27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
6 AĞUSTOS 2011 CUMARTES CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 Ekranların sevilen dizisi Dr. House’un baş karakteri Hugh Laurie’nin ilk albümü ‘Let Them Talk’ Reçetesiz satılamaz MURAT BEŞER Düzeyli Bir Yönetmeni Anarken Sanırım 1959’du. Saraçhane’de, bulvar üstündeki küçük kahvede (yani a dergisi’nin yazıhanesinde) oturuyorduk. Yılmaz geldi. Yılmaz Pütün. Işıl ışıldı. “Hayrola?” dedik. “Yeni bir öykü mü yazdın?” “Bir filmde oynuyorum,” dedi. “Bu Vatanın Çocukları’nda. Hem de başrol.” “Sen şaşırmışsın,” dedik. “Atıf Yılmaz yönetiyor” dedi. “Atıf Yılmaz da şaşırmış. Senden oyuncu mu olur!” İki Yılmaz’ın da şaşırmadığı kısa sürede kanıtlandı. Bu Vatanın Çocukları’nı aynı ikilinin Alageyik’i izledi. Yılmaz Pütün de Yılmaz Güney oldu. Geçen hafta Atıf Yılmaz’ın anılarını yeniden okurken hatırladım bunu. Yılmaz bu rolü neredeyse kopara kopara almış. (Aynı filmle ilgili bir başka şey daha: Küçük kızı oynayan çocuk da ileride Nesrin Topkapı olup çıkacakmış.) Atıf Yılmaz en çalışkan yönetmenlerimizden biriydi. 119 filme imza atmıştı. 51 filmin senaryosunu yazmış, 27 filmin yapımcılığını üstlenmişti. Bu kadar çok film yapan bir yönetmenin düzeyini sürekli koruyabilmesi kolay değildi doğrusu. Resim denilince sadece iskambil kâğıtlarındaki oğlanı, kızı, papazı düşünen kişilerin kol gezdiği bir ortamda Atıf Yılmaz elbette öne çıkıyordu. (Ama hakkını yemeyeyim, Yeşilçam, yokluktan var etmeyi becerebilen Musa’ların sokağıdır. Boyuna mucizelere tanıklık eder. Oturup Kierkegaard’dan söz edebileceğiniz kişiler de vardır orada, Yahya Kemal deyince boş gözlerle yüzünüze bakanlar da.) Atıf Yılmaz’ın başarısının arkasında sanatçının kültür birikiminin, dünyayla, çevresiyle ilgilerinin, başka sanat dallarıyla yakın ilişkilerinin yattığını düşünüyorum. Atıf Yılmaz, Orhan Kemal’den Yaşar Kemal’e, Kemal Tahir’e uzanan dostluklardan kendisini besleyen kaynaklar yaratmayı bilmiş, o kaynakları da kişiliğini ve mesleğinin onurunu koruyarak kullanmayı başarmıştı. Bu başarının bir başka nedenini de yine anılarında görmüştüm: İşini seviyordu. Ona tutkuyla bağlıydı. Sinemayı yaşamının odak noktasına yerleştirmişti. Hollywood’da 1940’ların Altın Çağ döneminin yaratıcıları gibi düşünüyordu: Sinema olmazsa olmaz! Ama o sinemayı yapmak pek kolay değildi. (Sorunlar değişti gerçi... şimdi de değil.) Atıf Yılmaz’ın dorukta olduğu yıllarda Yeşilçam son derece sınırlı klişeler içinde çalışıyordu. Öykülerin, değil anahatları, ayrıntıları bile kopya kâğıdıyla çoğaltılmış gibiydi. Bir filmin afişine bakınca, oyuncuların adlarını okuyunca o filmi daha sinema salonuna girmeden görmüş gibi oluyordunuz. İşletmecilerden alınan avanslarla yaratılmaya çalışılan yapıtlar iki haftada kotarılıp seyirci karşısına çıkarılıyordu. Atıf Yılmaz da bu kasırganın içindeydi. Ama Beş Kardeştiler, Battı Balık, İki Gemi Yanyana gibi filmlerini yaparken bile o kasırganın içine incelikler yerleştirmeye çalıştı. Kendi görüşlerini benimsemiş bir avuç yapımcıyla işbirliği ederken ya da yapımcılığını da üstlendiği filmlerde ise sinemamızın hep onur duyacağı yapıtlar yarattı. Atıf Yılmaz’ın bir özelliğinden daha söz etmeliyim. Birçok değerli sanatçı onun yanında yetişti. Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Zeki Ökten, Şerif Gören, Ali Özgentürk mesleğe onun yardımcılığını yaparak adım attılar. Düzeyli bir ustaçırak ilişkisi sonunda usta oldular. Ünlü televizyon dizisi “House MD”nin baş karakteri Dr. Gregory House, yeni kuşak izleyicinin favorisi. Tüm tedavisiz Narsisizmi, tuhaf saplantıları, itici zaafları, iflah olmaz nihilizmine karşın, vazgeçilmez biri bu huysuz herif. Çünkü bu sıra dışı asosyal kahraman, azmi, zekâsı ve hafiyelik becerileriyle Sherlock Holmes’ü andırıyor. Her iki karakterin de enstrüman çalması, ilaç bağımlısı olması, inişli çıkışlı bir karşı cins ilişkisi yaşaması (ayrıca House’un apartman numarası ile Holmes’ün sokak numarası arasındaki benzerlik) tesadüf değil. Hastalardan mesai arkadaşlarına, herkese karşı mesafeli olan bu bastonlu aksi herifin dış görünüşünün özdeşleştiği uzvu ise aksayan sağ bacağı. Bir de Dr. House’u canlandıran İngiliz aktör Hugh Laurie var ki; o da pek sıradan biri sayılmaz. Laurie aslında ciddiye alınmayı gerektirecek kadar iyi bir müzisyen. Piyano çalıp şarkı söylüyor. Üstelik kısa bir süre önce çıkan ilk albümü “Let Them Talk”, hiç de yabana atılacak cinsten değil. Genellikle, müzik dışı yıldızların albümleri dikkate alınmaz, başlarda suni bir şekilde alınsa da, zaman denen acımasız eleştirmen onları eninde sonunda hak ettikleri yere alır fırlatır. Ancak Aslında Laurie ciddiye alınmayı gerektirecek kadar iyi bir müzisyen. lk albümü “Let Them Talk” ise yabana atılacak cinsten değil. “Doktor”, ilk albümünde, popüler bir dizi oyuncusu oluşunun avantajına da sığınmıyor. “Let Them Talk” kesinlikle onlardan değil. Doktor ilk albümünde popüler bir dizi oyuncusu oluşunun avantajına sığınmıyor. Allen Toussaint gibi büyük bir müzisyeni arkasına alıyor ve albüm hakkındaki tüm bahisleri müzik dışına taşımadan, bel altı çalışmadan sürdürmeyi beceriyor. Ciddi yorumlar alıyor, bizdeki gibi boyalı gazetelerin magazin sayfalarına ko nuk olmadan. Her ekranda boy gösteren palyaçoların reklamlarına tenezzül etmeden albümünden güzel cümlelerle söz ettiriyor. “Let Them Talk”, New Orleans blues şarkılarından oluşan bir seçki. Parçalar canlı çalınmış izlenimi uyandırıyor, birer aşk mektubu gibi görünüyor. Mardi Gras referanslar; sevinç ve keder, gönül yarası ve mutluluğu anlatan mizah dolu şarkılarda şehirli mo dern yaklaşımlar görülüyor. Doktorun kendine has bir hikâye anlatımı var. Kaderciliğe prim tanımıyor, tıpkı dizideki karakter gibi. İki şarkı gospel: “Battle of Jericho” ve “The Whale Has Swallowed Me”. Burada dindar olmayan bir adamın ruhaniliğe ve İncil alıntılarına yaklaşımını gözlemliyoruz. Başladığı gibi, insanlık tarihinden alıntılar, evrensel aşk hikâye leri arasından geçerek aynı duygular ve temizlik içinde bitiyor “Let Them Talk”. Doktor’un küçük iddialar taşıyan, bu samimi ve sıcak bir albümle attığı müzikal adım, biyografisi adına olumlu bir girişim. Bizde reklamlarda oynayıp, dizilerde ünlenen manken albümlerine benzemiyor. Çünkü Laurie kesinlikle iyi bir müzik adamı. Ayrıca satış rekorları falan kırmayı planlamıyor, banka hesabını şişirmeyi de. Bize sadece güzel ve alçakgönüllü bir albüm yapabileceğini göstermek istiyor. Albümün bukletine düştüğü notta “1890’larda Alabama’da doğmadım. Öğütülmüş mısır yemedim, ekin ekmedim ya da yük arabasına binmedim. Hiçbir çingene kadın ben doğduğumda anneme bir şey söylemedi ve peşimde iz süren bir av köpeği olmadı. Bu albümün, size benim beyaz, orta sınıf bir İngiliz olduğumu ve açık olarak Kuzey Amerika’nın Güney’indeki mit ve müziğe hakkım olmayarak giriş yaptığımı göstermesine izin verin… Soylu ve köklü bir şey istiyorsanız bunu başka bir yerde arayın, çünkü size göre bir şeyim yok” diyor. Hugh Laurie’nin bu albümle çizdiği portre, Dr. House’dan pek uzak değil gibi, değil mi? ([email protected]) Antonio Banderas ve Pedro Almodovar 21 yıl sonra bir arada ki eski dostun buluşması Kültür Servisi Ünlü oyuncu Antonio Banderas ile Oscar ödüllü yönetmen Pedro Almodovar’ı 21 yıl sonra yeniden bir araya getiren “The Skin I Live In” adlı psikolojik gerilim 26 Ağustos’ta İngiltere’de gösterime giriyor. Prömiyerini geçen mayısta 64. Cannes Film Festivali’nin yarışma bölümünde yapan film, Fransız yazar Thierry Jonquet’in “Tarantula” adlı romanından beyazperdeye uyarlandı. Kendisini dünya çapında üne kavuşturan 1990 yapımı “Tie Me Up Tie Me Down” filminde başrolü üstlendikten 21 yıl sonra yeniden Almodovar’la çalışmaktan memnuniyet duyan Banderas, “The Skin I Live In”de yıllar önce tecavüze uğrayan kızının intikamını almak isteyen bir plastik cerrahı canlandırıyor. Cerrahın saplantılarını ve dış etkenlere karşı dayanıklı bir insan derisi yaratma sürecini konu alan filmde Almodovar, seyirciyi zaman ve mekân kavramlarının anlamını yitirdiği bir dünyada cinsiyet ve cinsel tercih gibi konuları sorgulamaya davet ediyor. Mütevazı bir bütçeyle çekilen filmin kadrosunda Marisa Paredes, Elena Anaya, Jan Cornet, Robert Alamo, İsabel Blanco, Fernando Cayo gibi isimler yer alıyor. A T A T Ü R K Ç Ü D Ü Ş Ü N C E D E R N E Ğİ İ S T A N BU L Ş U BEL ER İ 07.08.2011 Pazar Saat 13.00 Atatürkçü Düşünce Derneği 2011 İSTANBUL ÇALIŞTAYI PANEL; ZÜLFİKAR NAKLİYAT Ev ve Ofis Taşıma cılığı Telefon: 0216.575 91 22 0532.564 17 17 0555.302 66 34 Sizin için taşınmayı sorun olmaktan çıkarıyoruz... “DÜN’den YARIN’a ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ” KONUŞMACILAR: ADD GENEL BAŞKANI Tansel ÇÖLAŞAN PROF. DR. Naci KEPKEP DR. Armağan Cengiz BÜKER “SEVGİ ve BİLGİ PAYLAŞTIKÇA ARTAR.” Yer: Şile Değirmen Otel Şile Merkez İstanbul İletişim: 0532 570 20 77 0533 666 48 93 C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle