25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 NİSAN 2012 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Diplomasi Böyledir, Affı Yoktur! Şipşak Anayasa YENİ kuşaklar bilmez, 1940’ların İstanbul’unda “şipşakçı”lar vardı; caddede yürürken “enstantene” resminizi çeker, elinize bir kâğıt tutuştururlardı. Dükkâna gidip karta basılmışını alasınız diye. Kim almazdı ki? Yaşamınızın canlı anısı: Örneğin, babanızın elini tutmuş, İstiklal Caddesi’nde Galatasaray’ın kapısına doğru yürüyorsunuz. nayasa değiştirmek, hele “yeni” denecek bir anayasa yapmak, şipşak çekilmiş bir toplum fotoğrafına bakılarak mı olur? N’oldu, ihtilal ya da darbeyle bir devlet yıkılıp yenisi mi kuruluyor? Durup dururken “sivil darbe” suçlayıcılarını haklı kılacak bir yanı yok mu bu davranışın? Üstelik, seçim sisteminin cilvesi olarak yüzde 30 oyla tek başına iktidara geçmiş bir partinin daha önce ısmarlanıp yazdırılmış bir taslağı 2007’de çekmeceden çıkarıp “anayasa” diye yürürlüğe sokmaya kalkması gibi bir girişim yaşanmışsa. O halde, akıllar başlara devşirilip bir anayasa metninin ancak ne zaman kimlerce yapılırsa “yeni” sayılacağı iyi düşünülmelidir. Aslında şimdi olan, değişik adlarla da olsa yaklaşık doksan yıl önce kurulmuş bir cumhuriyet devletinin yürürlükteki Anayasasını değiştirmeye çabalama sürecidir.Yakın geçmişte yaşananlara karşın, yine de o metinle bu noktaya gelindiği için meşruluğunun ve geçerliğinin ister istemez kabul edilmesi gereken bir Anayasa söz konusu. Değiştirme kuralları da kendi içinde yazılı. Ancak, bu noktada akılcı davranıp 27 Mayıs sonrasının günlerine dönerek itirazları önleyecek bir yöntem düşünülmelidir. Şimdi onuru kırılmaya çalışılan Silahlı Kuvvetler o zaman, yalnız darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi’nce değil, görevde kalmış komuta heyetince de benimsenen ilginç bir anayasacılık yöntemi uyguladı: Kendi yorumlarına göre, bütün yetkiler onlardaydı; hatta “meşruluğunu yitirmiş bir iktidarı devirmeye dayalı” meşruluklarını perçinlemek için Büyük Millet Meclisi’nin yerine geçip o yetkiyle yasalar yapmaktaydılar. Ama, sıra “yeni anayasa” ya gelince öyle davranmayıp duruma özgü daha akılcı bir çare bularak uyguladılar. emen isyan etmeyin, her durum farklıdır elbet; ama yine de yakın tarihin o sayfalarına yarın bakmak yararlı olabilir belki. Göçü hızlandırdığını bile bile Sayın Başbakan, Suriye’ye hâlâ savaş ilan etmeye çalışırken Suriye’den mülteci akınına karşı BM’nin; konuya el koymasını ve destek olmasını bekliyoruz. BM geçmişte benzer durumlarda Ürdün’e, Türkiye’ye ve diğer birçok ülkeye ne kadar destek olduysa bu defa da o kadar olur. Kimse kimsenin, hele Türkiye’nin sırtından bir yükü almaz. Süha UMAR G A arip iştir diplomasi. Bildiğini zannedersin. Bilmediğini öğrendiğinde iş işten geçmiştir. Birkaç kitapdergi okuyup, biraz da gazete izledin mi, kalem kâğıda sarılıp, ne “stratejik derinlikler”e dalarsın, ne halkalar çizer, merkezine oturursun. Önce bölgelere, sonra dünyaya hükmedersin. İmparatorlukları diriltirsin. Âlem şaşar kalır. Şaşmakla kalsa iyi, bazıları, bir yandan “aman uyandırmayalım” diye ellerini ovuştururken bir yandan da “Bravo Kapitano” diye seni iyice ortaya iterler. Sonra bakarsın, arkanda kimse yok! Timur karşısındaki Nasrettin Hoca gibi. O zaman bir fil daha istemekten, kendi sonunu hazırlamaktan başka çaren yoktur. Artık gına geldiği için “kaç sorun politikası”na yollama yapmak bile abes. Hikmeti kendinden menkul dış politika ve strateji dehalarının elinde Türkiye’nin geldiği nokta bellidir. Sadece Ortadoğu’da bile düşülen durum, doğrusu kabul edilebilecek bir zul değildir. Hiçbir başka beklenti, niyet olmadığını varsaysak da PKK konusunda işbirliği gerekçesiyle üstelik nükleer konusunda kendi ulusal çıkarlarımıza ters olarak kolladığımız İran’ın, Başbakan Erdoğan’a daha ziyareti öncesinde başlayan, ziyaret sırasında terbiyesizlik düzeyine, bugünlerde ise düşmanlık ve meydan okuma tonuna ulaşan tavrı, dış politikada vahim bir değerlendirme, strateji ve taktik hatası yapıldığının en açık göstergesidir. Veya birilerinin ulağı olmanın bedeli! Karmaşık ilişkiler Oyun kurma düşü ile Arap dünyasının, Türkiye’ye hiçbir zaman yakınlık duymamış, kendi yanlışlarının bile sorumlusu olarak Türkiye’yi gören karmaşık ilişkilerinin içine girme hevesinin Türkiye’yi getirdiği yer ise hangi gerekçe ile gözlemci olarak katıldığımız bilinmeyen, onun da son toplantısına davet edilmediğimiz Arap Ligi’nin Suriye konusundaki tutumu dikkate alındığında, aklı selim sahibi herkesi düşünmeye itmelidir. Sayın Davutoğlu’nun yerine düşünüyorum da içimden şöyle demek geliyor: “Suriye konusunda hükümetimiz bunca çaba gösterir, ben de tam, Suriyeli muhalifler dahil bir Kürtler hariç! her şeyi yoluna sokup, Esad’ı hizaya getirecekken! Batı’nın ve Arap Birliği’nin Annan’ı devreye sokması doğrusu hiç de hoş olmamıştır. Batı’nın daha da ileri giderek Suriye’nin Dostları İstanbul Toplantısı’na katılımını manidar biçimde kısıtlı tutması, Annan’ın gelmemesi, tam da toplantı öncesinde ABD’nin, Suriye’ye askeri müdahaleye olumlu bakmadığını belli etmesi, doğrusu pek ayıp olmuştur. Bir de İran’ın kalkıp, biz onlar için kellemizi cellada ABD’ye uzatmayı bile kabullenmişken, nükleer toplantının İstanbul’da yapılmasına karşı çıkıp bizi günlerce uğraştırması olacak iş midir?” Üzülmeyin Sayın Bakan, siz bilmezsiniz, dış politika böyledir. Sayın Cumhurbaşkanı’nın, çıkarlarını kollayıp “reel politik” çerçevesinde hareket eden, daha düne kadar içtiği su ayrı gitmeyen dostu Ahmedinejad’ın ülkesine seferberlik ilanından bir adım geride kalan hazırlık gereğinden söz etmesi, yapılan değerlendirme hatasının ne denli büyük olduğunun bir diğer kanıtıdır. İran’ın Ortadoğu’da Türkiye’nin doğal rakibi olduğunu bile göz ardı etmenin sonucudur. Göçü hızlandırdığını bile bile, Sayın Başbakan Suriye’ye hâlâ savaş ilan etmeye çalışırken, Suriye’den mülteci akınına karşı BM’nin konuya el koymasını ve destek olmasını bekliyoruz. BM geçmişte benzer durumlarda Ürdün’e, Türkiye’ye ve diğer birçok ülkeye ne kadar destek olduysa bu defa da o kadar olur. Kimse kimsenin, hele Türkiye’nin sırtından bir yükü almaz. Ayrıca, Irak’tan benzer bir göç yaşandığında kaç PKK’li de beraber gelmişti hatırlayan var mı? Hani sonra Amerikalılar alıp götürmüşlerdi bazılarını. Ortadoğu’da İsa’ya da Musa’ya da yaranamadığımız belliydi. Bu gidişle korkarım Peygamberle de aramız bozulacak. Çan Kimin İçin Çalıyor?.. Dün gün boyu çanlar çaldı... Evlerde aramalar yapıldı, zanlılar götürüldü... Televizyonlarda alt yazılar “baskınları” haber verdiler... Dikkatli konuşmaları tembih edilmiş spikerler, ağızlarını yamultarak “konuklara” hukukun işlemekte olduğunu anlattırdılar... Koca çeneli çıkıp televizyonlarda anlattı: “Çan çan çan...” ? Bilirsiniz “beşinci çan”ın hikâyesini: Krallığın hüküm sürdüğü çağda şehrin merkezindeki kulede büyük bir çan vardı... Bir vatandaş öldüğünde çan bir kez çalardı... Bir asilzade öldüğünde iki, kralın adamlarından birisi öldüğünde üç, kral öldüğünde dört defa... Bir gün kralın mahkemesindeki yargıçlar insanların vicdanını sızlatacak kararı vererek, bir masumu mahkum ettiler... O gün çan beş kez çaldı... Herkes koştu çan kulesinin altına... Sordular çancıya: “Kraldan daha büyük ölen kim?..” Kuledeki yanıtladı: “Adalet öldü...” ? Dün yine bütün gün çanlar çaldı... ? “28 Şubat” diyorlar bu kez... 28 Şubat muhtırasından 15 yıl, iktidar olduktan 10 yıl sonra mı geldi aklınıza?.. Peki 28 Şubat kararlarının altında, o gün devlet bakanı olan Abdullah Gül’ün imzası var, bugün cumhurbaşkanınız... Çağırıp sorun mesela: “Niye imzaladın?..” Hukuksuzluksa, hukuksuzluğu imzalayan da sorgulanmaz mı?.. “Korktuk” derse... Korktuktan 15 sene sonra mı irkilir insan?.. ? Adalet ise... Salınan Hizbullahçılardan, zamanaşımına uğrayan Madımak’ta insanları yakanlara kadar... Kayıp trilyonlardan, evrakta sahteciliklere kadar... Otuzdan fazla AKP’li belediyedeki yolsuzluk iddialarından, daha önceki gün kapatılan Deniz Feneri dosyasına kadar... Say say bitmez... İktidara dokunan tüm yolsuzluk, vurgun, soygun iddialarının örtülmesi... Ama gerici yapılanmaya ve irticaya tepki gösteren ne kadar cumhuriyetçi varsa toplanıp hapishanelere doldurulmaları rastlantı mıdır?.. Böyle midir adalet?.. ? “Türkiye geçmişi ile yüzleşiyor” diyor koca çene... Bugünü ile niçin yüzleşemiyor?.. Çenelerine vurdu: Çan çan çan çan çan... Böyle Bir Türkiye’de Yaşamak mı? Erdener YURTCAN aman zaman bu soruyu sormak gereğini duyuyorum. Nedeni çok basit. Böyle bir Türkiye’de yaşamak H Z istemiyorum. Geçmişte yaşamak istiyorum. Dudak bükmeyin, görüyorum. Varsın evimizde soba yansın, salonun orta yerinde. Tüm aile onun etrafında toplanalım. Herkes o gün yaşadıklarını anlatsın. Hayatı paylaşalım ailecek. Elinde kara maşası, kestaneleri çevirsin sobanın üstünde dedem özenle. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi, etrafını süzsün tel çerçeveli gözlüğünün üstünden, övgüler bekleyerek. Radyo tiyatrosu başlasın, her hafta çarşambaları. Bir hafta komedi, bir hafta dram. Pür dikkat dinleyelim o billur sesli aktörlerini ve aktrislerini İstanbul Şehir Tiyatroları’nın. Arnavut bozacının gür sesi sarsın mahalleyi, konu komşu açsınlar pencerelerini, sıralarını beklesinler. Sonra zevkle yudumlasın herkes bozasını, sarı leblebi eşliğinde. Kara tren Kışlar olabildiğince sert geçsin. Diz boyu olsun kar, bata çıka gidelim tren istasyonuna. Gelsin salına salına kara tren bir gelin edasıyla. Yolcular insin, binsin. Herkesler birbirini selamlasın, göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamanda. Kırk beş dakikada varalım Sirkeci’ye, ne gam. Tramvaya binelim, üç kuruş verelim biletçiye, alalım bir öğrenci bileti. Kimi zaman delikli iki buçuk kuruşu da kabul etsin biletçi, hafifçe gülümseyerek. Yer verelim büyüklere, ayakta kalmasınlar. Başımızı okşasınlar, teşekkürün en nazik olanını hak edelim. Tıngır mıngır alalım yol, varalım okulumuza. Sıkıldık, hem de çok sıkıldık bu anlattıklarınızdan mı diyorsunuz? Çok yanılıyorsunuz. Şimdilerde yaşadığımız hayat mı, mutlu muyuz, durup bir düşünmek gerek. Nereden başlamalı, bilmiyorum ki. Toplumu sarmış iki virüs, en tehlikeli cinsinden. Birinin adı televizyon, ötekininse bilgisayar ve internet. Bu topluma ne veriyorlar ki bunca sayıda televizyon kanalı, yirmi dört saat yayın yaparak. Belgesel programı seyredenler parmak kaldırsın, ama dürüstçe. Kimse kusura bakmasın, onca diziye harcanan paraya yazık. Bilgisayar ve internet elbette bu çağın en önemli buluşlarından, kuşkusuz. Ama bu araç tabii ki çene çalmak için yaratılmadı. Cep telefonu dedikleri telefonları unuttuğumu kimse sanmasın. Telefon, ismi üstünde, sesi uzaktan aktaran bir haberleşme aracı. Bizde öyle mi? Sokağa çıktığınızda kulaklarımı çınlatın lütfen; o denli iştahla bu telefonlarla konuşanları gördüğünüzde. Öyle üzülüyorum ki cep telefonunun olmadığı dönemde Türk insanı nasıl ağır eziyet çekmiş, Çin işkencesinden beter. “Abidin sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye sormuş ya büyük Nâzım Hikmet, büyük Abidin Dino’ya. Mutluluğun resmi de anlatımı da elbette yapılabilir, ne gam. Mutluluk insanın çok uzağında değildir ki onu hisseder, onu yaşar insanoğlu, kimi zaman yalnız, kimi zaman paylaşarak yakınındaki ya da uzağındaki insanlarla. Mutluluk öyle yüce bir duygudur ki onun parayla pulla hiç mi hiç ilgisi yoktur. Mutluluk satın alınamaz. Mutluluk gelir, bir kelebek yumuşaklığında konar insanoğlunun yüreğinin ta derinliklerine, kucaklar onu bir bebek kadar saf ve temiz ve beklentisiz. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle