25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
26 ARALIK 2012 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA çevreci Amazon’ları IŞIL ÖZGENTÜRK Karadeniz’in rında tam beş dava açılmış. Şimdilerde gruplar halinde adliyenin önünde bekliyorlar. Onlar anlatırken aklıma, Kurtuluş Savaşı’nın simgesi kağnılarıyla silah taşıyan kadınlar ve Dağlarca’nın muhteşem şiiri “Mustafa Kemal’ın Kağnısı”ndan dizeler geliyor. “Ne o daldın?” dedi Melek, elindeki çay fincanını uzatırken, “bizim için meraklanma, benim koca ilk davadan beraat etti. Öte yandan oğullarımdan biri çocukluğundan beri polis RÖPORTAJ 15 16 aydır yaz kış demeden “direniş çadırı”nda nöbetteler genetik kod meselesi doğru mu? Direniş çadırındaki kadınların her biri, sanki birer Amazon, hani az sonra oklarını, yaylarını kuşanıp düşmanın üstüne yürüyecekler! Bu arada Melek oğlunu nişanlamış. Kızı da kendisi, pazar yerinde seçmiş. Yaykıllı kadınlar pazartesi cuma günleri, Gerze’de sadece kadınların olan bir pazar yerinde dünyanın en organik yeşilliğini, meyve ve sebzesini satıyorlar. Pazartesi cuma onların kutsal iş günü! O günlerde oklarını yaylarını erkeklere emanet ederek, kutsal ellerinde dünyanın en güzel nimetleri, pazara gidiyorlar. Melek de gelinini bu pazarda görüp beğenmiş. Ama artık zamanlar değiştiğinden kendisinin görüp beğenmesi yetmezmiş. Çocuklar birbirlerini görüp beğenmelilermiş. Eh fırsatı da yaratmışlar, oğlanla kız birbirlerine bir iyi tanımışlar. Şimdi mayısta düğün var, davetliyim. Kadınlar birlikteyiz ya, konu düğünde kaç davul çalacağına geliyor. “Altı” diyor Melek, “vay canına ne kadar çok” diye hayretimi gizlemiyorum. “Altı ne ki, on iki davul çaldıran var.” “Bu nasıl oluyor?” “Yemek pişirenler için iki davul, erkekler için iki davul, çocuklar için iki davul…” “Tamam tamam anladım,” diyorum. “Benden de herkese bir davul olsun!” Geçen mart ayında, gene buradaydım. “Direniş çadırı”nın gürül gürül yanan sobasında demlenen çaylarımızı içerken onlar gene bana, Sinop’un Gerze ilçesinin Yaykıl köyünün, Çakıroğlu mevkisine Anadolu Grubu tarafından yapımına karar verilen termik santralın sakıncalarını, topraklarına hiçbir yasal izin alınmadan giren buldozerlere karşı topraklarını nasıl koruduklarını anlatıyor, polis coplarının sıcak izlerini gösteriyorlardı. Bütün köy, yaşlısı genci, kadını erkeği o gün ilk kez biber gazıyla karşılaşmışlardı. Bereket köy esnafı olayın geçtiği yere kasa kasa limon taşımış, ahali yanan gözlerini limonla ovuşturarak topraklarını korumaya devam etmişlerdi. İşte ben gene 16 aydır, özellikle kadınların gece gündüz nöbet tuttuğu Yaykıl köyünün hemen dışındaki “direniş çadırı”nda onlarlayım. Neşelerinden ve inançlarından hiçbir şey yitirmemişler. Aksine her şey şimdi daha organize, herkesin nöbet günü ve saati belli. Yabancı plakalı bir araba köy sınırlarına yaklaştı mı, ellerde telefon köydeki herkes uyarılıyor ve beş dakika sonra bütün köy, çoluk çocuk “direniş çadırı”nın önünde. “Direniş çadırı” aynen duruyor ama başlarından bir yığın olay geçmiş. Birincisi mala zarar ziyan vermekten hakla Amazonlarla birlikte kendimi Amazon gibi hissediyorum. olacağım diye kafasına koymuştu. Ben ne dedim, ‘polis olursan sana analık hakkımı helal etmem’ dedim, çünkü polis bizi çok fena dövdü. Hiç suçumuz yokken copladı. Babasının bu yaşında kafasına dikiş atıldı. Ben oğlumu insanları dövsün diye yetiştirmedim. ‘Başka bir iş yap’ dedim. Başka bir işe girdi. 5 Eylül gecesi, bize yapılan zulmü, zalimliği sana anlatamam. Kayınpederim, seksen yaşında, ona bile saldırdılar. Ama biz Karadenizliyiz! Zalimin sopası bize değmez! Bizi yolumuzdan döndürmez!” Melek’e bakıyorum, acaba bu Rusya’nın PİSLİĞİ iz kadınlarla davul zurna işini konuşurken, dört üniversiteli bir ödev için kapıyı çalıyorlar. Hocaları “gidip çadırdakilerle konuşun, anket yapın, neden termik santrala karşılar öğrenin” demiş. Anket soruları çadırdakilere çok kolay geliyor. İçlerinden biri, “eksik çok” diyor. “Mesela, Rusya kendi pisliğini burada temizlemeye çalışıyor. Kendi kalitesiz kömürünü bize verecek.” “Mesela, Sinop bölgesinde bir değil, dört termik birden kurulacak. Acaba neden Sinop, sözün daha doğrusu neden Karadeniz? Biz size söyleyelim, burada nüfus yoğunluğu diğer bölgelere göre daha az. Zaten Çernobil’den sonra milletin yarısı kanserli, bize ölecek insan gözüyle bakıyorlar.” “Mesela, ankette yok, burası Türkiye’deki balıkların yüzde 75’nin yumurtalarını bıraktığı, bizim tabirimizle voli bölgesidir. Termik santral suyu alırken, yumurtalar flitrelere yapışmasın diye voli bölgesini klorlayacaklar yani yumurtaları öldürecekler. Ha bizi öldürmüşler ha balıkları.” “Mesela, burası, turizm bölgesi ilan edilen Sinop’dan kuş uçuşu kırk beş dakika ilerde, gündoğdu rüzgârı estiğinde Sinop’a kömür tozu yağacak. Bizden söylemesi.” “Mesela, neden termiklere verilen devlet desteği rüzgârı hedefleyen elektrik üreticilerine verilmiyor?” “Mesela, santralın tam da yapılacağı yerde pek çok tarihi çanak ve çömlek burada BEYAZ B çıkıyor, kıyıda suyun içinde, aşağıdaki tarihi kentin kalıntıları apaçık meydanda, Sinop Müze Müdürlüğü’ne, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, köy halkı olarak 247 imzalı bir dilekçe sunduk, bölgede yirmi yıldır araştırmalar yapan Prof. Dr. Owen Doonan’ın*, Kültür Varlıklarını Koruma ve Müzeler Müdürlüğü’nün, sualtında ve alanda yaptıkları araştırmaların, çalışmalarının raporlarını ve bölgenin Sinop Burnu’ndaki Roma organizasyonunu anlamada ve eski Roma dönemindeki ekonomik önemini göstermede önemli bir role sahip olduğunu ve 1. derecede SİT alanı ilan edilmesini ve kurtarma kazılarının hemen başlamasını talep ettik. Burası inatla 1. dereceden SİT alanı ilan edilmiyor. Acaba neden?” “Mesela, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, bölgeyle ilgili 30.04.2012 (ÇED) raporunda; bölgeye yapılacak bir termik santralın, bölgedeki orman dokusunu bozacağı, iklim değişimine, su ve toprak kirliliğine, gürültü ve radyasyona sebep olacağı, bu durumdan Gerze’ye kuş uçuşu beş km, Sinop’a on beş km uzaklıktaki Tabiatı Koruma alanı olan Sarıkum Göleti’nin olumsuz etkileyeceği, atık toplama kapasitesinin yetersiz olduğu, orman çalışmalarını aksatacağı, bu nedenlerle projenin orman alanı dışında, orman alanlarına etki mesafesi de göz önüne alınarak yeniden değerlendirilmesini ısrarla belirtiliyor. Neden biz hâlâ davul zurnamızı çalamıyoruz. Daha ne yapmamız gerek!” Meselalar uzayıp gidiyor. GİYSİLERE HASRET OLANLARI GÖRDÜK! Sonunda iki çocuk anası Şükran dayanamayıp söze giriyor. “Bir gün vali, kaymakam bizi toplamış, termik iyidir, şöyle şöyledir diyor. Anacağım orada bana bir güç geldi, karşımda koskoca devletin valisi, ayağa kalkıp, ‘Vali bey, siz bizi hiç adamdan saymıyorsunuz” dedim. ‘Bizi kör sağır sanıyorsunuz’ Cahil sayıyorsunuz. Oysa biz yerinde gidip gördük. Termiğin ne olduğunu anlamak için kömürden kararan Zonguldak’ın Çatalağzı’nı bir ziyaret ediverin. Görün yağan kömür tozunu’.” Çadırda, bir dalgalanma oluyor, en gençlerinden biri söze giriyor : “Oraya 40 kişi bir araba tutup gittik. Gittiğimizde sanki bir ölü kentte gezindik. Herkes suskundu. Sanki bir kül yığınının içinde hareket eder gibiydiler. Genç bir kız boynuma sarıldı, ağlamaya başladı: Bize görün de aynı kaderi paylaşmayın, biz burada beyaz giyemeyiz. Gelinler bile beyaz giyemez! Biz kömüre alışkındık, yanı başımızda kömür madeni vardı, erkeklerimize iş olur hadi yapılsın dedik. Madenin karası neymiş ki, gerçek karanlığı gördük. İş mi, erkeklerimiz gene gurbette.” Birden Melek’ten bir ses yükseliyor: “Uy! Daldık, kedileri beslemeyi unuttuk.” “Direniş çadırı” olur da köpeği, kedisi olmaz mı? Çadır ilk kurulduğunda bir kedicik, daha ilk gün gelip sedire konuvermiş. “Vay anam bu bizim kısmetimizdir” denilmiş ve kediye ilk sütüyle birlikte “Direniş” adı verilmiş. “Direniş” şimdi kocaman olmuş, dört tane de nur topu gibi yavru doğurmuş. Direniş Bir, Direniş İki, Direniş Üç, Direniş Dört… Rivayet odur ki, Direniş’in çok kuvvetli bir koku alma yeteneği varmış, kim yabancı, kim art niyetli hemen anlayıp yallah yüzünü tırmalıyormuş. Benimkini tırmalamadı. Hocamız arka çıkmadı biz de onu gönderdik H asibe Hanım, “Az açılın biraz da ben konuşayım. Hocayı anlatacağım vallahi”... Çadırdakiler Hasibe Hanım’ı teşvik ediyor, “anlat bi gayrı”... Hasibe Hanım başlıyor: “Bizim yirmi bir yıllık bir hocamız vardı. Severdik ama bu termik işi başımıza geldi, hoca bize soğuk. ‘Allah allah ne oluyor?’ dedik: Bir kusur mu işledik? Bilmiyoruz gayrı, bir gün çadırda iftar yemeği veriyoruz, hocanın da ezan okumasını istedik. Çadırın önünde. Hoca geldi ama bir gönülsüz bir gönülsüz. Hani böyle de ezan okunmaz ki, hani zorla bu işi yapıyor. Çok canımız sıkıldı. Köycek toplandık, ‘Hoca’ dedik, ‘seninle işimiz buraya kadarmış, gel gönüllüce buradan git’. O da gitti. Biz köycek kararları birlikte alırız, bak bir de benim canımı en çok ne sıktı biliyor musun? O buldozerler köyde topluca sünnet eğlencesi olduğu gece geldiler. Sünnet çocuklarımız bırakıp koştuk, bir de arabaların plakalarını öyle bir kapatmışlardı ki, üç dört kişi plakanın üstündeki kapatma maddesini bir türlü çekip çıkaramadık. Yahu biz gâvur muyuz?” Melek atılıyor, “hele şu köpek meselesini anlatın”. Gülüşmeler başlıyor, ben herhalde, çadırın dışında gelip gideni kontrol eden köpekten söz edeceklerini düşünürken, onlar kahkahalar arasında anlatıyorlar. Efendim, Çatalağzı bölgesinde köpek kalmamış. Bu nedenden civar köyler köpeklerine özellikle dikkat eder olmuşlar. Çünkü Çatalağzı’nda termikte çalışması için getirilmiş Çinli işçiler varmış, bu işçiler de köpek etini pek severmiş. Ben acayip şaşırıyorum, Çatalağzı nire Çin nire… “Hayır olamaz” diyorum. Amazonlar yüzüme garip bakıyorlar. “Ne oldu inanmadın mı?” diye soruyorlar: “O zaman aha üşenme kalk Çatalağzı’na gitti, çekik gözlüleri kendi gözünle gör!” Mülteciler ve kaçak işçiler üstüne, muhteşem bir destan olan İspanyol filmi “Biutiful”da Barselona’da kaçak çalıştırılan Çinli işçilerin gaz sobasından nasıl zehirlenip öldüklerini görmüştüm ama aklım Karadeniz’de Çinlileri pek almıyor. Bu da beni Amazonlar karşısında pek bir küçük düşürüyor. Çünkü sözler hazır, “Sen asgari ücretin kaç lira olduğunu biliyor musun? Hem bunun sigortası, vergisi var. O zaman Çin’i geç bir kalem, Fizan’dan bile işçi getirirler”. Derin düşüncelere dalıp “Gerçekten köpek kalmamış mı?”diye yeniden soruyorum. “Vallahi kalmamış” diyorlar. Vay amam vay, gene şaşırıyorum. Meğer burası çadır değil mübarek yatır olmuş. Öyle ki köydeki kızlar, okumuşu yazmışı, meslek sahibi olanı olmayanı ve de hepsi gerdeğe girmeden önce çadırı ziyaret ediyorlarmış. Yok arkadaş, önce çadıra gidilecek. Çadırda çaylar demlenip artık mevsimine göre aşure mi yenecek ya da dev karpuzlar mı kesilip dağıtılacak. Ama illa ki çadıra gidilecek. Gerdeğe giren kızın (Amazonun) arzusu yerine getirilecek… Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi daim/ Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına/ Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti/ Niceden niceden... Adı “Direniş”. Bu yıl 4 yavru doğurdu. * Prof. Dr. Owen Doonan, Sinop Bölgesel Arkeolojisi Yöneticisi, California State University Northridge
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle