06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 18 MAYIS 2014 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Elde Var Hüzün! E kmek parası için yerin yedi kat altında mücadele edenler bir yanda, koltuk sevdası için yerin üstünde birbirleriyle cebelleşip duranlar öte yanda. Ya teknolojiye alkış tutanlara, uygarlık şarkıları söyleyenlere ne demeli? Peki, ne değişti bin yıllar öncesinin ilkel dönemlerinden bugünlere? Teknolojik gelişmeler akıl almaz boyuta vardı da ne oldu, ne değişti kendi küçük dünyalarında yaşamlarını daha dayanılır hale getirmeye çalışan insanlar için? Kimi yurt sevgisinden, kimi ekmek kavgasından bırakıp gidiyor yaşamı, bazen yarısına bile gelmeden. Bu tür mazeretleri olmayanlar ise önlerine ya bilmedikleri, dokunamadıkları ve asla da dokunamayacakları bir ideal koyuyorlar ya da bilinmezliklerle sarmalanmış bir hakikatin peşinde sürüklenip dururken çekilmez hale getiriyorlar kendileri için yaşamı. Sonra da alkış tutuyorlar kendilerine, dünyayı böylesine hor kullanarak yaşanmaz hale getirdikleri için. Yalnızca bir kentin bile günlük trafik kazası bilançosunun ortalaması onlarca yitik hayatlarken hangi uygarlıktan ve de gelişmişlikten söz ediliyor? Aynı ülkede, kentte, semtte yaşayan insanlar birbirlerine böylesine tahammül edemezken, aynı işyerinde çalışan insanların tek derdi, çıkarları çatışmasa bile birbirlerinin ayağını kaydırmakken hangi gelişmişlikten söz ediliyor? İşte yine bir facia. Bir parça NAZİFE GÜNGÖR ekmekle evlerine dönmek ümidiyle bir sabah evlerinden ayrılıp arzın karanlık merkezine doğru seyahate çıkan yüzlerce maden işçisi, çakılıp kaldılar yerin dibine. Ve o yerin üzerinde gözyaşlarıyla, çığlıklarla, ansızın sonlanan ümitlerle, boş kalan kucaklarla, omuzlara yüklenen yükler ve yüreklere dolan acıyla yarınların binlerce hüzün yolcuları. Bu mudur postendüstriyel gelişkin dünya? Ve kürsülerde konuşurken mangalda kül bırakmayan büyük siyasetin yüce insanları, birbirleriyle başa çıkmak için retorik stratejik çalışmalara yoğunlaşmak yerine arada bir de olsa zahmet edip aşağılara da küçük bakışlar fırlatıverseler. Ama ne yazık ki insanlık tarihinin kitlesel yanı baştan beri hep bu tür acılarla süregelmiş. Dünya gelişmiş, uygarlaşmış, ileri teknolojik döneme girmiş olsa ne çıkar! Kalabalıklar hep kalabalık olarak kalmış, “sıradan kitleler” adlandırmasıyla aşağılanmış, horlanmış, hırpalanmış, insan yerine bile konulmayarak dışlanmış. İnsanlığın tarihi kayda alınırken bile kitleler insanlıktan sayılmamış, kayıt dışı bırakılmış. Tarih ise kitlelerin savaştırılıp, birbirlerini kırıp döküp katletmeleri üzerinden birilerinin kendi hanelerine zafer olarak düştükleri notlardan ibaret bırakılmıştır. Dün, Soma’da yüzlerce can yine gitti. Ve arkalarında binlercesinin çığlığı, haykırışı ve gözyaşı. Sahnede ise yine büyük siyasetin yüce simaları. Savcılar, polisler soruşturacaklar. “Suç kimde” sorusunun peşine düşecekler yetkisi olanlar veya kendisini yetkili görenler. Birileri yine krizden fırsat yaratmaya, acıdan rant elde etmeye yönelecekler. Trajedi, sahnedeki yerini koltuk kavgası komedisine bırakacak her zaman olduğu gibi. Sıradan insan için ise yaşam sürüp gidecek çamurlu sokakların ışık sızmayan karanlıklarında, derme çatma evlerin kırık kiremitli çatıları altında, kömür tozuna bulanmış işçilerin umuda ısrarla parlayan bakışlarında... Yük sepetinin altında iki büklüm olmuş; genç adam, sosyete pazarından alınmış naylon entarisi içerisinde baraka evinin soluk benizli ahşap verandasından güneşin batışını izlerken hüzünlenen genç kız, bir sonraki güne yine pembe hayallerle uyanacak. Ve hayat devam edecek. Acısıyla tatlısıyla, hüznüyle sevinciyle, ümidiyle ümitsizliğiyle, iyisiyle kötüsüyle insanlar takılıp gidecek yaşamlarının peşine. Kimisi uçarak, kimisi koşarak, kimisi ise sürüklenerek devam edecek, ama hepsi de kayıtsız koşulsuz ısrar edecek yaşamda kalmaya, inadına yaşamaya. Birileri cefasını çekerken birileri de sefasını sürmeye devam edecek hayatın. Sefagiller ve cefagiller arasındaki kavga da sürüp gidecek, bazen daha az acıtarak bazen de dayanılmaz acıtıcılığıyla. Değişen ne o halde? Hiçbir şey. Elde var hüzün. Yine hüzün ve yine hüzün... Felaket Felaket Üstüne! Soma felaketi ile sadece Türkiye değil, dünya da sarsıldı... Bozuk siyasal ve ekonomik düzenden, ihmalden kaynaklanan yüzlerce emekçinin ölümü, bütün dertlerin önüne geçti... Ama günlük yaşamın başedilmesi gereken toplumsal ve bireysel öteki sorunları da bizi zorluyor... Yaşadığımız günlerin devam eden felaketlerini de unutamıyoruz. HHH Örneğin, Silivri kurbanlarının trajik sorunları... Bu sorunlar Yargıtay’ın kararlarıyla yeni bir noktaya ulaşmıştı... Bu noktada birkaç yol görünüyordu: 1) Yargıtay’ın itiraz dilekçeleri hakkında karar vermesi. 2) Adalet Bakanlığı’nın resen bozma istemesi. 3) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın itiraz etmesi. 4) Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay kararını düzeltmesi. 5) Son çare olarak da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru. Ama bu arada, hapistekilerin çilesi, özlemleri, hastalıkları, ölümleri sürüyor... Oysa, hukuksuzluk ve adaletsizlikler, “kumpas” ve “paralel” iddiaları ve TÜBİTAK’ın sahtecilik hakkındaki yeni raporuyla da iyice ortaya çıkmış durumda. Avukat Şule Nazlıoğlu Erol’un, Balyoz davasına dikkat çekmek için, Anayasa Mahkemesi önünde giriştiği “Adalet Nöbeti” ve buna Başkan Haşim Kılıç’ın verdiği olumlu, anlayışlı tepkiler, yeni umutları yeşertmişti. Ben de geçen pazar bu konuda yazdığım yazıda, yeni umutlara dikkat çekmiş, Adalet Bakanlığı’nın yazılı emirle bozma girişiminden de söz etmiştim. Bu yazım üzerine Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk’tan bir ileti aldım: “Bugünkü yazınızı dikkatle okudum. Ancak yazılı emir yolu ile bozmanın sağlıklı bir yöntem olduğundan kuşkuluyum. Çünkü ilk mahkeme ve daire o konuyu kararlarında tartışmış. Daire, reddedebilir. Sağlıklı yöntem cumhuriyet başsavcısının itiraz yolu ile Balyoz kararını ceza genel kurulunun önüne getirmesidir. Kararda hukuki tanı yanlıştır. Bu konuda bir de kitapçık yazdım. Böylesine önemli bir karar, beş yargıcın sorumluluğuna bırakılamaz.” HHH Bir oyalama taktiği güdülmüyor ve gerçekten adalet isteniyorsa, Sayın Selçuk’a kulak verilmeli! U stalık taslamıyorum. Ama yeteneğimin çapı kadar sanatla uğraşmaya çalışan biriyim. Okumaya, izlemeye, anlamaya çalışırım ustaların yapıtlarını. Damla damla beslenmeye çalışırım onlardan bir yenidoğan açlığıyla. Picasso’nun Guernica’sının aslını görmedim. Nedense el altında tutarım ne denli aslına uygun olduğunu bilmediğim bir kopyasını. Kopyası bile “paramparça” eder beni. Bu çocuğun resmi, madenci babasının lambasıyla kendi geleceğini aydınlattığının ayırdına varmış olan o çocuğun resmi ezdi geçti. Baba zifiri karanlıkta, yüzü kömür karası. gözler önüne kendini, ikiyüzlülükten uzak, kalkansız, yalansız... Utancımdan ağladım. Bu Çocuk Adamı Eziyor sermiş Çok erken uzaklaştırıyoruz onları ÇAĞATAY GÜLER Lambası evlerini, yani sofralarını, eşyalarını, onu aydınlatıyor. Sonra evlerinin penceresini... Pencereler evlerin gözleridir. Dünyaya; o bilinmez, sonsuz olasılıklarla dolu geleceğe uzanıyor aydınlık. Çocuk alabildiğine korku ve endişe içinde, yine de babasının ışığı sarıp sarmalamış korku ve endişelerini, umuda belemiş. Bütün içtenliğiyle çocukluklarından, çok hızlı büyütüyoruz. Bu çocuk yere düşeni tekmelemiyor. Tüm çocuklar, anneler ve babalar adına soruyor, sorguluyor, çok ağır konuşuyor... Söyledikleri yenir yutulur gibi değil, vicdan sahipleri için... Bu çocuk çoktan yerleştirmiş birilerini tarihin utanç sayfalarına... Bu çocuk; tüm çocuklar, anneler ve babalar adına birilerini tarihin karanlıklarında yok olup gitmeye mahkum ediyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle