çoğunlukla yabancı tohum şirketlerinden) almak zorunda. Küçük çiftçi şimdi suya da piyasa koşullarında belirlenecek fiyattan ücret ödemek zorunda kalırsa, hiç bir şekilde varolma şansı kalmaz. Küçük çiftçinin yok olması son kalan yerli tohumlarımızın da yok olması anlamına gelir. Bioçeşitlilik çok uluslu tohum şirketlerinin nefret ettiği bir kavramdır... Suyun ticarileştirilmesi insan, hayvan ve doğanın piyasaya sürülmesidir. Hadi politikacılarımız bunu göremiyor (görseydiler şaşardım), aydınlarımız neden bu kadar suskun? Türkiye’nin gelecek nesillerde de yaşanabilir bir ülke olmasını istiyorsak, suyumuza sahip çıkmak zorundayız. Su kamu elinde kalmak ve yurttaşa bedava verilmek zorundadır. Bu nedenle 5. Dünya Su Forumu’nun yapıldığı tarihlerde çok sayıda sendika, meslek odası, sivil toplum kuruluşu, vb. yapılar tarafından kurulmuş olan “Suyun Ticaretleştirilmesine Hayır Platformu” karşıt bir su toplantısı düzenledi. Platformun etkinlikleri www.suplatformu.net internet adresinden öğrenilebilir. nin bulunmadığı, Tuzla Belediyesi’nin kitabı yeniden yayımlamasından önce sunuş bölümünün kitapta mevcut olduğu bildirilmiştir. Dosya, 24 Şubat 2009 günlü Yüksek Disiplin Kurulu gündemine alınmış, kitabın Aralık 2006’da yayımlandığı varsayılarak, suçun zamanaşımına uğradığına oyçokluğuyla karar verilmiştir. Görüleceği gibi, Rektörlüğün 18.10.2008 gününde yanıt vermesine karşın, dosyanın 6 ay sonra 22.04.2008 günündeki Yüksek Disiplin Kurulu gündemine alınması; bu toplantıda verilen kararın, aradan 5 ay geçtikten sonra 11.09.2008 ve 16.09.2008 günlerinde ilgili yerlere yazılması; ilgili yerlerin, çok çabuk yanıtlanacak sorulara 3 aydan fazla süre geçtikten sonra, 18.12.2008, 25.12.2008 ve 22.01.2009 günlerinde yanıt vermesi dikkat çekicidir. Üstelik, 23 Ekim 2008 günlü Yüksek Disiplin Kurulu toplantısında, gündeme alınmadığını saptamam üzerine anımsatmama karşın bile, dosyanın gündeme alınmasının çabuklaştırılması konusunda bir çaba gösterilmemesi, konuyu daha da dikkat çekici duruma getirmektedir. Tüm bu gelişmelere karşın zamanaşımı konusu görüşülürken bu durumların göz önünde bulundurulmamasını anlamak olanaksızdır. Şimdi sözün özüne gelmek istiyorum: İşçiyi sistematik bir sendikasızlaştırma politikasının ülkeye giderek her şeyden çok daha pahalıya mal olacağını görmemiz gerekiyor. İşçiye Sendika Yasak – III Kamuoyunda işçi ve sendikalar hakkında yaratılan haksız, ağır önyargıların uzun yıllardan beri yasama politikasında yön levhaları gibi kullanıldığını, özgür, bilinçli işçinin sesinin kamusal alanda duyulmasının her haliyle engellenmek istendiğini, bir sınıf olarak işçinin bu yeni dünya düzeninde etnik ve dinci cemaat fedaileri kitlesine, borç içinde kıvranan çaresiz bir tüketiciye dönüştürülmeye çalışıldığını, tüm bunlarla ülkenin direncinin kırılmasının kurnazca tasarlanmış olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu tasarım bugün başarıya ulaşmış görünüyor. Buna göre, ulusalüstü süper kapitalizmin, kendi icadı bir postdemokrasi yardımıyla giriştiği bu yeni iktidaregemenlik kurgusuna direnebilecek her türlü eleştirel karşıgüç yoğunlaşmasının engellenmesi gerekmektedir. Bu yolda ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Bir ülkenin tüm dinamik, eleştirel, özgeci istenç düzlemleri parçalanmalıdır. Ancak üstün değerler uğruna olanaklı ve anlamlı Dayanışma’nın kırılması, araç değerlerin üleşilmesine hizmet eden sembiyozun bireysel yaşama biricik varoluş tarzı olarak dayatılması gerekmektedir. İnsanın bu düzeye düşürülmesi üretmenin, yaratmanın ahlakında bir onay bulamayacaktır. Şu halde bu ahlakın dile gelmesine, sesini duyurmasına asla izin vermemelidir. Onu taşıyacak olanları her yol ve yöntemle bundan vazgeçirmelidir. Bence işçiyi sendikasızlaştırmanın altında böylesine bir karabilinç yatmaktadır. Emeğin, doğasına uygun bir biçimde kurumsallaşabileceği tek örgüt tasarımı sendikadır. Bir ülkenin üretim gerçekliğinde temel öge olan işçinin bu ilişkide kendini tanıması, tanımlaması nihai değerlerinin temsil edildiği bir kuruluş aracılığıyla mümkün olacaktır. Sendikaya anayasada yazdığı gibi yalnızca “ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek” biçiminde sembiyotik bir hedefi göstermek bu yüzden yabancılaştırıcı, saptırıcı bir girişimdir. Kapitalist örgütlenmelerinin her türlü göreve çağrıldığı bir küreselkamusal alanda işçilere kendi işlerine bakmalarının öğütlenmesi utanılacak ve korkulacak bir durumdur. İşçi kuracağı ve kurumsallaştıracağı dayanışmasıyla toplumun doğaya ve emeğe yabancılaşmasına karşı bir güvence oluşturacaktır. Günümüz medyasıyla daha çok görmek, izlemek olanağına sahip olduğumuz bu yabancılaşma karşısında bugün her zamankinden daha çok çaresiz bir halde bulunuyoruz. Kapitalist zihniyetiyle bu duruma getirdiğimiz ülkelerimiz, yeryüzümüz onurlu bir varoluş umudunu besleyemeyecek bir aşamadadır. Üretim ahlakına yönelmek zamanıdır. Çoğulcu demokratik bir toplum yapısını arzularken işçi sendikalarının elini kolunu bağlamanın, ağzını kapatmanın o toplumu çoğulcu ve demokratik kılamayacağını bilmelidir. İşçinin sendikalaşma özgürlüğünde gelinen düzey toplumun çoğulculuğunun ve demokrasisinin de düzeyidir. İşverenlerin işçileri sendikasızlaştırma hilelerini anımsadığımızda bu düzeysizliğimizin başka bir kanıtını aramaya gerek yoktur. İşçiler sendikalılaşmalı, bu özgürlüklerini gerçekleştirmelidir. Onları kendi yazgılarına, ülkelerini onların bu yazgısına tutsak bırakmayacak kaldıraçlar bulmalıdır. Bu yazgı, pozitif hukukun yazdıklarıdır aynı zamanda. Belki ilk önce oradan başlamalıdır. Buradaki düşünceleri paylaşan her siyasi parti, çarşafa, türbana dolanmadan, işçiyi yeniden keşfedebilir, onun bu gücünü, sorumluluğunu paylaşarak, yasayla konmuş engelleri yıkmanın çalışmalarını başlatabilir. Önerim şudur: Sendikasız işçi çalıştırmak yasaklanmalıdır. Bu yasağın işçiye, “hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz” hükmüne dayanarak, Anayasa’ya aykırı bir yükümlülük getireceğini söyleyenler çıkacaktır. Oysa bu Anayasa hükmünün, işverenlerin ve sendika ağalarının dayatacağı despotizmi kırmak, sendikalaşmayı daha özgür kılmak için konmuş olduğunu söylemelidir. Getirilecek olan sendikasız işçi çalıştırma yasağının işçiyi asla mevcut ve belirli bir sendikaya üyeliğe zorlamayacağını, işçinin gerektiğinde kendi yeni sendikasını kurma özgürlüğüne sahip bulunduğunu, hatta bu özgürlük için bir olanak sunduğunu söyleyebilirim. İşçiyi sendikalaşma özgürlüğünde yalnız bırakan iktisadi liberal, bireyci anlayışın yerine bu anayasa hükmünde sosyal, dayanışmacı, özgürlükçü bir devlet ve sendikalaşma ruhunu, amacını okuyabiliriz. Yasalar yazıldığı gibi değil, okunduğu gibidir. CBT 1149/15 27 Mart 2009 Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bandrol alınması amacıyla hangi tarihte başvurulduğunun ve kitabın ne zaman basıldığının, • Tuzla Belediyesi’nce yayımlanmasından önce “sunuş” bölümünün kitapta bulunup bulunmadığının, • “Sunuş” bölümünün yazılması konusunda adı geçen ile yayınevi arasında bir sözleşme yapılıp yapılmadığının, • İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nce duruşma günü verilip verilmediğinin, öğrenilmesine karar verilmiştir. Bu karar üzerine, YÖK Başkanlığı’nca; 11.09.2008 gününde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, 16.09.2008 gününde de Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü ile Erkam Yayıncılığa yazılan yazılarla bilgi istenilmiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 18.12.2008 günlü yazısı ekinde, anılan kitabın bandrolünün 2007 yılı içinde verildiğine ilişkin “Bandrol Talep Formu ve Taahhütname” örneği gönderilmiş; Rektörlükçe gönderilen 25.12.2008 günlü yazıda, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan yazının gönderildiği güne kadar yanıt alınamadığı bildirilmiş; Erkam Yayıncılık tarafından yazılan 22.01.2009 günlü yazıda da, sunuş bölümünün yayınevince yazıldığı, bu konuda bir sözleşme
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle