24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 12 EYLÜL 2019 PERŞEMBE EDİTÖR: HAKAN AKARSU TASARIM: SERPİL ÜNAY HABER Ayrıntılar Meral Akşener’in eli! “12Eylül” bu ülkede darbenin adıdır. Aydınlanmaya, uygarlığa, devrimciliğe karşı yapılan ABD’ci darbenin adı. Ordu, TÜSİAD, milliyetçiler kol kola girip yıktılar Cumhuriyeti. Komünizm korkusu nasıl esir almışsa hepsini, uzlaşıverdiler. Sonra da birbirlerini kazıkladılar. Şimdi ekranda darbe mağduru olduğunu iddia eden ülkücülere anımsatmak gerek; “Siz devletle iş gördüğünüz halde kenara atıldığınız için kızgınsınız! Fikriniz iktidardı, bazılarınız mahpustaydı!” Yani devrimcilerle durumlarının eşitlenmesi mümkün değildir. 12 Eylül 1980 devrimcilere yapılmış darbedir! Darbeyi 12 Eylül 2010’da nihai sonuca ulaştırdılar. Bu kez kadroya İslamcılar (Fethullah ve ekibi önde), liberalsolcular ve has liberaller de eklendi. Sözüm ona “vesayet” düzenini ortadan kaldırmak için referandum yapılıyordu.  Okuduğunu anlayan herkesin gördüğünü, bu cin fikirli “demokratlar(!)” anlayamadı. Sonuç “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” denen ucube doğdu. Hepsi “kullanışlı aptallar” ve “kandırılanlar” olarak tarihte yerlerini aldı. Dedim ya, önce olanın tarifini doğru yapmak gerek. Özal meselesi Benim “YeniÖzalcılık” dediğim sürece girdik. Bir ucundan Babacan tutuyor, Davutoğlu yer bulmaya çalışıyor kendine, yine liberaller işin içinde, bir yandan farklı İslamcı gruplar, bölünmüş ülkücüler, soldan devşirilenler, kafası karışık Kemalistlerden birkaç uygun isim, Kürtlerden fırsatçılık yapmaya çalışan bir ekip falan. Bulamaç yani. Uzlaşı nerde? Kimse piyasa ekonomisine hayır demeyecek, hepsi imanlı ABD’ci olacak, bolca dincilik yapılarak cehalet kutsanacak falan filan. ÖzalEvren çizgisi buydu. RTE çizgisi de bu. Sırada bu ekip var anlaşılan! Siyasilerin herkesle kucaklaşma sevdasından hoşlanmıyorum. Bu tür popülizm ilk bakışta sevimli görünmesine karşın tehlikelidir. Herkesi memnun etmek mümkün değildir. Gerekli de değildir. Şimdi saraya davet var, belediye başkanları başlarına iş gelmesin diye gidecekler. Güzel de “korkunun ecele faydası olmadığını” bilmezler mi? Mesela şu olasılık hiç mi akla düşmez: “Demokrasi Bildirgesi” yayımlasalar, burada “kayyım” vurgusu yapsalar, olmaz mı? Barolar gibi bir tutum takınmak güç mü? İlla gideceklerse de saraya, hiç değilse kamuya bir duyuru yapıp ne düşündüklerini söyleseler, hayalcilik midir bu? “Sayın cumhurbaşkanı ile şehrimizin sorunlarını konuşup, çözüm arayacağız” söylemi gerçekçi değildir. Adam senin varlığını tanımıyor, sen hâlâ masal anlatıyorsun, olmaz! Sağcılık alışkanlıkları! 30 Ağustos günü Akşener dahil tüm sağcılar saraydaydı. RTE’nin elini sıkarken görüntüsü aklıma kazındı Meral Hanım’ın. Salı kürsülerinde, meydanlarda ağzına geleni söyleyenlerin, yalandan tebessüm edip, birbirleriyle tokalaşmaları canımı sıkar. Bu öteden beri böyledir. Toplum ikiyüzlülüğü bilir, itiraz etmez. Dedim ki kendi kendime “genel geçer sıradan bir sahne.” Meğer öyle değilmiş. Bir iki gün sonra, aynı Akşener, bu kez Bilal Erdoğan’ın ayağına kadar gidip elini sıktı. Biri cumhurbaşkanı anladık, öteki kim peki? Akşener’in eli ideolojiktir. Kime, ne zaman uzatıldığına dikkat etmek gerekir.  Darbeye direniş gösteren İstanbul Baro Başkanı Apaydın nedeniyle baro kapatılmıştı 39 yıllık utanç mührüAyrıntılar Ayrıntılar 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında dönemin İstanbul Baro Başkanı Orhan Apaydın’ın cunta yönetiminin hukuksuzluklarına karşı gösterdiği di reniş nedeniyle baro mühürlendi. O mühür, İstanbul Barosu binasının giri şinde utanç vesikası olarak sergileniyor. Apaydın’ın darbe yönetimine karşı verdiği hukuk mücadelesi nin ders niteliği taşıdığını leyla kılıç söyleyen İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğ lu, “Darbe yönetimi İstan bul Barosu’nun kapısını mühürlediğin de sandı ki baroyu ve avukatları sustu racak. Öyle olmadı. Avukatlar da ken di barolarının kapanmış olmasına rağ men mücadeleyi hiçbir zaman bırakmadılar. Prangalar ve darbeler bizi susturamaz” dedi. 12 Eylül 1980 darbesinin ardın dan İstanbul Barosu’nun kapısına cunta yönetimi tarafından kilit vuruldu. O yıllarda darbe yönetiminin başlattığı soruşturma ile Barış Derneği Davası adı altında Orhan Apaydın tutuklandı. Hasta olan Apaydın, kendisine vurulmak istenen prangayı reddettiği için tedavi olmadı ve 1 Mart 1986’da yaşamını yitirdi. O dönem baronun kapısına vurulan mühür ise Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bulunan İstanbul Barosu’nda sergilemeye devam ediyor. İstanbul Barosu’na mühür vuran cunta yönetiminin, avukatların hukuk mücadelesi vermesine engel olamadığını belirten Mehmet Durakoğlu, “Orhan Apaydın, darbe hukukuna karşı direndi. Bu direnişinin sonuçlarından biri 12 Eylül’ün üzerinden 39 yıl geçti. Darbeciler hesap vermeden öldü 650 bin gözaltı, 50 idam Türk demokrasi tarihine “kara bir leke” olarak geçen 12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden 39 yıl geçti. Darbe sürecinde 650 bin kişi gözaltına alındı, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 binden fazla kişi için de idam cezası istendi. 517 kişinin “ölüm cezasına” çarptırıldığı süreçte, 50 kişi idam edildi. Darbeci Kenan Evren’in yaşı büyütülerek idam edilen 17 yaşındaki Erdal Eren için söylediği “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü ise hafızalara kazandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Ali Tahsin Şahinkaya, 2012 yılında yargı önüne çıkarıldı. Evren ve Şahinkaya hakkında, Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, önce müebbet hapis cezası verildi. Yargıtay incelemesi sürerken sanıkların ölmesiyle dava düşürüldü. Binlerce kişiyi işkenceden geçiren, onlarca kişiyi katleden, işkence emri veren diğer sorumlulardan ise hesap sorulmadı. Süleyman Demirel’in Başbakanı olduğu hükümetin görevden alındığı darbe sürecinde, TBMM lağvedildi. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı askeri dö nem başladı. Siyasi partileri de lağveden askeri yönetim, Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit’i Hamzakoy’a, Necmettin Erbakan ile Alparslan Türkeş’i ise Uzunada’ya sürgüne göndererek, siyasi yasaklar getirdi. İşkence merkezleri Ülke yönetimine el koyan faşist cunta, tüm yurtta sıkıyönetim ilan etti. 650 bin kişi gözaltına alındı. Gözaltı merkezleri ve cezaevleri, işkence merkezleri haline dönüştürüldü. 171 kişi işkenceyle öldürüldü. 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevlerinde yaşamını yitirdi. En yoğun işkencelerin uygulandığı yer, 34 tutuklunun öldürüldüğü Diyarbakır Cezaevi oldu. Darbenin ardından 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Askeri mahkemelerde açılan 210 bin davada, 230 bin kişi yargılandı. 98 binden fazla insan, “örgüt üyesi” olmakla suçlandı. 6 bin 353 kişinin idamı istendi. 50 kişi idam edildi. 1402 Sayılı Sıkıyönetim Kanunu uyarınca, 14 bin 509 kamu görevlisi işten atıldı. 18 bin memur, 2 bin yargıç, savcı, 4 bin polis, 2 bin subayastsubal, 5 bin öğretmen istifaya zorlandı. 23 bin 667 dernek etkinlikten alıkonuldu. Siyasi partiler, sendikalar kapatıldı. 30 bin kişi Türkiye’yi terk etmek zorunda bıra kıldı. Yılmaz Güney’in 114 filmi olmak üzere, toplam 937 film yasaklandı. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün süreyle yayın yapamadı. 30 ton dergi ve gazete imha edildi. Eren idam edildi Darbeden sonra ilk idamlar, 9 Ekim 1980 tarihinde gerçekleşti. İlk olarak sol görüşlü Necdet Adalı, ardından ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu idam edildi. Darbe öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen 17 yaşındaki Erdal Eren, 19 Mart 1980’de idama mahkum edildi. Eren’in idam kararı, Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmesine rağmen, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan kararla ve yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Ulucanlar Cezaevi’nde infaz edildi. Türkiye, gözaltında kayıp gerçeğiyle de 1980 sonrasında karşılaştı. 19801990 arasında İstanbul, Ankara, Bingöl, Siirt, Kars, Siverek ve Hakkari’den, Hüseyin Morsümbül, Hayrettin Eren, Mahmut Kaya, Nurettin Yedigöl, Zeki Altunbaş, Süleyman Cihan, Veysel Güney, Nurettin Öztürk ve Maksut Tepeli’nin de aralarında bulunduğu 12 insan gözaltında kaybedildi. si de bir süre sonra darbe yönetiminin gelip İstanbul Barosu’nun kapısını mühürlemesi oldu. Çok açık bir biçimde Türkiye’deki tüm avukatlar gibi İstanbul’daki avukatlar da kendi barolarının kapanmış olmasına rağmen mücadeleyi hiçbir zaman bırakmadılar” dedi. ‘Büyük kaybımız Apaydın’ Orhan Apaydın’ın, İstanbul Barosu ve hukuk için verdiği mücadeleyi anlatan İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu, “İstanbul Barosu’nun o dönemdeki başkanı Orhan Apaydın, tam anlamıyla insan hakları mücadelesi veren biriydi. Barış Derneği davasıyla Apaydın tutuklandı. Hapishaneye atıldı. Özellikle de insan hakları mücadelesi verdiği bir aşamada kendisine sevk zinciri yani prangaya vurulmasına izin vermedi. Çünkü, tutuklu da hükümlü de olsa insanların prangaya vurulmasına karşıydı ve kendisi de bu nedenle tedaviyi reddetti. Ağır sağlık sorunları sürdüğü için Apaydın yurtdışına çıkışı yasaklanarak tahliye edildi. Daha sonra Orhan Apaydın’ı kaybettik. Apaydın insan hakları mücadelesi sırasında darbe hukukunun oluşmamasına yönelik bir mücadele nedeniyle hayatını kaybetti. Bizim için bu dönemin en büyük kaybı da bu oldu” diye konuştu. 12 Eylül darbe döneminin İstanbul Barosu ve avukatlar açısından hukuk mücadelesinin nasıl verileceğine ilişkin ders niteliği taşıdığını kaydeden Durakoğlu, “Bizim ülkemizde belli zamanlarda olan darbeler, kendi içlerinde bir de darbe hukuku yarattılar. Bunu daha evvel bütün darbelerin olduğu dönemlerde de gördük. 12 Eylül 1980’de de gelen cunta yönetimi de kendi hukukunu yaratmıştı. Dünyanın her yerinde olduğu yaratılan bu hukuk önce avukatları karşılarına almayı gerektirdi. Bu bize baroculuğun tarihimizde öğrettiği en temel olgulardan birisi. 12 Eylül darbesinde de haksızlık ve hukuksuzluklara ilk karşı duranlar yine avukatlardı” ifadelerini kullandı. l İSTANBUL NE OLMUŞTU? 12 Eylül’ün getirdiği hukuksuzluklara karşı durmak için verdiği mücadelede avukatlık görevinden uzaklaştırılmak amacıyla Orhan Apaydın hakkında, yazarlar sendikası yöneticiliği sırasındaki faaliyetlerinden dolayı dava açıldı. Ancak bu dava beraatla sonuçlandı. Sonrasında, Barış Derneği yönetim kurulu üyesi olduğu dönemde tutuklandı ve 12 Eylül dönemini cezaevinde geçirdi. Tutuklandığında, Avrupa Konseyi parlamenterler asamblesi bir tavsiye kararı alarak serbest bırakılmasını istemişti. Paris Barosu da aynı amaçla Türkiye’ye başvurmuş, avukatlar gönderip duruşmaları takip ettirmişti. Yargılaması sürerken, Adalet Bakanlığı avukatlık yasasında bir değişiklik yaparak Apaydın’ı görevinden aldı. Oysa bu sırada Dünya Barolar Birliği Başkan Vekilliği görevini sürdürmeye devam etmekteydi. Barış Derneği davası sırasında ağır sağlık sorunları ile de savaşan Orhan Apaydın, tutuklu olduğu dönemde sevk zincirine karşı çıkarak hastaneye gitmeyi reddettiği için böbrek yetmezliğinden 1 Mart 1986’da yaşamını yitirdi. Dava ise 21 Nisan 1991’de tüm sanıkların beraatıyla sona erdi. İradesi kırılmış bir toplum hedefi ve 12 Eylül darbesi CELALETTİN CAN 78’liler Derneği Başkanı Darbecilerin temel amacı demokratik bir şal altında darbe rejimini kurumsallaştırmaktı. Kısacası bir “Ulusal Güvenlik Devleti” olmaktı. Bunu bir bakıma başardılar. Demokrasi ve özgürlük fikirlerinin geliştiği 70’li yıllarda toplumun bir kesimini “iç düşman” kabul ettiler. Tek boyutlu bir kimlik dayattılar. Kendi toplumsal ve kültürel kimliklerini savunan farklı kesimler cezalandırdılar. Milliyetçiİslamcı görüşlerin önünü açtılar. Pentagon’un Ulusal Güvenlik Devleti, Türkiye’deki derin tarihsel köklere sahip tutucu, bürokratik, milliyetçi devlet geleneği ile örtüştü. Aslında böyle bir doktrin olmasa da Türkiye’deki sistem bunu yaratacak tarihsel ve toplumsal potansiyele fazlasıyla sahipti. Onlara göre, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya inşa etmeye çalışan gençler, partililer, dernek mensupları birer kanser hücresiydi. Neşter vurulmalıydı. Etnik temizlik yapar gibi, toplumsal temizlik yapılabilirdi. Bu temizliğin asıl hedefi olan toplumu, öncülerinden, aydınlarından arındırma ve istedikleri “köle kişiliğini” vermekti. Bu amaçla cezaevleri, toplumun ileri kesimlerini düşmanın arka bahçesi olarak gören yaklaşımların deney alanı yapıldı. Yüz binlerce siyasi tutuklu bu deneyin kobayları olarak görüldü. 1976 Arjantin darbesi, tüm dünyada “kayıplar” olgusunu hayata geçirirken, aynı yolu 12 Eylül darbecileri de izledi. Darbeciler, ırkçı Güney Afrika’dan da, 90 gün hâkim önüne çıkmadan gözaltı uygulamasını ithal etti. Tutukluluk hücreleri, Gestapo sorgu merkezlerinden, askeri cezaevleri ise, Nazi toplama kamplarında farksızdı. Darbecilerin projesi sadece siyasi değil, ekonomik, toplumsal ve kültürel bir projeydi. Daha eşitlikçi, insani, dayanışmaya dayalı değerlerin yerine, benmerkezci ve ekonomik çıkarlara dayalı bir değerler sistemi konuldu. Yeni bir insan tipi geliştirildive topluma “başarı” örneği olarak sunuldu. Tek ölçünün para oluşu, Türkiye’yi kara para cennetine dönüştürdü. Klasik kapitalizmin üretime yönelik yapılanması gözden düştü. Para ile para kazanmak varken, üretim gibi zor ve sorunlu işlerle uğraşmaya gerek kalmıyordu. Böylece üretken toplum anlayışı yerine, tüketici toplum anlayışı geçti. Bu anlayış, sadece toplumun varlıklı kesimlerini değil, giderek yoksul kesimlerini de etkisi altına aldı; sömürü tüketime kaydı. 12 Eylül sonrası gençlik ise, bu değerlerin kuşatması altında yetişti. Darbeciler ekonomik gelişmeye katkı olarak sunulan yüksek faizli dış kredileri, yolsuzlukları, denetimsiz devlet erki aracılığıyla pastadan pay kapmayı, bir kural haline getirdi. Siyaset yapma ile çıkar sarmalları iç içe geçti. Hiçbir siyasal parti buna karşı direnmedi. Siyaset çürüdü. Çürüyen siyaset, 12 Eylül’ün otoriter, denetim dışı yapılanmasına daha da sarıl masını getirdi. Çürüme, sonunda tüm kurumları sarmalı içine aldı. Yozlaşma sınırı tanımayan böyle bir kültüre karşı, toplumun bazı kesimleri, solun bastırıldığı bir ortamda, muhalif seçenek olarak dinci düşüncelere daha fazla sarıldı. Siyasal alanda yurttaşlık bilincini dışlayan 12 Eylül rejimi, sendikaları kapattı. Emekçileri örgütsüzleştirdi, Emekçiler adeta kölelik ücretine razı edildi. Çünkü 12 Eylül topluma bir deli gömleği giydirme operasyonu ve yeni sağın neoliberal politikalarını hayata geçirme aracıydı. Sivil/demokratik rejime geçilmedi 1983’te yapılan sözde bağımsız ve serbest seçimlerden sonra oluşan “sivil! hükümetler”, Milli Güvenlik Rejimi çerçevesinde iktidarı darbe rejimiyle bölüşmeye razı oldular. Sivil yönetimler MGK’nin sistem içinde oynadığı role hiç itiraz etmemekle, Hükümet ortağı konumuna getirilen yeni durumunu meşrulaştırdılar. Böylece 12 Eylül rejiminin kalıcılaşmasına en büyük katkıyı sundular. Darbecilerin halkın ilerici kesimlerine ve muhalefete karşı uyguladığı ölçüsüz şiddetin yanıtı, 1984’ten sonra patlak veren “Kürt savaşı” oldu. Kimilerine göre bu savaşın ana kaynağı darbeden sonra inanılmaz vahşetin uygulandığı Diyarbakır cezaeviydi. Mamak, Metris ve Türkiye’nin her yanına yayılan sayısız askeri cezaevinde inanılmaz bir şiddet uygulandı. Bunlar kayda bile geçmedi. Toplumun her kesiminin payını aldığı bu resmi şiddet dalgasına karşı toplumsal muhalefetin bir direniş ve dayanışma hattı oluşturamama zafiyeti sonunda, sahneye itaatkâr, sessiz her şeyi kabul etmeye hazır bir toplum modeli çıktı. Bu tablo, sözde sivil yönetime geçildikten sonra da kırılamadı. Muhalif kesimlerin parça parça, birbirinden bağımsız olarak geliştirmeye çalıştıkları yeni örgütlülükler ise, ölçüsüz ve yok edici şiddet ile karşılaştı. Cunta anayasası Darbeciler toplumsal muhalefete karşı her türlü önlemi alarak, en tutucu ve militer hukukçularına dünyanın en otoriter ve anti demokratik anayasasını hazırlattılar. Yüzlerce yasa, binlerce kanun ve yönetmelik buna göre düzenlendi. Darbeciler Türkiye’yi hedef aldığı “Avrupa tipi demokrasi” yolundan saptırarak, ABD’nin arka bahçesi olan bir dizi ülke arasına kattı. Solu ülkenin siyasal gündeminden düşürdü. Solun olmadığı bir ülkede demokrasi sağlıklı ve işleyen bir demokrasi olamazdı. Sol en azından toplumun vicdanıydı. Solun zayıf düştüğü bir toplumda vicdan problemi yaşanırdı… Siyasal İslamın önünü darbeciler açtı Siyasal İslamın önü zaten 1980’li yılların başında Sovyet sistemini kuşatma stra tejisini uygulayan ABD tarafından açılmıştı. 12 Eylül cuntası ise, tüm modernist ve “Atatürkçü” söylemine karşın, gerçekte ABD’nin “Yeşil Kuşak” politikasına eklemlenerek, “Türkİslam sentezi” ismi verilen ve özünde milliyetçi ve İslamcı bir dokuya sahip ideolojiyi bütün topluma dayattı. Artık, rejim cumhuriyetçi, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti değildi. Türkçü ve İslamcıydı.. Darbeciler yargılansın! “Demokrasiyi koruma” adına yapılan darbelerden hiçbir zaman güçlü bir demokrasi doğmamıştır. Türkiye bu konuda bir istisna olmamıştır. 12 Eylülcülerin yargılanmayışı, bu coğrafyada insanlığa karşı işlenmiş suçların yargılanmayışının da sonuçlarından biri oldu. 12 Mart’ın yargılanmayışının sonucu, 12 Eylül’ün yargılanmaması oldu. 12 Eylül’ün yargılanmayışının ürünü ise 15 Temmuz darbe girişimi ve tekçi rejimin OHAL ve KHK’ler üzerinde inşa edilmesi oldu. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin darbeleri engellemenin yolu, Yunanistan örneğinde olduğu gibi cuntacıların yargılanması, yeni bir “Toplumsal Sözleşme” ve demokrasidir. Darbecilerle toplumsal suç ortaklığının mahkum edilmesidir. Türkiye toplumunun yıllardır kararan vicdanının aydınlanmasıdır. Darbecilerle hesaplaşmayan bir toplum, darbe üstüne darbe yemeye mahkumdur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle