15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 6 OCAK 2019 PAZAR EDİTÖR: gürer mut TASARIM: ilknur filiz ‘Gülriz Sururi ile son buluşma, ve inadınaaydınlanmadiyenyedibilge!’ 1 Geçen gün taksideyim, Metin Akpınar’a dayanışma için telefon açtım. Kulak misafiri oldu şoför: “Artist Metin mi” diye sordu. “Sanatçı Metin Akpınar” dedim. “O bir suç işlemiş duydum” dedi. “Suç işlemedi, fikirlerini söyledi, görevi bu” dedim. “Zeki de aynı suçu işledi mi?” diye ısrar etti. “Zeki Alasya öldü. Ama yaşasa o suça gönüllü ortak olurdu” dedim. Yağmurlu, soğuk İstanbul akşamında Kadıköy’de bir meyhaneye sığındım. Elbet içkinin bu umutsuzluğu sağaltmayacağını bilerek! 2 John Steinbeck’in “Mektuplarda Bir Yaşam”ı, edindiğim yılın son kitabı oldu. Pek yakın olduğum bir yazar değil Steinbeck, nedense merak ve sevinçle okumaya koyuldum. Çekingen biri olduğu için telefonla konuşmayı beceremediğinden söz ediliyor önsözde. İyi ki öyle olmuş, nasıl yazdığını, düşündüğünü, yaşadığını, hissettiğini mektuplarda buluyoruz. Steinbeck sabah uyanır uyanmaz mektup yazmaya koyuluyor. Hemen tüm ilişki içinde olduğu insanlara iştahla yazıyor. Ardından çalışmaya koyuluyor ve günü böyle geçiriyor. Kurşunkalem tutkumuz benzer Steinbeck’le. Kalemlerinin ucunu yontarak güne başlaması sevimli alışkanlık... Ben de geçen sene kendime büyük bir açacak aldım. Kolu çevirmeyi, kalemin ucundan düşen parçaları izlemeyi ve sonunda sivrilmiş uçla karşılaşmayı seviyorum. Yoksul Steinbeck çok kâğıt harcamamak için harfleri küçük yazıyor. Bir kartın arkasına beş yüz sözcük sığdırabiliyor. Yazarların gizli sokaklarına yolculuk etmeyi seviyorum. 3 Gülriz Sururi öldü. İnanmak güç. Doksan yaşında birinin ölmesine inanmak niye güç olsun? Çünkü daha iki ay önce yayın için buluştuk, bakımlı, özenli, güzeldi. Aklı terte miz, cümleleri leziz, tavrı son derece incelikliydi. Sarıldık, söyleştik. Bir süredir ekrandan izliyordu beni, beğenisini dile getiriyordu Gülriz Hanım. Yayın davetine pek sevindi. Yazık ki yayın günü stüdyo ışığını beğenmedi ve son anda iptal etti programı. Israr etmedim. “Ben bunca yıllık Gülriz’i sizin için yok edemem” demişti. Doğru söyledi. Halktv’de olanaklarımız dar, ışığımız o gün iyi değildi. İki hafta sonra görüşmek üzere sözleştik. Aradığımda yardımcısı çıktı. Hasta olduğunu söyledi ama bu ölçüde olduğunu tahmin etmemiştim doğrusu. Son derece sağlıklıydı gördüğümde Gülriz Hanım. Yazık ki o son söyleşi böylece kaldı. Kendim için üzgünüm elbet, ama esas halkımız için büyük olanak kaçırdık. Ciddi eleştiriler yapıyordu, yerli yerinde saptamaları vardı. Bunlar duyulsun isterdim doğrusu. 4 “Sururi’yi tanıyalı kaç zaman oldu?” diye düşündüm. Anı kitaplarıyla ilgili söyleşi yapmak için buluşmuştuk. Evinde öğle yemeği yemiştik. Engin Cezzar da katılmıştı aramıza. Ardından radyo, televizyon söyleşileri geldi. Öykü kitabını beğendiğimi söyleyince çocuk gibi sevinmişti. Annesinden yola çıkarak müzikal yapmak istiyordu Sururi. Metni sanırım ilk okuyanlardanım. Fikrimi almak istemiş, dikkatle dinlemişti. Ben o müzikalden yana değildim doğrusu. Bir süre görüşmedik, Gülriz Hanım inatla yaptı “Ayşe”yi. Belleğim beni yanıltmıyorsa Engin Ağabey de benimle aynı kanıdaydı. Büyük iktisadi yıkım olduydu “Ayşe”... Bir zaman sonra “Konçinalar” adlı amatör grupla hareket etmeye başladı, ne heyecanlanıyordu. Engin Ağabey’i kaybedince sarsıldı. O dönem elimden geleni yaptım “Konçinalar” için. Kırıldı bir ara bana. Sınırlı olanaklarla çabaladıydım oysa. Sonra barıştık. Tam bir yıldızdı Gülriz Hanım. Törensiz, sessiz sedasız ölmek istemesine şaşmadım. Kulağımda geçen yıl “Aydınlanma Sempozyumu”nda yaptığı konuşma var, bu ülke nasıl kalkınır ona kafa yoruyordu. 5 Sanatçısına, aydınına bu kadar kötü davranan başka devlet var mıdır? Onları bu kadar yalnız bırakan başka bir halk var mıdır? 6 7Bilge/7 Gün yazı dizisi yarın başlıyor. Bilgeleri nasıl seçtiğimizi merak edecektir insanlar. Tümü Mustafa Kemal Türkiye’sinde yetişmiş insanlar. Aykut Küçükkaya yeni yayın yönetmeni Cumhuriyet’in, hızlı karar veriyor, ancak bunu rastlantısal yapmıyor. İlhan Selçuk titizliğiyle bakıyor meselelere ve yıllarca mutfakta olmanın deneyimiyle güçlü öngörüsü var. Fikri onunla paylaşınca, heyecanım bulaştı. Güç olduğunu biliyorduk bu söyleşileri tamamlamanın. Yoğun insanlar, titiz insanlar söz konusuydu. İoanna Kuçuradi’ye öteden be ri hayranım. “Değer” kavramı üstüne düşünmeme neden oldu hep. Söyleşiyi yazılı gerçekleştirdik. Bir de buluşup keyifli sohbet ettik. Hoca şiir kitabını armağan etti. “Neden devam etmediniz” diye sorunca da, “Şiir özen istiyor, zaman istiyor, kenarda beklemeyi kabul etmiyor” dedi. Taner Timur’la evinde söyleştik. Önden soruları gönderdim hocaya. Alçakgönüllülükle “belleğim bana oyun oynasın istemem” dedi. Popüler tarihçilerin, neredeyse doğru dürüst yapıt vermeden ortalarda gezdiği şu ortamda, çölde vaha oldu hoca. Korkut Boratav’la buluşmak için keyifli Ankara yolculuğu yapmak gerekti. Sorularımı hem yazılı, hem sözlü yanıtladı. Hızlandırılmış “Marksizm” eğitimi aldık Şule ve Selnur’la birlikte. “Kişi kendini bilmeli” ilkesini nasıl uyguladığını gördüm yakından. Doğan Kuban ile önce telefonda konuştuk. Biraz zaman aldı soruların ulaşması, yanıtların gelmesi. Gelini Arzu Hanım çok yardım etti süreçte. Bir de ev ziyareti gerçekleştirdik. Yaşadığım şehri bir de Kuban gözüyle görmek heyecan verici oldu doğrusu. Genco Erkal’ın “Merhaba”sını izledim önce. Ardından Kenter Tiyatrosu’nda tüm bir öğle sonrası söyleştik. Bir de ekranda program yaptık. Bu sırada sanata, sanatçıya saldırılar arttı. Genco Ağabey’in direnci ve sözü ayrı anlam taşımaya başladı. Ayla Kutlu’yu telefonla aradığımda “Merhaba sevgili hemşerim” dedi sıcak sesiyle. Antakya bizi birleştirdi hemen. Sanki uzun yıllar tanışır gibi konuştuk. Aklımda “Asi... Asi”de anlattıkları vardı hep. Kutlu ile de yazılı söyleştik. Telefonu kapatırken, “Ben kendimi sivri dilli sayardım, sen beni geçtin” dedi. Haklı uyarıyı koydum cebime. 7 Son bilge büyük hayranlık beslediğim İdil Biret. Paris’te şu an. Yanıtlar yetişir mi, endişe içinde bekliyorum. Duyuruları da yaptık. Sanırım biraz geç kaldım Biret’e ulaşma konusunda. Nihayetinde Cumhuriyet okurundan saklayacak neyim var ki? Devrimin silahı ‘BoxingDay’de ADA HALKI ve hediyeler Yeniyılı stadyumlarda KUTLUYOR CANBERK ADSALAN Avrupa’da birçok ülkede liglerin tatil olduğu dönemde, Birleşik Krallık’ta gelenekselleşen ‘Boxing Day’ 26 Aralık günü futbol bayramı olarak görülüyor. Ada futbolu için bir tür ritüel haline gelen bu özel günün hikâyesi ise olduça eskiye dayanıyor. 26 Aralık 1860’ta Sheffield FC ile Hallam FC arasında oynanan karşılaşmayı ev sahibi 20 kazanırken, bir geleneğin de başlamasına vesile oldular. O zamanlarda İngiltere, ulusal lige sahip olmasa da ‘Boxing Day’ geleneği diğer şehirlere de yayıldı ve fikstüre özel olarak eklenmesi 1957 yılında oldu. Noel günlerinde oynama geleneği bir süre sonra rafa kalkmasına karşın 26 Aralık futbol bayramı hız kesmeden bütün hayranlarının tatil günlerini daha da keyifli bir hale getiriyor. Birleşik Krallık başta olmak üzere, eski İngiltere sömürgelerinde de önemini yitirmeyen bu futbol ritüelinin asıl hikâyesi ise Aziz Stephen’a dayanıyor. Zengin işverenlerin, Noel’in ertesi günü çalışanlarına ve ihtiyacı olanlara hediyeler vermesi geleneği, Aziz Stephen’ın bu hediyeleri metal kutularda dağıtmasıyla birleşince ‘Boxing Day’ de adı da ortaya çıkmış oluyor. Noel akşamlarında çalışan hizmetçilerin hediyelerini açmalarına izin verilmez, yoruldukları gerekçesiyle ertesi gün hediyelerine kavuşabilirlerdi. Premier Lig’de de aynı durum geçerli. Noel’in 1 gün sonrasına 1857’de kurulan Sheffield’ın kadrosu tekabül eden 26 Aralık günü, futbolseverlerin yeni yıl hediyesi niteliğinde. Futbolun pazarlanması ‘Boxing Day’ anlam olarak spordan ziyade, din, yeni yıl ruhu ve maddi durumu yetersiz insanları mutlu edebilmeye adanan önemli bir kutlamayken kapitalizmle dönüşen futbol da bu günden kendine paye çıkarmayı başardı. İngilizler için gelenekselleşen ‘Boxing Day’ futbol resitalleri, aslına bakılırsa yeni yılın yaklaşmasıyla başlayan alışveriş indirimlerine ve ‘Black Friday’e benzer bir nitelik taşıyor. Premier Lig yönetiminin, Noel tatili henüz bitmemişken insanları stadyumlara ve ekran karşısına toplaması, yoğun ilgiyi gösterecek zamanı bu denli iyi pazar laması tahmin edileceği gibi doğrudan ekonomik sebeplerle ilgilidir. Kim için tatil? 2009 senesinde Birleşik Krallık’ta 12 milyon insan ‘Boxing Day’ furyasına katılınca seneler içinde giderek artan rakamlarla 1 gün olarak planlanan ‘hediye günü’ bir haftaya kadar çıktı. İnsanlar tatil günlerinde evlerinden fazla uzağa gitmek zorunda kalmasın diye genellikle lokal derbiler ve büyük olarak nitelendirilebilecek maçlar, Noel’den hemen sonra insanların bir de futbol bayramı yaşamasına olanak sağlıyor. Bu duruma itirazlar da yok değil. Takımların teknik direkörleri aralık ayındaki sıkışık fikstürden oldukça rahatsız durumda. Tarihin en iyi futbolcularından biri olarak kabul edilen, eski UEFA Başkanı Michel Platini’nin de zamanında, “Neden İngiltere’de oynamadın” sorusuna esprili dille verdiği cevap, bu günün futbolcular ve takım çalışanları için ne anlama geldiğini gözler önüne seriyor; “Maç takvimi çok yoğundu ve Noel’de maç yapıyorlardı.” ‘Futbol devrimin silahıdır’ 1963’te Ernesto Che Guevara’nın futbolcularla gülerek çektirdiği meşhur fotoğrafındaki kadar masum bir futbol olmasını beklememiz ekonomik sebeplerden ötürü pek mümkün görünmüyor. Che’nin “Futbol sadece basit bir oyun değildir, futbol devrimin silahıdır” sözü her şeyi özetliyor. hafta sonu Musa Ağacık Mustafa Kemal Erdemol Musa Ağacık ile meslek hayatında öne çıkanları konuştuk ‘Soru sormak benim için aşktır’ Mustafa K. Erdemol Musa Ağacık, medyamızın en renkli adlarından. Cunta dönemi dahil zor dönemlerde “devletluları” sorduğu sorularla sıkıştırması pek meşhurdur. Zekâ dolu, ama içinde humor da barındıran soruları yüzünden çok kişiyi kızdırmıştır. “El gövdede kaşınan yeri bilir” diyor, sorularıyla da kaşınan yerlere toplumun dikkatini çekmeye çalıştığını belirtiyor. Ağacık’ın gazetecilik yaşamı boyunca sorularını, aldığı yanıtları, yaşadıklarını topladığı Musa’dan Beri adlı kitabı 3. baskısını yaptı. Ben de dostum, meslektaşım Ağacık’la konuşayım dedim. n Bugüne kadar soru sordukların arasında en çok kim kızdı sana? En çok Deniz Baykal kızdı. Baykal hoşuna gitmeyen bir soru oldu mu azarlar soru soranı. Bana hakaret bile etmiştir hatta. Tansu Çiller’in gözlerine bakıp geleceği okuduğu, yani falcılık yaptığı dönemde, gizli gizli Nazlı Ilıcak’ın villasına gitmişti Baykal. Gazetecileri atlatacağını düşünüyordu. Hürriyet’ten meslektaşım Süleyman Sarılar’la Baykal’ı yakaladık. “Sayın Baykal, falcılığınız ne boyutta?” sorusu yüzünden bana kızmıştı. Evren soruları algılayamazdı n Evren’i de kızdırdığını biliyorum... Tabii kızdırdım ama o sorularımın çoğu zaman farkında değildi bile. Sorularımı algılayacak yetenek yoktu onda ama bazen kızıyordu. İstanbul Erkek Lisesi’nde aydınlara çattığında kendisinin Atatürkçü olarak tanıtıyordu. Dönemin liboşları da bunun her hareketini Atatürk’e mal ediyorlardı, Cumhuriyeti yıpratmak için tabii ki. Kenan Evren o lise ziyareti sırasında masada otururken yanında boyu 1.50 civarında sevimli biri vardı. Meğer Evren’in ortaokulda matematik öğretmeniymiş. Evren orada aydınlara çattı, o zaman kendisine iletilen Aydınlar Dilekçesi yüzünden. Evren’e, “Sayın Evren siz de bir aydın sayılırsınız, Türkiye 1977’de Çekoslovakya’daki aydınlar hareketini BM nezdinde desteklerken bölücüleri mi desteklemiş oldu” diye sordum. Evren ilk kez bir sorumu idrak edebilmiş olmalı ki, gözlüklerini burnuna indirdi ve “Sen daha gazeteci olamamışsın” dedi. Ben korkudan kan ter içindeyim aslında o arada. “Neden efendim?” dedim. “Çünkü bir Üç bin yıllık yoldan geliyorum n Neyse, gençliğine ver onun, olur bunlar. Bergama demişken senin şu Sokrates kılığında fotoğrafın geliyor aklıma. Nereden esti? Sokrates’in torunuyum ya o ruha uygun olarak Gülsen Tuncer’in yardımıyla iki çarşafa bürünüp, Bergama’dasın baba, orada nasıl dolaşman gerek, başıma da zeytin dallarından bir taç kondurdum. İnternette de yazdım, “Sokratesin torunu Musates üç bin yıllık yoldan geldi, Bergama köylüleriyle dayanışma için” diye. Boynumda fotoğraf makinesi var. Ayağımda sandaletler dolaşıyorum. Bu sefer de birileri “bu Musa bizim kız arkadaşlarımızla sarkıntılık yapıyor” dediler. Yahu ben neden sarkıntılık yapayım, benim buna yapmaya ihtiyacım yok ki. Beni beğenen beğenir. gazeteci Cumhurbaşkanı’na doğrudan soru soramaz” dedi. “Peki, ne yapar?” der demez, iki koruması beni tekme tokat dışarı attı. n Musa’nın Teybi faaliyette olsaydı şu sıralar, en çok kime, hangi soruyu sormak isterdin? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sorardım herhalde. “Yaptıklarınızdan dolayı rahat uyuyabiliyor musunuz” diye sorardım. Sonra çevresindeki o yıkama yağlama takımına sorular sormak isterdim. Bekir Bozdağ’a da sormak isterdim, “Neden Adalet Bakanı oldunuz, size bu bakanlığı kim verdi, neden kabul ettiniz, kabul ederken vicdanınız sızlamadı mı?” diye. Kemal Kılıçdaroğlu’na da sorardım; “Neden bütün rüzgârlara açıksınız da işçi sınıfından yana değilsiniz?” diye. Aydın Doğan, Aydın Doğan olmaktan çıktı n Bir gazeteciyi en çok kızdıran soru, işvereniyle girdiği meslek dışı ilişkilerin sorgulanması olur. Sana bu sorulsa ne dersin? Aydın Doğan Milliyet’in patronuyken nitelikli biriydi. Zam yapmazdı ama güleç yüzlüydü. Çalışanlarını ayırt etmiyordu. Tepeden bakmıyordu, bir insani sıcaklığı vardı. Kartelleşince Aydın Doğan, Aydın Doğan olmaktan çıktı. Bak, ben çok iftiraya uğradım, şu anlamda; şimdi ben soru soruyorum, bu iftirayı ne yazık ki kendisini solcu ya da demokrat olarak ifade eden birileri attı hep, sorduğum sorular yüzünden basıma bir şey gelmeyişini benim bir teşkilatın ya da grubun desteğine sahip olmama yordular. Bunlarla bu if tiralarla çok karşılaştım. Biri bana, neden ölmedin ya da neden sana bir şey olmuyor dense, buna kızar daha da çok üzülürüm. n Haklısın tabii de, ne demek bu yani? Örneklendireyim o halde. 1998’de Bergama köylüleri ile dayanışma kampı vardı oraya gittim. Fatih Polat bir panel düzenledi, gazeteciler konuşuyor, beni de muhalif gazetecilerden biri olarak sayınca Ege Tıp Fakültesi dördüncü sınıf öğrencisi biri kalktı, “Musa Ağacık, sen de madem muhalif idin, bu ül kede Metin Göktepe öldürüldü, Uğur Mumcu öldürüldü, Musa Anter öldürüldü, sen niye ölmedin” dedi bana. Ölü sevici bir yapımız da var. Dedim ki “sana inat, ölmeyeceğim. Burada on bin insan var, yarısı tanrıça, onlarla dans etmeden ölürsem namerdim.” n Musa, bir zamanlar soru sorma olanağını bulduğun bir medya vardı ülkemizde. Bugünküyle karşılaştırırsan ne demek istersin? Asla karşılaştırılamaz. Ben Melih Ağabey’le çalıştım. Çok zor adamdır. Böyle zor bir adamın yanında çok şey öğreniyor insan. Melih Ağabey kılı kırk yarar, zaman zaman kapris de yapar, ama tüm bunlara rağmen iyi bir insandır, iyi bir gazeteci, mesleğine aşık böyle bir insanla çalışıyorsun. Tecrübesizdim n Çalışma şansım olmadı hiç ama ben de çok severim Melih Ağabey’i... Bana, “Senin ünün sayfayı aştı, kendine yer bul” dedi. Bunu dediği için bayağı ürperdiğimi anımsıyorum. Korkuyordum, oradan ayrılırsam gazeteciliği nerede sürdürebilecektim? Çünkü o soruları sorarken, Açık Pencere’ye aktarırken, Melih Ağabey bana büyük bir destekti. Beni hep onore ediyordu. “Arkadaşımız Musa Ağacık” diye sunuyordu ne yapıyorsam. Tabii Melih Ağabey’i kızdırdı ğım, üzdüğüm zamanlar da olmuştur. Bu kasıtlı bir şey değildi. Benim tecrübesizliğimdi. Gençliğimin verdiği bir şeydi ya da ne bileyim. İnsan her şeyi kavrayamaz biliyorsun. Ama Melih Ağabey’le çalışmanın ne büyük bir avantaj olduğunu, şans olduğunu zamanla daha iyi kavradım. n Son sorum şu olsun. Şimdilerde ne yapıyorsun? Bol bol okuyorum. Musa’dan Beri kitabım gibi elimde kitaba dönüştürülecek on beş yirmi tane daha dosyam var. Onları toplayacak ve Musa’ın Teybi adıyla yayımlayacağım. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle