05 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör Yüzyıla damgasını vuran araştırmalarda Aziz Sancar imzası Prof.Dr. Aziz Sancar’ın iki makalesi, saygın bilim dergisi Journal Of Biological Chemistry’nin 100.yılı için seçtiği “Klasik” makaleler arasında yer aldı. Saygın bilim dergisi Journal of Biological Chemistry (JBC) dergisi, 30 Ekim tarihli sayısında 1905 ile 2005 yılları arasındaki 100 yılda, biyokimya ve moleküler biyoloji dalına damgasını vuran “Klasik” makaleleri yeniden yayımlamaya başladı. Bunların arasında “DNA Onarım Mekanizmaları: Aziz Sancar’ın Çalışması” başlığı altında Prof.Dr. Aziz Sancar’ın iki makalesi yer alıyor. University of North Carolina Tıp Fakültesi Biyokimya ve Biyofizik Bölümü’nde Sarah Graham Kenan Profesörü ünvanına sahip olan Profesör Dr.Aziz Sancar, ayrıca Amerikan Bilimler Akademisi’nin üç Türk üyesinden biri. Bu iki makalenin önemi DNA onarımı ve vücudun biyolojik saatiyle ilgili çalışmalardan elde edilen bulguların ileri çalışmalara temel oluşturmalarından kaynaklanıyor. Mantıki şüphe, yani akla yatan şüphe, tüm bilimin temelidir. Şüphe etmezseniz bilim insanı olamazsınız. Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi kurulduğu günden beri, bu gerçeği okurlarına anlatmaya çalışırken birdenbire mantıki şüphe bambaşka bir yerden halkımızın gündemine düşüverdi: Albay Dursun Çiçek olayı. Mantıki Şüpheye (Reasonable Doubt) Yobazın Bakışı Ortaya çıkan ıslak imzalı belgeyi bazıları hemen tartışılmaz gerçek kabul etmeyi uygun bularak bunu kullanıp başta Sayın Genelkurmay Başkanımız olmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına ve hatta ülkemizin bu tek gerçek kurumunun manevi şahsiyetine karşı hücuma geçti. Şimdi size bir bilim insanın karşısına çıkan ‘veri’ karşısındaki tutumunu meşhur bir örnekle anlatayım. 1912 yılında İngiltere’de Piltdown mıcır ocağında bulunan bir kafatası Charles Dawson’un dikkatini çekmiş, o da British Museum (Natural History) jeoloji bölümü başkanı Arthur Smith Woodward’ı alarak ocağa gitmiş ve orada bir kaftası ile bir altçene kemiği bulmuşlardı. Yapılan incelemeler, kafatasının insana benzediğini, ancak beyin hacminin daha küçük olduğunu, altçenenin ise çok daha ilkel olduğunu ve maymuna yakın şekliyle sahibinin ilkelliğine işaret ettiğini gösterdi. Bu incelemeleri yapanlar o zaman dünyanın önde gelen paleontologlarındandı. Bulunan fosiller bilim dünyasının ve hele hele İngiliz bilimcilerin son derece «işine gelen» buluşlar olmalıydı. Darwin’in görüşleri müthiş bir tasdik buluyor, bilimin gücü bir kez daha kanıtlanıyordu. Ancak Londra cerrahları, fosillere bakınca, tatmin olmadılar çünkü kafatasını insan kafatasından ayıracak bir işaret bulamadıkları gibi, çenenin insana ait olmadığı kesindi. 1915 yılında Fransız paleontolgu Marcellin Boule, altçene kemiğinin bir maymuna ait olduğunu, bulunan fosilin tek bir canlıdan gelmiş olmasının mümkün olmadığını gösterdi. Her iki tarafın partizanları karşılıklı veriler yayınladı ama sonunda, 1953’te, Charles Dawson’un bir sahtekâr olduğu ortaya çıktı ve Piltdown kafatasının sahte bir fosil olduğu ispatlandı. Peki bu bilim insanları resmen işlerine yarayacak bir buluntunun üzerine niçin bu kadar gidip sonunda onun bir ahlâksızın işi olduğunu isbat ettiler? Darwin’e bir destek daha, iyi olmaz mıydı? İşte sevgili okurlarım, bilim insanıyla, uygar insanla, yobaz burada ayrılır: Bilim insanı gerçekten bilmek ister ve bilimin tek kaynağının kendi aklı ve gözlemleri olduğunun farkındadır. Yobaz ise inanmak ister. Onun aklı ve gözleri gerçeğe kapalıdır. Onun derdi inanmaktır. Ama inanmak istediği şey ne kadar zırva olursa olsun fark etmez. Yobaz inanmaya programlıdır. Onun şüphesi ve acabası yoktur. HasanÂli Yücel’in bir yazısında belirttiği gibi o acaba olmadan demokrat olmak, hatta insan olmak mümkün değildir. Birkaç günden beri akşam haberlerinde televizyonları seyrediyorum, sabaha karşı yorulunca da bazı tartışma programlarını. Orada görüyorum ki, bizim eski solcularla dinci takım arasında bir bilim insanı perspektifinden bakınca hiçbir fark yoktur. Her iki grup da inanmaya programlanmıştır. Ortaya çıkan bir belge onları ‘inandırmıştır’. Çünkü içlerine «asker kötüdür» programı yerleştirilmiştir. Gerçek onları ilgilendirmemektedir. Kendi akıllarındaki çarpık bir demokrasi şeması onların askere her ne pahasına olursa olsun tu kaka demelerini gerektirmektedir. Ortaya çıkmış olan belgenin mantiki şüphe uyandıracak bir yanı yok mudur? Bir cinayet araştırmasının ilk adımı «niyet» aramak, yani «bu cinayeti işlemek için kimin ne sebebi olabilir» sorusunu sormak değil midir? Sonra ilk şüpheli hemen suçlu mu ilan edilir? Biraz Agatha Christie okumuş olanlarımız, hatta biraz Komiser Colombo seyretmiş olanlarımız bilir, bazan suçlu hiç beklemediğiniz bir yerden ama en açık niyetin sahibi olarak çıkıverir. O suçluyu suçlu ilan edecek olan ise mantıki şüpheye artık yer bırakmayacak delillerin birikmiş olmasıdır. Türkiye’de körüklenmeye çalışılan ordu düşmanlığını büyük bir kaygıyla izliyorum ve bir detektif mantığı ile kendime şu soruyu soruyorum: Türkiye’ye fenalık etmek isteyenlerin ilk yapmaları gereken nedir? Cevap belli. Bu ülkenin tek sağlam kurumunu ortadan kaldırarak ülkenin dağıtılmaya hazır bir yığın haline gelmesini sağlamaktır. O zaman hedef bellidir: Türk Silahlı Kuvvetleri. Bu hedefe yönelik hücumlar son yedi yıldır giderek azan bir şiddet ve kesafete ulaşmıştır. Bunu görmeyip gündelik tekil olaylara takılmak bir bilim insanının değil ancak bir yobazın davranışı olabilir. 1. MAKALE: “Action Mechanism of Escherichia coli DNA Photolyase. III.Photolysis of the EnzymeSubstrate Complex and tha Absolute Action Spectrum” başlıklı makale JBC’nin 1987 yılındaki 262. sayısında yer almış. Sancar ve ekibi bu makalelerinde in vivo olarak yürüttükleri çalışmada, Escherichia coli’nin DNA fotoliyazının mutlak eylem spektrumunu nasıl belirlediklerini ve bu süreçte “kriptokrom” adını verdikleri enzimin oynadığı etkin rolü açıklıyor. Sancar TÜBA’da okunması için kaleme aldığı bir konuşmasında bu konuyu şöyle açıklıyor: “Fotoliyaz enzimi güneş ışığındaki morötesi ışınlar tarafından DNA'da oluşturulan timin dimer hasarlarını mavi ışık enerjisini kullanarak onarmaktadır. İnsanlarda fotoliyaz bulunmamakla birlikte ona çok benzeyen bir enzim keşfettik ve bitkilerde bulunan bir enzimden esinlenerek kriptokrom olarak isimlendirdik. Kriptokrom üzerindeki araştırmalarımızdan bu enzimin biyolojik saatin (circadian clock) dört temel enzimlerinden biri olduğu sonucuna vardık.” Bu makalenin kaleme alınmasından 18 yıl sonra Sancar fotoliyaz elektron transferini gözlemleyebildi. Bu da modelinin kanıtlanması anlamına geliyordu, 2. MAKALE: “Reconstitution of the Human DNA Repair Excision Nuclease in a Highly Defined System” başlıklı makale JBC’nin 1995 yılındaki 270. sayısında yer alan almıştı. Bu makale, Sancar’ın üzerinde çalıştığı iki önemli konudan biri olan onarım yöntemleri ve hücrenin DNA tahribine verdiği tepki ile ilgili. Prof. Sancar TÜBA’daki bir konuşmasında bu konuyu şöyle açıklıyor: “İnsan hücrelerinde, dış kimyasal ve fiziksel etkenler tarafından DNA moleküllerinde oluşturulan hasarları onararak mutasyon ve dolayısıyla kanser oluşmasını önleyen enzimler bulunmaktadır. Bu onarım mekanizmasına rağmen insanlarda görülen kanserlerin %90'ı çevresel etkenlerin oluşturduğu DNA hasarlarından kaynaklanmaktadır. Laboratuvarımızda başlıca, nükleotid kesimonarım mekanizmasında rol oynayan enzimler ve fotoliyaz enzimi üzerinde çalışılmaktadır. Nükleotid kesimonarım mekanizmasında, hasara uğramış DNA kısmı kesilip atıldıktan sonra diğer zincirin kalıp olarak kullanılmasıyla hasarsız DNA zinciri tekrar sentezlenir.” AZİZ SANCAR’IN YAŞAM ÖYKÜSÜ Aziz Sancar 1946 yılında Mardin’in Savur ilçesinde, kendi deyimi ile “okuma yazma bilmeyen”, ancak eğitime büyük önem veren bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Sancar, ailesinin beklentilerini boşa çıkartmadı ve üniversiteye kadar olan eğitimini başarıyla tamamladı. 1963 yılında İstanbul Tıp Fakültesine girdi. 2.sınıfta aldığı biyokimya dersinin etkisiyle biyokimya dalında araştırmacı olmaya karar verdi. Ancak bu arzusunu biyokimya profesörüne açtığı zaman, hocası her şeyden önce tıp alanında pratik yapmasını önerdi. Bu öğüdü tutan Sancar doğduğu ilçe olan Savur’da iki yıl doktorluk yaptı. 1973 yılında ABD’ye giderek Dallas’taki Texas Üniversitesi’nde moleküler biyoloji bölümünde Claud Rupert ile çalışmaya başladı. Sancar Türkiye’de iken fotoreaktivasyon konusuna ilgi duymaya başlamıştı. Fotoreaktivasyon, morötesi ışığından zarar gören DNA’nın daha uzun dalgaboyuna sahip mavi ışık ile onarılması işlemidir. 1977 yılında doktorasını başarıyla veren Sancar, DNA onarımı üzerindeki çalışmalarına devam etmek için üç laboratuara başvurdu. Bu üç laboratuar da kendisini reddetti. Ancak Yale Üniversitesi’nde Dan Rupp’un onarım genlerinin klonlanması konusuna ilgi duyduğunu öğrendi. Ne var ki Rupp’un doktorasını tamamlamış birine değil, teknisyene ihtiyacı vardı. Sancar bu göreve talip oldu ve laboratuarda çalışmaya başladı. 1982 yılında Yale’i bırakarak University of North Carolina ‘da (UNC) biyokimya profesörü olarak çalışmaya başladı. Burada da fotoliyaz üzerindeki çalışmalarına devam etti ve bu enzimin iki kromofor içerdiğini ortaya koydu. Sancar şu anda UNC’de Biyokimya ve Biyofizik Bölümü’nde Sarah Graham Kenan Profesörü olarak çalışmalarına devam ediyor. Aziz Sancar 300’e yakın makalesine onikibinden fazla atıf yapılmıştır. 2005 yılında Amerikan Bilimler Akademisi’ne, 2006 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne Asli Üye olarak seçilmiştir. CBT 1181/ 5 6 Kasım 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle