19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 EKİM 2012 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ABD’nin Şeytan Üçgeni Büyük Ayıp BÖYLE rezalet görülmemiştir. Bir devlet düşünün ki; vatandaşları kendilerine ne deneceğini, neyin nesi olduklarını bir türlü kestiremeyip bu yüzden birbirlerine düşsünler ve saatlerce günlerce aylarca tartışıp dursunlar. Böyle ulus da görülmemiştir, böyle devlet de. İnsanlar, neredeyse hangi devlette yaşamakta olduklarını, hangi ulusun bireyleri sayıldıklarını bilemez duruma düşecekler. Böyle uygar toplum, böyle çağdaş devlet olmaz. Bu rezaletin bitmesi, durması, durdurulması gerekir. Durdurma görevi devletindir ve bu görevi yerine getirmek, herkesten önce devlet başkanına düşer. Dolayısıyla, Sayın Cumhurbaşkanı açıkça resmi yayın kurumlarının birinden ulusa ve dünyaya seslenerek devlet başkanı bir vatandaş olarak “Türküm” demeli ve noktayı koymalıdır. ebinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğini ve pasaportunu taşıyan herkesin, yerli ya da yabancı herhangi bir resmi makam önünde demek zorunda olması gibi. Niçin anlaşılmıyor ve anlatılamıyor? Çok mu zor ve çapraşık? Yoksa, bütün bu şaşkınlıkların, duraksamaların, ayak sürümelerin özünde “ulus” olma isteksizliği, cemaat ya da aşiret olarak kalma ilkelliği, birtakım pişmanlıklar, yan çizişler, kırgınlıklar, kızgınlıklar, nefretler, husumetler mi var? ütün bunlar var olsa da, vatandaş kalındığı sürece yadsınamaz bir “hukuksal” durum söz konusudur: “Türklük kimliği”, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, resmen “azınlık” olarak tanınmış olsalar bile, vatandaş kaldıkları sürece kabul etmek zorunda oldukları “ortak kimlik”tir ve böyle olduğu için, ırkları, etnik kökenleri, dilleri, dinleri, doğum yerleri ne olursa olsun, farklılıklar birer özgürlük konusu olarak devletçe korunur, ama ulusal ve uluslararası hukukta vatandaşlara, öbür kimlikleriyle birlikte, yine de “Türk” denmelidir ve denir. Cumhuriyetin ilk anayasa metinlerinde de “herkes” ya da “vatandaşlar” yerine hep “Türkler” denmiş ve anayasa kurallarına “Her Türk” diye başlamak yeğlenmiştir. O zamandan beri ne oldu da, Türklük bir hukuksal kimlik olarak bile beğenilmez oldu? Devlet babanın kucağına oturup sakalını yolmak da yeni çıktı. Tepeniz atıp “beğenmeyen gider” demek geçmez mi içinizden? Uzun vadeli planlarını İkiz Kuleler saldırısından sonra hızlandıran ABD, terör odağı kabul ettiği İslam coğrafyası içinde kendisine hizmet edecek ılımlı İslam karakolları kuruyor. İlhan İREM ürkiye’yi çağdaşlık yolundan saptırıp yeniden cehaletin kucağına atmak isteyenlerin başlıca yalanı, laikliğin demokrasiye aykırı olduğunu söylemek. Oysa, demokratik Batılı ülkelerin hepsi laiktir ve laiklik olmadan demokrasiden söz edilemez. Ülkemizde yaşanan süreçte, dinin devlet işleri ile dirsek temasının bile demokrasi ve özgürlükleri nasıl buharlaştırabildiğini giderek büyüyen acılarla görüyoruz. ABD’nin ve diğer emperyalistlerin çağdaş Türkiye’yi ılımlı İslam projesiyle uysallaştırıp eritme planı, son on yıldır büyük bir hız kazandı ve “son darbe” aşamasına geldi. Gerçekte olmayan bir sorunla karşı karşıya getirilip laiklik ve demokrasinin kurmaca ayrımında akıldışı bir tercihe doğru sürüklenmek istenen Türkiye’nin iki binli yıllarda yaşadıkları, esaret, ölüm ve adaletsizliğin şeytan üçgenidir. Küresel derebeyleri, demokrasi ve normalleşme yalanlarıyla besledikleri kitlesel cehaleti örgütleyerek paylaşım politikaları için kullanıyorlar. Dünya tarihinin her döneminde çeşitli çıkarlar uğruna egemen güçlere boyun eğip ülkelerine sırt çevirenlerin aymazlık hikâyeleri var... Konular ülkeden ülkeye farklılık gösterse de hepsinin davranış biçimleri ortak. Yerelde; kendi düzeninin kayığını bağladığı T C B emperyalist amaçların dümen suyunda laikliği yok etmek.. Ulusal değerleri hiçlemek… Sözgelimi, Kuzey Ege’nin yaşam kaynağı olan Kaz Dağları’nı çokuluslu altın canavarlarının insafına terk edip 11 yılda 10 milyar liralık bir rant için çöplüğe dönüştürülmesine göz yumabilmek… Ki, kirlenen yeraltı sularının, ağaçların, toprağın, havanın, insan sağlığının geri gelmeyecek olması dışında, Kaz Dağları’ndaki tarımın 11 yıllık geliri 77 milyar liradır. (*) Tüm bilimsel, çağcıl ve yaşamsal verileri es geçen bir beyin yıkamayla bilinçsizliği kutsamak... Dış amaçların pazar savaşını kendi ülkesinin savaşı gibi vitrinleyip o amaçlar uğruna ülkeyi savaşa sürüklemek, sebepsonuç ilişkisi kuramayan insanlara savaş türküleri söylemek... Bunlar cehaletin en büyüğü değilse, kişinin kendi ülkesine yapabileceği en büyük kötülükler. Egemen güçlerin derdi bugün için petrol… Gelecekte su ve Afrika çöllerine kurulacak güneş enerjisi panelleri. Uzun vadeli planlarını İkiz Kuleler saldırısından sonra hızlandıran ABD, terör odağı kabul ettiği İslam coğrafyası içinde kendisine hizmet edecek ılımlı İslam karakolları kuruyor. Bu kurulumun pilot bölgelerinden birine dönüştürülen ülkenin etrafı görünmez tel örgülerle çevriliyor. Direnenler, duvarların arkasına atılırken, ulusal değerler bir bir siliniyor. Yaşanan oyunları görebilmek ise düne, bugüne, yarına sahip çıkacak bir vicdan ve evrensel insan duyarlığı gerektiriyor. İşte bu gezegensel barışçıl hassasiyeti yaratan, aydınlanma devrimini hayata geçirip tüm İslam âlemi içinde Türkiye’yi ayrıcalıklı kılan Atatürk’ün cumhuriyetine saldırıları bundandır. Petrolunu elinden aldıkları çöl krallıklarının yedi yıldızlı otellerle dolu görgüsüz başkentlerinde altın kaplamalı limuzinleriyle turlayan bedevilerin ülkesine benzetmek… Onlar gibi tepkisiz, uysal, yaşamasız yığınlar yaratabilmek. Bir Mustafa Kemal’leri olmadığı için laiklikten yoksun olan İslam ülkeleri, devlet ve toplum hayatında bilim yerine dini referans aldıklarından, yaklaşık 1.5 milyarlık Müslüman nüfusa oranla çok az sayıdaki dünya vatandaşlarının dışında, bilimsiz, sanatsız, hürriyetsiz… Çağdaş kadın ve çağdaş gençlikten yoksun bir yaşam güdüklüğü içinde, korkuların, dogmaların ve hurafelerin cenderesinde kıvranıyor. İslam dünyası, din olgusunu sadece kişilerin iç dünyalarında bırakıp çağın özgürlüklerine korkusuzca açılmadıkça, bilim ve evrensel sanatın derinliklerine yükselebilecek bir toplumsal bilince ulaşmadıkça, gelecekte modern dünyanın daha da kölesi olacak ve hoşgörüsüz, tek boyutlu yaşamlar doğurarak büyüyen kronik cehaletten kurtulamayacaktır. (*) Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi / Ziraat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kenan Kaynaş’ın Kaz Dağları Raporu. (2011) Hapishanelere Bayram Gelmiyor... Ne sarılacak bir can... Ne harçlık verilecek bir çocuk... Demir kapıların sesinden başka ses bile yok... ? Hapishanelere bayram gelmiyor... ? Daha dün bir ormanın kıyısından geçtim, Ankara’nın bozkırında bir orman, içinde bir üniversite, binlerce çocuğu okuyor vatanın... Bir hastane; genç, yaşlı, varlıklı, varlıksız hastalar şifa arıyorlar... Heykelini yaparlar bunları yapanın... Ama bu bayram da tutuklu Prof. Mehmet Haberal, suçunu dahi bilen yok. ? Mustafa’nın Yağmur’una bu bayram da yalan söyleriz... “Yakında çıkacak” deriz... Yağmur bu bayram da babasız... ? Tuncay’ın ve diğer tutuklu tanıdıklarımın yurtseverliğini bilmesem... Böyle yanmazdım... ? Soner Yalçın’ın sitemi yayımlandı, tümünü anlatıyor size: “Günde 17 saat su verilmeyen, 24 saat aydınlanma lambalarının açık olduğu ve her anımın 2 kamerayla izlendiği cezaevindeki koğuşumda bazen kendimi bu sözü söylerken yakalıyorum: ‘Kimse var mı orada?’ Yaklaşık 2 yıldır tutukluyum. Daha mahkeme ne kadar sürecek bilmiyorum. Fakat ben şimdiden, unutuluşa mahkum edildim... Adım, Soner Yalçın. 47 yaşındayım... (.......) Türkiye’deki meslektaşlarım şeytani bir entrikayla hapse atıldığımı biliyor. Fakat büyük çoğunluğu, cezaevine gönderilmemek, işsiz kalmamak için korkup gerçeği yazamıyorlar. Bu sebeple ben de size bu mektubu yazıyorum. Aydınlanmayı, özgür düşünceyi, akılcılığı sizden öğrendik biz; Erasmus, Descartes, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, David Home, Kant, Marks, Weber, Sartre, Camus değil misiniz siz? (.......) Sevgili dostlar, evet siz benim ‘suç’ ortağımsınız! Sizi harekete geçirmeye çağırıyorum. Yalnız olmadığımı gösterin. Sessizliğe mahkum edilişime son verin. Sesim olun, kalemim olun. Yıkın yalanlarla örtülü şu zindanın dört duvarını. Yoksa... Yine; toprağa, çiçeğe, ağaca ve en dayanılmazı 12 yaşındaki oğlumun kokusuna hasret; insani niteliklerimi kaybetmem için yoğun tecrit uygulanan cezaevindeki koğuşumda kendimle konuşmaya devam edeceğim: Kimse var mı orada?..” ? İşte bayram... Sizce vicdanların aklandığı günler midir bayramlar?.. Ama hapishanelere bayram gelmiyor... anakkale 1915 filmini gözyaşları içinde izledim. Senaryonun sahibi Turgut Özakman ve filmin yapımcılarını kutlamak isterim. 2.5 saate yakın büyük bir duygusallıkla izlenen film çok şey öğretiyor, çok şey düşündürüyor. Büyük yazar ve düşünür Atillâ İlhan’ın vurguladığı gibi, vatan savunmasında dövüşen ve can veren bu yiğit, bu kahraman insanlara çok şey borçluyuz. Benim için en çarpıcı öğelerden birisi, yurt savunmasında iman ve inançların Ç Çanakkale 1915 Prof. Dr. Coşkun Özdemir nasıl olumlu bir rol oynadı nisite, din, mezhep, cemağını ve oynayacağını gösteren at, tarikat üzerinden popülizm sahneler oldu. Oysa onlarca ve bölücülük yapıyor. Halkın yıldır politikacı dini ve inanç inancı, Cumhuriyet devrimları halkı kandırmak için, lerini, çağdaşlamayı karalaondan hak etmediği oyları mak, ona karşı durmak için toplamak için, demokrasinin kullanılıyor. Politikacı emolmazsa olmazı aydınlan peryalizmin oyunlarına alet maya, laikliğe karşı çıkmak olup iktidar uğruna işbirlikiçin kullanıyor. Yaşar Nu çilikten geri durmuyor. Sevri Öztürk’ün deyimi ile Al gili dostlar, gidip görün bu lah ile kandırıyor, ırkçılık, et muhteşem filmi. Yurtsever liğin, vatanseverliğin, özverinin, yiğitliğin, kahramanlığın örneklerini görün. İstiklal Savaşı ile birlikte en zor koşullarda gerçekleşen Çanakkale direnişinin kahramanlarını anlarsanız politikacının iğvasına aldanmaz, iktidar amaçlı bölücü, cepheleştirici politikaların tarafı olmazsınız. Böyle bir taraftarlıktan utanç duyarsınız. Ben 83’üncü yılını yaşayan bir Cumhuriyetçi ve aydınlanmacı olarak bir gün böyle bir uyanışa gözlerimizi açacağımıza inanıyorum. İHO’lar Yeni Bir Çocuk İstismarı Fatma ESİN Jet hızı ile gündeme oturtuldu. Yangından mal kaçırırcasına uygulanmaya başlandı. Her şey 4+4+4 diye isimlendirilen kesintili eğitim için... Milli Eğitim Bakanı bütün gücünü harcayarak okulların büyük çoğunluğunu kısa zamanda imam hatip okullarına (İHO’lara) dönüştürdü. Çocuklarını bu okullara kayıt yaptıran aileler için göz ardı edilemeyecek, özendirici vaatlerde bulunuldu. Amaç, 10 yaşındaki çocukları İHO’lara yönlendirmek... Ayrıca şimdilik İHO adını almamış okulların müfredatlarını İHO’lara yakınlaştırmak için gereken önlemler alındı. Teoride seçmeli, fakat uygulamada büyük oranda zorunlu din bilgisi, Kuranıkerim, Hz. Muhammet’in hayatı dersleri ile ağırlık dini bilgilere kaydırıldı. Amaç; çağdaş eğitimi yok etmek... Kısaca eğitimi dinselleştirmek! Bu olgu sözlü olarak da dile getirildi. “Çok şükür bütün okulları İHO’lara dönüştürme şansını yakaladık” dedi bakanlardan biri. “Çok şükür bu millet okullarına kavuştu” dedi Başbakan’ın kendisi. İşte bu yapılanlar açıkça çocuk istismarıdır. Çünkü geleceklerini güvence altına almak için çocukları kullanmak, onlara zarar vermektir. İktidara geldiklerinden beri laik düzene, Cumhuriyet kazanımlarına darbe üstüne darbe vuran yetkililer, son darbeyi eğitime indirerek hem başarılarını perçinlediler, hem de ileriki yılları da garantiye almış oluyorlar. Yaratacakları dini eğitimli kuşaklar iktidarlarının ilelebet sürmesini sağlayacak. İşte bu amaç uğruna o zavallı çocuklara, tertemiz beyinlere zarar vermekten kaçınmıyorlar. Çünkü henüz insanı, doğayı, yaşamı yeterince tanımamış, doğruyla yanlışı kendi görüşüyle ayırt etme düzeyine erişmemiş bir çocuğu dini eğitime mahkum etmek onun yaşama özgürlüğüne ipotek koymaktır... Özgür birey olmasını engellemektir... Yaşamını öbür dünya korkularına veya soyut öbür dünya ödüllerine endekslemektir... Soyut kavramlarla gerçek yaşamdan koparmaktır... Tabii yaratıcılığını da engellemektir... Yaratıcılık için insanın önce ‘neden’ ve ‘niçin’ sorularını sorma özgürlüğü olmalıdır... Sonra bu sorularına yanıt ararken deneye, gözleme, araştırmaya gereksinimi vardır. Oysa dini eğitimde neden ve niçin sorularına yer yoktur; kurallar sorgulanamaz. Binlerce yıl önce yazılmış kutsal kitaplar, o gün yazıldıkları şekliyle okunmak ve yorumlanmak zorundadır. Kısaca dini eğitim, eğitimi bilimsellikten, toplumu da çağdaşlıktan uzaklaştırır. Kendini Batı dünyasında kanıtlamış bir bilim adamı olan Nobel ödüllü Pakistanlı fizikçi Muhammed Abdüsselam bu gerçeği şu sözlerle dile getirmiştir: “Bu gezegen üzerinde gelmiş geçmiş uygarlıklar arasında, bilimin İslam ülkelerinde en zayıf olduğu konusunda günümüzde herhangi bir tereddüt yoktur. İçinde bulunduğumuz çağda, bir toplumun onurlu bir şekilde ayakta durması doğrudan doğruya onun bilim ve teknolojideki gücüne dayandığına göre, bu zayıflığın tehlikeleri ne kadar vurgulansa azdır.” Bu bağlamda iktidar bindiği dalı kesmekte; ama farkında değil! C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle