02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

YÖK ve Doçentlik Sınav Yönetmelikleri Üzerine... YÖK yasasının akademik atamalara/yükseltmelere dair maddelerinde değişiklikler yapıldı. Bunlardan biri, 2009 ve sonrası başvurular için uygulanacak olan, yeni bir doçentlik sınav yönetmeliğinin YÖK tarafından hazırlanacağı. CBT’nin 19 Aralık 2008 tarihli sayısında Prof. Dr. Metin Balcı, sürecin iflas etmiş bir sistem olduğu görüşünde. Kanımca sorun sistemde değil insanımızda, uygulamalarda. Prof. Dr. Levent Sevgi, Doğuş Üniversitesi, Elektronik ve Haberleşme Müh., [email protected] Birinci yönetmelik: YÖK döneminde 1983’te yürürlüğe konan ilk yönetmelikte Doçent unvanı alabilmenin ön koşulu olarak sadece "bilimsel ve orijinal yay n yapmak" gibi genel/evrensel bir kural getirildi. Bu koşulu sağlayan adaylar Üniversitelerarası Kurul’un (ÜAK) kurduğu jürilerce yapılan sözlü sınavları başarmaları durumunda unvan sahibi olmaktaydı. Bu yönetmelik, jürilerin nesnel ve evrensel değerlendirme yapabilecek üyelerden oluşacağı varsay m na dayanmaktaydı ki bunun doğru olmadığı yaşanarak görüldü. Yaklaşık 20 yıllık süreçte farklı jüriler farklı kararlar verdiği gibi, aynı jüriler de benzer kriterlere sahip adaylara farklı davranabildi. Saygın endekslere giren dergilerde eserleri olan adaylar bazı jürilerce elenirken, hiçbir endekse girmemiş neredeyse popüler bilim yazılarına sahip adaylar ise bazen aynı, bazen farklı jürilerce yeterli bulunabildi. Bir jüri "Niçin ngilizce eserin yok" diye adayı geri çevirirken, bir başka jüri "Niçin hiç Türkçe eserin yok" diye aday eleyebildi. Birçok jüri üyesinden bile daha çok eseri olan adayların çalışmaları bilimsel ve orijinal bulunmadı, geri çevrildi. kinci yönetmelik: Artan eleştiriler ve adaylara karşı kaybedilen davalar sonunda Eylül 2000’de yeni bir yönetmelik getirildi; ancak bu yönetmelik de süreç içerisinde 2002, 2003 ve 2005’te değişikliklere uğradı. Bu ikinci yönetmelik gerek jüri oluşumu gerekse adayların eserleriyle ilgili, kanımca iyi düşünülmüş, kriterler getirdi ve başlangıçta bu koşullar özenle uygulandı. Birincisi, jüri üyelerinin yeterli üretkenliğe sahip profesörler arasından seçilmesi kuralı kondu (bu koşul bir iki sene içerisinde delindi). kincisi, başvurular etik aç dan incelenmeye başlandı (etik ihlallerde artışın bir göstergesi). Üçüncüsü ve en önemlisi, bir adayın sözlü sınava girebilmesi için asgari ko ullar kondu ve ba l ca eser zorunluluu getirildi. Adayın şu yayınları başlıca eser sayılmaktaydı: 1.Tek yazarlı, 2.Y. Lisans/Doktora öğrencileriyle birlikte yayımlananlar, 3.Yürütücüsü aday olan bir projeden çıkan çok yazarlı eserler. Bunlar, iyi düşünülmüş, “e de er” ve hepsi de adayın tek ba na ara t rma yapabilme/yönetebilme olgunluğunu sınamaya yönelik koşullardı. İkinci madde adaya öğrencileriyle birlikte çalışma, makalelerde akademik kaygı olmadan öğrencilerinin isimlerini öne koyabilme özgürlüğünü tanıyordu. Üçüncü madde ise son dönemlerde yayın sayısının artmasına karşın bilimsel çalışmaların genelde ses getirmeyen ve uygulamadan kopuk olmak gibi kaygıları/eleştirileri gidermek üzere konmuş akılcı bir koşuldu. Ancak, akademik toplum olarak seviyemiz şark kurnazlığımızla birleşince, uygulamada çok kısa sürede çok ciddi sorunlar yaşandı, hatalar yapıldı. İlk önce 3. madde, net bir proje tanımı yapılmadığından iyi düşünülmüş olmasına karşın, suland r ld . Birçok başvuruya eklenen ve adayın ve/veya meslektaşlarının yazdığı " u projede yürütücü u görünüyor ancak as l yürütücü budur” benzeri mektuplar yer almaya başlayınca ÜAK 3. maddeyi kısa süre sonra önce askıya almak, 2006 yılından sonra da tümden kaldırmak zorunda kaldı. Ardından 2. madde delindi. Çok yazarlı başlıca eserlerde aday ve öğrencilerinin isimlerinin olması gerek ve yeter ko ul iken, bazı jüriler tarafından sanki sadece gerek ko ulmu gibi yorumlandı. Böylece, aday ve öğrencileri yanında başka akademisyen isimlerinin de yer aldığı ortak eserler başlıca eser kapsamına alınarak, birçok adaya asgari koşulları sağlamadan doçent unvanı verildi. Üstelik bu tip başvurularda, diğer akademisyenlerin, “söz konusu çal mada katk lar olmad na ve sadece birkaç konuda bilgilerine ba vuruldu una” dair imzalı beyannameleri de yer alabildi. Böyle bir durum ise açıkça etik kaygılar içermekteydi. Çünkü, böyle bir beyanname doğruysa yapılması gereken eserlerin sonunda katkısı olan bu akademisyenlere teşekkür etmektir. Sadece bilgisine başvurulan bir kişinin isminin eserlerde yazar olarak yer alması Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) Ağustos 2002 basımı Bilimsel Ara t rmada Etik ve Sorunlar kitabında (bkz. Sayfa 2627) belirtildiği gibi “arma an yazarl k” ya da “k yak yazarl k” kapsamına girmekte. Nasıl Bilgisi Cihat Uysal, Mimar Y. Müh., [email protected] Ü lkemizde yaşam, hayat bilgisi, tabiat bilgisi, yurttaşlık bilgisi, tarih bilgisi, din bilgisi gibi bir çeşit topluma hazırlık ve ön biçimlendirme diyebileceğimiz konularda verilen eğitim ile başlar. Bir işe yarar mı, bilemiyorum. Toplumumuzda gelenek ve görenek yapısına boyun eğmek, baskın çıktı. Hiç eğitim görmeyen insanların çok olması, bu oluşumu besliyor. Kişi başına ortalama eğitimin 4 yıl kadar olması da bunun bir başka göstergesi. Sanayi Devrimi’ni yaşayan toplumlarda bu sürecin aşılması, fen bilimlerinin desteğiyle üretimin bambaşka bir biçimde öne çıkmasıyla gerçekleşti. Yaşam ve üretime getirdiği yenilik ve kolaylıklar, bu sürecin kendi ön biçimlendirme koşullarını hazırladı. Bu süreci yaşayan toplumlarda yeni bilgi demetleri eğitimin konuları olmaya başladı. Ülkemiz gibi bu süreci toplumsal yapısında oluşturamamış toplumlarda ise, bu konu büyük zorlamalar ile ortaya çıkıyor. Bugün artık yaşamın her alanı fen bilimlerinin egemenliğine girdi, sayısallaştı. Bunun insan yaşamında olumlu ve olumsuz çok ciddi sonuçlarını yaşıyoruz. Yaşadıklarımız her alanda yeniden irdelenmeye, anlaşılmaya çalışılıyor. Son kriz, bütün bu anlama sürecini hızlandıracağa benzer. Çünkü, insanoğlu yeryüzünde oluşan ve de daha önce benzeri yaşanmamış bir durum ile karşı karşıya. Büyük acı ve yıkımlar ile dolu zor bir sınav bekliyor insanlığı. Bakalım genlerimizdeki birikim, bizde kalan insancıl kırıntılar ne beceri gösterecek. Birileri Hitler’in bayra n mı ele alacak? Yoksa, benzeri duyarlılıkların öncüleri yeşiller, çevreciler ve insanoğlunun örgütlenememiş büyük bir kesimi ile toplumlar yeni bir süreci mi başlatacak? SERMAYE YÖNETEMED Sanayi Devrimi’nin mirasını nasıl değerlendireceğiz. Çünkü, o süreç insanoğluna büyük ümitler vermişti. Dünya savaşları, bu sürecin sermaye tarafından yanlış bir yola girmesine yol açmıştı. Küreselleşme de bu süreci yerel savaşlarla gerçekleştirmeye çalıştı. Sonuçta, başını Batı’nın çektiği kervan yolda kaldı, hem de bütün insanlığı peşine takarak. Bunca yaşanandan yeni bir sürecin çıkması gerektiğini, bunu da bizi bugüne sürükleyen koşulların alt yapısının bize sağlayabileceğini düşünüyorum. Sanayi Devrimi’nin direksiyonunda sermaye olunca, bu birikimin hukuku da ona göre biçimlendi. Üretim kapasitesinin artması, üretim yerlerinin büyümesi, genişlemesi, yeni üretim tekniklerinin doğması ve ürünün pazarlanması dünyada yeni bir düzenin altyapısının kurulmasına neden oldu. Teknik bilgi, onun gerektirdiği teknoloji bilgisi, deneyim birikimi yeni hukukun koruyucu kanatları altına alındı. Bu sürecin sonunda, insanoğlu knowhow kavramı ile tanıştı. Günümüzde knowhow sahipliği, rekabet gücünü arttıran karakteri ile alınıp satılan bir kavram haline geldi. Bu bilgilerin korunması da patentle gerçekleştiriliyor. Hayat Bilgisi ile başlayan yaşamımız, bilginin sermaye tarafından özelleştirilmesini paylaşımcı, insancıl bir anlayışa, knowhow bilgisini nas l bilgisine dönüştürmek gerek. Özetle, sermayenin ehlileşmesi gerek. Öyle ya, Sanayi Devrimi eğik düzlemi, tekerleği, merceği, pusulayı kısıtsız kullanma hakkını kendinde görürken, sermaye, böyle bir dönüşüm borcu olduğunu düşünmeli. SONUÇ ÜAK’nin her iki yönetmeliği de iyi hazırlanmış ve kendi içerisinde tutarlı/mantıklı kurallar içermekteydi. Ancak, akademisyenlerin ortalamada oldukça düşük yayın/eser seviyeleri, bize özgü ark kurnazl ile birleşince, sürecin sulandırılması kaçınılmaz oldu. Bu kez YÖK’ün hazırlayacağı yeni yönetmeliğin nasıl olacağı, neler getireceği bilinmiyor. Henüz görüşlere açılan bir taslak da yok (olmalı mı, o da ayrı bir tartışma konusu). Haziran 2008’de getirilen değişikliklerden birisi de atama ve yükseltmelerde üniversitelerin, objektif ve denetlenebilir nitelikte olmak koşuluyla ek kriterler koyabilmesine olanak sağlamasıdır. Bu, uluslararası hedefleri olan üniversitelerin kendi çıtalarını yüksek tutarak kadrolarını güçlendirebilmelerine olanak sağlasa da, bir ikisi dışında özellikle devlet üniversitelerinin ve ilgili kamu/araştırma kurumlarının kolay unvanlarla hızla yükselmiş akademisyenlerle doldurulması tehlikesine de açık. Şimdilik, YÖK’ün bu hususları göz önüne alacağını, getireceği koşulların “bilimsel kaliteyi artt rmak amac na yönelik olarak, bilim disiplinleri aras ndaki farkl l klar da göz önünde bulundurarak, objektif ve denetlenebilir nitelikte” olmasını sağlayacağını ve çıtayı uluslararası seviyelere yükselteceğini ummaktan ve beklemekten başka yapılabilecek bir şey yok gibi... CBT 1138 / 14 9 Ocak 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle