27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 TEMMUZ 2014 PAZAR 14 PAZAR YAZILARI ‘Dert çekmeyince bal yalanmaz’ bir dünyanın Gerçeküstü T aç insanları S übingenli Stefanie Siebert bir “kumaş artisti.” Onu tanıyalı 78 yıl oluyor. Stuttgart’ın güneyindeki Reutlingen’de bir sergi açmıştı. Çok değişik, o güne dek hiç görmediğim bir sergiydi. Siebert yüzlerce metre kumaş çeşidinden, yıllarca çalışarak insan boyunda bebek insanlar yaratıyor. Şu ana dek yüze yakın figüre yaşam vermiş!. “Onlar benim dünyam” diyor. Çünkü neredeyse gecegündüz birlikte yaşıyorlar. Büyük bir aile, Stefanie Siebert ve bebekleri. Yıllardır kendine büyük bir mekân arıyordu. Sonunda, geçen mayıs ayında, Tübingen yakınlarında şirin kasaba Haigerloch’da tarihi Schwanen Oteli’ni satın aldı. Birkaç aydır otelin salonları, katları, odaları onun insanlarıyla dolu! Yıllar önce Reutlingen’deki sergide görmüş olduğum smokinli erkeklerle şık tuvaletli kadınların bazıları burada da karşıma çıkıyor. Çoğu yaşını başını almış, suratlar kırışmış, yanaklar sarkmış, gerdanlar çifte, burunlar düşmüş, bakışlar tepeden, cakalı ve donuk, küstah ve şımarık. Bolluk içindeki bir toplumun bu üst sınıf insanlarının dünya umurunda değil. Sizi kurgu bir dünyaya alıp götürüyorlar. Onlar gözünüzün içine bakıyor. Her an konuşacaklar, size bir şey söyleyecekler! Siebert’in Haigerloch’daki sergisinde her salonda başka başka tiplerle karşılaşıyorsunuz. Birinde yeşil ipek tuvaletli şarkıcı kadın, dudakları kıpkırmızı kocaman ağzını açmış sonuna kadar şarkılar söylüyor. Suratları kat kat boyalı kadınlar incecik sigaralarını altın ve gümüş uzun ağızlıklarla içerken erkekler purolarını tüttürüyor. Tuvaletleri pahalı terzilerin elinden çıkmış kadınların giyimleri rüküş. Takıları gösterişli. Başka bir salonda masa başına oturmuş köylü giysili kadınlarla, kısa deri pantalonlu erkekler sosisler yiyip bira içiyor. Birinin üzerinde frak, yakalarında altın salyangozlar, sosisler sallanıyor. Başka bir köşeden dev bir örümcek geliyor. Gerçeküstü bir dünyanın insanları yaşıyor Schwanen Oteli’nin salon ve odalarında. İnsanlarının yüzleri ve elleri ten renginde incecik triko kumaştan. Yüzlerinin içi sentetik pamuk dolu. Gözler her renk boncuktan. Işıldayan parlak kumaştan ringa balığı salamurası. Koyu kahverengi ipekten yuvarlak simitler, üzerlerindeki beyaz tuz taneleri STUTTGART suni inciden. Kuşkonmazlar ipek kumaşla beyaz rujdan. Kâseleri dolduran siyah ve kırmızı havyar minnacık styropor AHMET ARPAD taneleri. Siebert insanlarını yaratırken ipeğin yanı sıra saten, deri, ince kadife, sırma şeritler de kullanıyor. Bayan Siebert’e, bütün bunları başarmak için sadece sanatçı olmanın yetmeyeceğini söylüyorum. İdealist olmak da gerekli. “Evet” diyor biraz düşünceli. “El emeği, göz nuru ve sonsuz bir sabır insanlarımla ortak yaşamımda bana hep eşlik etti.” Tam 33 yıldır... Okul yıllarında el işi dersinden hep düşük not alan Stefanie Siebert dikişe gençliğinde başlamış. Yarattığı “insanlar”la yıllarca kent kent gezmiş, büyük mağazaların vitrinlerinde, galerilerde, kütüphanelerde, tarihi saraylarda sergilemiş, görenleri hayrete düşürmüş, onları yarattığı “insanlara” hayran bırakmış. “Gördüğünüz insanlarda en küçük ayrıntıya kadar her şey hemen hemen el dikişi. Makinemi pek kullanmam. Özellikle yüzlerdeki ayrıntılar el dikişsiz olmuyor.” “Kullandığım her şey yumuşak olmalı. Satenden ipeğe, kadifeden triko kumaşına... Kumaştan sonra en önemli madde sentetik pamuk.” İnsanlarını onunla dolduruyor. “Canlandırdığım erkekler çoğunlukla yaşını başını almış, yaşamlarının son döneminde, kellifelli kimseler” diye anlatıyor, dudaklarında bir gülümseme. “Kadınlar ise orta yaşın üzerinde, geçmişin güzel günlerinin anı ve özlemiyle yaşamlarını sürdüren hep keyifli kişiler.” Ziyafet masasında oturanlar keyifli ve de aç. Gülüp konuşanlar, siyah havyara kaşık daldıranlar, kuşkonmazı elle yiyenler, karşısındaki hovarda suratlı zengin ihtiyara göz kırpan hanımlar. Başka bir masada tepsi tepsi havyar, somon, karides, ıstakoz, füme etler, salam, sosisler... Posbıyıklı garson, elinde şampanya şisesi bekliyor. Bakışlarından yorgun olduğu belli. Stuttgart’a bir saat uzakta, Eyach Boğazı’nda bir yamaca yaslanmış şirin kasaba Haigerloch’un gizemli bir geçmişi var! Saltanatlarının son aylarında Naziler bu yörede atom bombası üzerine başarısız çalışmalar yapmış. Tarihi sarayın altında kayalara oyulmuş, ortaçağdan kalma bölmeleri Hitler’in atom fizikçileri laboratuvar olarak kullanmış. www.ahmetarpad.de on çalıştığı Türk işvereni parasını ödememişti. İşverenine mektup yazmış, haklarını talep etmiştim. Dava açmadan önce son bir görüşme yapıyorduk. Bana işvereninin kendisini telefonla aradığını, tehdit ettiğini söyledi. “Biliyorsun bizim mafya ile ilişkimiz var, gitme oraya” demiş. O da korkmadığını, bir daha da kendisini rahatsız etmemesini söyledikten sonra telefonunu kapattığını anlattı. “Çok cesursunuz” dedim. Mağrur ve mütevazı bir ses tonuyla “Alıştırdılar, buralarda korkusuz olmak gerekiyor, yoksa ezilirsiniz” dedi. Elimden kalemi bırakıp genç kadına döndüm, kimin alıştırdığını sordum. “Eski KADİM ÜLKER eşim ve ailesi” diye yanıtladı. Daha sonrasında ise ben sordum, o cevapladı. Züley, Orta Anadolu’nun bir kentinde doğmuş, ancak ilkokulu okuyabilmiş. VİYANA 15 yaşında görücü usulü Avusturya’da yaşayan birisiyle evlendirmişler. “Annem evlendirdi, babam karışmadı kararımıza, Avusturya kurtuluş olarak görüldü ve beni verdiler” diye sözlerine devam etti. Evlendikten sonra eşinin yanına gelebilmek için 3 yıl vize beklemiş. Züley’in evliliği sadece 2 yıl sürmüş. Eşinin annesi, babası ve kardeşi ile aynı evde birlikte kalmışlar. “Her gün, herkes, önüne gelen, canı sıkılan beni dövdü, çok canım yandı, çok acı çektim” diyor. Anlatırken de Sibelius’u ülkesinde dinlemek K uzey’de, Baltık kıyılarının yeşillikler ülkesinden Finlandiya. Petersburg’da olduğu kadar olmasa da haziran sonu ve temmuz başında beyaz geceler yaşanıyor. Güneşi de biraz daha sıcak görmeye başlıyorlar. Birçok ada, kıyılar, ülkenin her tarafı adeta yeşil bir cennet. Finlandiyalılar ülkelerinin, Sibelius ile tanınmasını istiyorlar. Onu tanıtıyorlar, yaşatıyorlar. Helsinki’de her yerde, Sibelius adına rastlayabilirsiniz. Her zaman Sibelius’un müziğini dinleyebilirsiniz. Sadece bir müzisyen, besteci değil Sibelius onlar için, Finlandiya’nın onuru ve özgürlük savaşçısı. Finlandiya’nın bağımsızlığına katkı veren bir insan. Şehrin en güzel yerinde, yeşillikler içinde onun adına bir anıt yapılmasını istemişler ve gerçekleştirmişler. Değişik boyutlarda birbirine tutturulan 623 borudan oluşan bir anıt. Değişik ölçekte birbirine tutturulan bu boruların içi de boş olduğundan, rüzgârın esintisine göre düzenlenmiş. Rüzgâr estiğinde değişik ölçüdeki borulardan çıkan sesler, adeta bir senfoniyi oluşturacak şekilde... Onu hep müziği ile anmak istemişler. Borular, halkın birlikteliği ile özgürlüğü de anımsatıyor doğal olarak. Bununla da yetinmemişler. Sibelius’u da görsünler eleştirileri yapılınca, anıtın yanına bir de heykelini yapmışlar. Sibelius, anıtından borulardan çıkan rüzgârın yankıladığı sesleri dinliyor. Sibelius deyince onun eserlerinde öncelikle dar kolonların yukarıda birleşmesi ile kapatılmış. Dar duygusallık hâkimdir. Sözlerini bağırarak değil, kolonların arası camla kapatıldığından, salonun adeta yumuşak, dingin bir sesle aktarmak ister. Onu dinlerken ışıklandırılmasına gerek kalmaksızın, gündüzün aydınlığı kendinizle baş başa kalıp bir ölçüde yalnızlığını ve salona yansıtılmış. Ancak buranın en ilginç tarafı kubbesi. yalnızlığınızı birlikte yaşarsınız. Eserlerin de biraz 32 kilometrelik bakır tel örülerek tavan gerçekleştirilirken, hüzün de vardır. 18671957 yılları arasında yaşamış böylece müthiş bir akustik sağlanmış. İçeride mumları olan bu bestecinin, kendisini ve ülkesini özdeşleştirerek görmeseniz burası bir konser salonu dersiniz. Ama burası anlatan, adeta bir bütünü oluşturan üç eseri bence, bir kilise. İçeri girdiğinizde sizi piyanonun tuşlarından çıkan Keman Konçertosu, Karelia Suit’i ve Finlandia sesler karşılıyor. Sibelius’u da dinliyorsunuz. Fazıl Say eseridir. Okko Kamu yönetiminde, Helsinki Filarmoni burada hiç konser verdi mi bilmiyorum. Ama, onu burada Orkestrası’nın, kemancı Miriam Fried’in seslendirdiği dinlemek harika olur. Sibelius CD’lerinin yanında bir CD Keman Konçertosu’nu CD’den dinleyerek yazıyorum. daha var, “Trumpet Adagio.” Jouko Harjanne, trompet Finlandiyalıların haklı olarak övündükleri konser salonu, Markku Hietaharju, org. Hemen bir çağrışım. tam bir çağdaş tasarım örneği. Orkestranın yer İki trompet için Erden Bilgen’in bestelediği, aldığı sahne tam ortada. Seyircilerin oturacakları HELSİNKİ Nikriz makamındaki eser, burada nasıl bir tını yerler, sahnenin her tarafından yükseliyor. zenginliğine ulaşır. Yaş ortalamaları, 10 ile 25 Temmuz ayı, konserler için biraz tatil ayı gibi. arasında değişen kızlıerkekli sayıları neredeyse Ancak onlar, ülkelerini ve Sibelius’u tanıtmak 100’ü bulan bir koro. “Musiikkia Vierailijoille. için, gündüzleri bile salonlarında Sibelius’un tınıları yükselsin diye konserler düzenliyor. Kuoro Kanadasta. Johtaa R. Carl Goulding.” Musiikkitalo’da, belki de turistler için hazırlanan, Sadece koro, enstrüman yok. Seslerle, salonda İSMAİL BAYER 20 dakikalık bir Sibelius müziği eşliğinde kuşlar uçuyor, rüzgâr esiyor, yapraklar hışırdıyor, ülkelerini ve ülkelerinin Sibelius’un tınıları bazen fırtına esiyor, dalgaları dinliyorsunuz. Yine ile nasıl tanıtıldığını görsellikler de kullanarak düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Adnan anlatıyorlar. Sibelius Akademisi, müzisyenler için bir okul, Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu burada bir seslendirilse bu okuldan yetişenler, yetiştirenler bu sahnede yer alarak ya da bir ney konseri gerçekleştirilse. Burası konser salonu dünyaya açılıyor. Erik T. Tawaststjerna ve HuiYing mu, kilise mi? Heykellerin nasıl nitelenip algılandığı, LıuTawastsjiena da bu okuldan. Helsinki’de müziğin resimlerin içine ne yapılmak istendiği, tını zenginliğinin dinleneceği, doğa ile bütüleşmiş bir başka tasarım ve yok edilerek tek düzeleştirilmek istendiği, salonların akustik harikası yer daha var, Temppeliaukion Kirkko. perdelerinin kapatılmak istendiği bir yönetim anlayışı Helsinki’nin ortasında küçük kayalık bir tepe. Bu tepeyi içinde, düşünün ve kararı siz verin. yukarıdan başlayarak oymuşlar, kayalığın içinde geniş [email protected] bir mekân oluşturulmuş böylece. Oyulan yerin üstü acıları hatırlamasına rağmen yüzündeki gülücükler kaybolmuyor. Bir ara “Canımın yanmasını unuttum da yavrumun acısını hâlâ yüreğimde hissediyorum” diyor. Gözleri doluyor... Hamileliğin dokuzuncu ayında eşinden, eşinin annesi, babası ve kardeşinden yediği sopalardan bebeğini ölü doğurmuş. Bu sözleri duyduktan sonra annemi düşündüm bir an. Annem de çok dayak yemiş. Onu da evde bulunan daha kuvvetli erkekler dövmüşler hep. Bir dövme seansında kendini değil de bebeğini korumak isterken bebeğine sımsıkı sarılmış annemin saçından bir el tutmuş, bütün kuvvetiyle savurmuş. Bebek kucağından fırlayıp evin ortasındaki direğe çarpmış. Kendini mezara sürükleyen dertlerinden biri olan olayı anlatırken “Suratı mosmor oldu yavrumun” derdi annem. Ancak iki gün daha yaşamış ve ben böylece ağabeysiz kalmışım. Genç kadın çocuk istemesinin nedeninin “Eşim belki çocukla farklılaşır, beni dövmez ve dövdürtmez diye umut ettim” sözleriyle ifade ediyor. “Dert çekmeyince bal yalanmaz dedim hep” diyerek çocuk beklediğini anlatıyor. O zamanlar kaldığı kasabada kimsesinin olmadığını belirten kadına komşularının bu durumu fark edip etmediklerini soruyorum. Kadın derneklerine, danışma merkezlerine rağmen kimseden yardım isteyemediğini anlatıyor. “Eve misafirler gelirdi, tuvalet kâğıdının üstüne ‘şikâyet ederek, seni bu işkenceden kurtaralım’ diye yazar, bana verirlerdi de korkumdan onları gözlerimle reddederdim, bir şeyler anlamasınlar diye gözlerimi kaçırırdım” diyor. Aç bırakıldığını söylüyor. “Önceleri günde bir semmel (*) verirlerdi bana, daha sonra bu yarıma indi... Dayanacak gücüm kalmamıştı, kaçtım bir gün, bir kadın sığınma evine sığındım...” Daha sonra boşanmış. Evlilikten dolayı oturma izni alan Züley’e yetkililer yurtdışına çıkması gerektiğini iletmiş. Polis ile konuşmuş, kendisini ölüme gönderemeyeceklerini, geri gönderildiğinde kötülüklerin beklediğini anlatmış. İş bulursa vize vereceklerini ima etmiş polis. Öyle de yapmışlar. Çalışmaya başlamış. “İşe gidip gelirken yolum ıssız yerlerden geçerdi, eski eşim arabalar sürdü üstüme... Benim Avusturya’yı terk etmemi istiyordu” diyor. Eski eşi tarafından taciz edildiği için polise şikâyet etmiş. Polis adama kadına yaklaşma yasağı koymuş. Bu yasak sonrasında başkalarının arabasıyla tacize devam etmiş. “Bir elimde göze sıkılan sprey, bir elimde bıçak ve acil yardımını isteyeceğim telefon numarasının hazır olduğu cep telefonu ile işe gidip geldim, mücadele ede ede piştim. Kimseden korkum yok artık, bir zayıflık göstermeye kalkarsam buralarda yaşayamam, en fazla bir canım var, onu da veren alır” diyor odamdan ayrılırken. (*) Semmel: 200 ile 250 gram arasında küçük ekmek. [email protected] A dım Mevlüt, soyadım Demir (isim gerçek değil). Memleketimi de demeyeyim kalsın artık. Aslında yazsan, benim hayatım roman olur beyim. Neyse, tatil hikâyemizden başlayalım... Tatil değil de bizi aldığımız hediyeler batırıyor beyim... Yola çıkmadan önce, hanım ve kızlar yeni giysi ister. Allah eksikliklerini vermesin, bizde de akraba çok! Hanım tarafını dersen, onlar bizden de kalabalık... Başka zaman hesaba aklı pek yatmayan MALMÖ ra kaç lira eder?” diyerek burun kıvırırhanımın zekâsı, akrabalarına hediye almaya gelinlar. Gittiğimiz günün sabahı, Gül Ali’nin ce saat gibi çalışır: Şu kazak anama, şu etek dezzeFoter, söylene söylene geldi: “Yav armin kızına... Şu gömlek halamın oğluna!.. Şu gekadaş, nedir senin bu amcandan çektilinlik küçük bacıma... Bir aylık maaşımız hediğimiz! Bizim Kösrelik’teki tarlanın yayelere gider. İki aylık maaş da uçak biletlerine... macında el kadar boş bir mera vardı; Döndükten sonra, artık Mevlüt eşşek gibi çalışsın bu yıl orayı da söküp tarla etti. Yav da, kalksın bu yükün altından, kalkabilirse... GitALİ HAYDAR arkadaş, memlekette yasa çıktı, artık me zamanı yaklaşırken köyden telefonlar da gelNERGİS büyükşehire bağlandık, izin almadan meye başlar: Ali evleniyor, davetlisiniz, buyurun... yerinden taş oynatamazsın; adamın dünyadan haberi Güllü’nün düğünü var, mutlaka bekleriz ha!.. Başka zayok..” Anam, Foter’in sözlerini hafife aldı: “Aman, seman, ölsen başsağlığı için telefon açmazlar. Maksatlaninki de laf mı! Eşeğe altın semer vursan at olur mu; rı, düğünlerinde bulunalım; gelsin beşi bir yerdeler, giteşek, yine eşektir; yasayla şehirli olunur mu hiç...” sin burma bilezikler... Düğünlerini de hep gurbetçilerin Foter’i savuşturduk, bu kez bizim amca oğlu Muharrem izinli geldikleri aylara denk getirirler nedense... Beyim, çıkıp geldi: “Emmoğlu, seninle çocukluğumuz birliklafı uzatmayayım, bir hengâme ile bindik uçağa, üç bute geçti. Bu akrabalığı hısımlıkla berkiştirelim, diyoçuk saatlik yoldan sonra indik. Bir yandan Türkiye’nin rum. Elini öper, benim oğlan liseyi bitirdi, üniversitesıcağı, diğer yandan otobüs, taksi derken, vardık köye... ye giremedi. Senin büyük kızla evlendirsek; bir babaBabamı hayal meyal anımsıyorum. Genç yaşta, kasığılık yapsan, götürsen, hayatı kurtulsa!..” Başımdan sına bir ağrı girdi, ölüp gitti!.. Evin reisi anam, hoş beşten cak sular dökülmüş gibi oldu. İmdadıma yine anam yesonra oturdu dizimin dibine, yol haritası çizdi: “Altınotişti: “Bu köyde akıllı insan yok derdim de kimse baba köyünde akrabadan da ileri dostumuz Duran Emna inanmazdı. Nereden çıktı şimdi bu laf? Evlendimin öldü; git, çocuklarına başsağlığı dile! Yarın, Kerilecek kızımızın olduğunu sana kim söyledi? Ağzınleş Mustafa’nın torununun sünneti var; komşudur, dan çıkanı kulağın duyuyor mu? Bana ne senin köygöz aydınlığına gidip bir hediye vermek gerek. Hafde it taşlayan oğlundan! Herkes haddini bilmeli; biltaya da dezzeyin küçük kızı Güllü’nün düğünü var; miyorsa da kalkıp gitmeli!” Muharrem, neye uğradığıona da bir altın takmak icap eder.” Hazırlıksız gitnı bilemedi. Kıpkırmızı bir suratla kalktı, arkasına bakmişiz köye... İsveç parasını tanımazlar; “Şimdi bu pa Bir gurbetçinin tatil hikâyesi... madan aceleyle gitti... Köyümün dağlarını, derelerini, koyun kuzu seslerini özlemişim. Tezek kokuları bana gül kokusu gibi gelir. İsveç’te doğan kızlarım ise bu pis yerlerden ne zaman gideceğiz, diyerek yakınıp dururlar. Üzerlerine karasinek konsa bağırarak havaya zıplar, gübre yığınlarının yanından geçerken burunlarını tutarlar. Hanım da “Bu yaban köyde de çok karasinek var. Bir an önce babamın köyüne gidelim. Orada sular gürül gürül akar, her yan yeşillik, yavrularım rahat bir nefes alır...” diyerek laf dokundurur... Yıllık iznimiz böyle hayhuy içinde geçti, geriye üçdört gün kaldı kalmadı. Çocuklar haklı olarak yakınmaya başladı: “Mayolarımızı, bikinilerimizi boşuna mı yanımıza aldık. Söz vermiştiniz, hani, denize götürecektiniz bizi!” Köyden kaçarcasına uzaklaşarak bindik bir gece otobüsüne, sabaha ver elini sahil kenti... Yavrular, tuza koşan koyunlar gibi daldılar serin sulara.. İki şemsiye kiraladım. Hepimize yetecek kadar yer var. Ama, kafayı neye taktıysa, aksiliği tuttu hanımın. “Hanım, şemsiyenin altına gel!” derim, gelmez! Çekildi bir zakkum ağacının gölgesine.. Ben de ayaklarımı serin suya değdireyim biraz dedim, ama ara tara mayomu bulamadım. “Hanım, mayomu getirmedin mi?” diye sordum, sormaz olaydım. Güneşin altında kavrulmuş sarı bir akrep gibi saldırdı: “Bacağındaki donunu da bana mı soruyorsun, alsaydın yanına, gözün kör müydü?” Beynine güneş mi geçti bu kadının, diye meraklandım. Büyük kız kulağıma eğildi, “Baba, bugün sizin evlilik yıldönümünüzmüş, unuttun galiba!” Denizden çıktıktan sonra hanıma kuyumcudan bir “tek taş” yüzük aldım, keyfi yerine geldi; çıkar dünyası beyim! İşte böyle! Binlerce kilometre yol alarak tatil yapmak için gittiğimiz memleketimizden daha da yorulmuş olarak döndük yaban ellere!.. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle