17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
24 HAZ RAN 2011 CUMA CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 17 Daha iyi bir insan olmak, daha güzel bir dünya için Nefret Kültürü ve Yarının Tarihi (3) Geçen haftaki yazımı şöyle noktalamıştım: “…Yani, bir nefret kültürünün egemenliğinde gerçekleşen duygusal doz aşımı durumunda, ne savaş için söylenenler yalnızca savaşta, ne de seçim için söylenenler yalnızca seçim meydanlarında kalabiliyor!” Bireyleri ve toplumları gırtlak gırtlağa getirmek için damarlara verilen nefret zehrini istendiğinde etkisiz kılabilecek bir ilaç, henüz bulunmadı. O yüzden savaşlarda çarpışmaları durduran barış antlaşmalarının altındaki imzalar, yıllarca birbirinin kanını dökmüş olan toplumların karşılıklı nefretlerini ortadan kaldıramıyor. Demokrasinin(!) geçerli olduğu ülkelerde de meydanlarda atılan nutukların sonucu aynı. İktidara aday olan parti, seçmenlere neden kendisini seçmeleri gerektiğini anlatırken partiler demokrasisinin sınırlarını aşıp öteki partilerin aslında ‘olmamaları gerektiği’ gibi bir telkinin kapılarını çalmaya başladığında, rüzgâr ekip fırtına biçmenin en somut örneğini sergilediklerinin farkına varamıyorlar. Ya da daha kötüsü! – aslında farkındalar, çünkü gerçekte istedikleri, bundan farklı değil. Yani: ‘Öteki partiler keşke hiç olmasalar!’ Türkiye Cumhuriyeti’nde durum, ne yazık ki bu. Ve bu durum, daha en baştan, başka deyişle çokpartili demokrasiye geçildiğinden bu yana, ‘iktidar’ ve ‘muhalefet’ kavramlarının üzerinde yeterince düşünülmemiş olmasından kaynaklanıyor. Ülkemizde 1950’lerden bu yana uygulama, hemen hiç değişmedi. Çünkü bu ülkede ‘muhalefet’, iktidarın bütün yaptıklarını baştan aşağı kötülemekle eşanlamlıdır. ‘İktidar’a göre ise muhalefet, her eleştirisinde haksızdır. Böyle bir anlayıştan yola çıkıldığında, her iki kampın ‘yapılması gerekenler’i, beş aşağı üç yukarı aynıdır. İktidara düşen, muhalefetin bütün eleştirilerini – haklı haksız ayrımı yapmaksızın – yerin dibine batırmak için elinden geleni yapmaktır. Bu hedefe varabilmek için de gerektiğinde en ahlak dışı iftiralara ve o iftiraların araçlarına başvurmaktan çekinmemektedir. İktidar, muhalefeti seçmenlerin gözünde öylesine kötülemelidir ki seçmenler de: “Böyle parti(ler) olmaz olsun!” diyerek oylarını iktidardan yana kullanabilsinler! Öte yandan muhalefete düşen, seçmenleri iktidarın o güne kadar vatan ve millet lehine tek bir olumlu adım bile atmadığına inandırmak için elinden geleni ardına koymamak ve bunun için, ahlaki olup olmadığına bakmaksızın, bütün araçlara başvurmaktır. Böyle yörüngeleri temel alan seçim kampanyaları, gerçekte – bilincinde olunsun ya da olunmasın – yalnızca sonuçlarının korkunçluğu önceden asla kestirilemeyecek bir nefret kültürünün ideal araçlarıdır. Gerçek demokrasilerin egemen olduğu ülkelerde seçimlerin hemen ardından siyasi kadroların verdikleri mesaj, şöyle özetlenebilir: “Artık seçimler bitti, seçmenlerin tercihleri belli oldu, şimdi bu tercihler doğrultusunda ve – burası çok önemli! – hep birlikte, ülke için neler yapabileceğimize bakalım!” Türkiye Cumhuriyeti, nefret kültürünün en yoğun düzeye vardırıldığı ve yaygınlaştırılmaya çalışıldığı seçim kampanyalarından birini geride bıraktı. Yeni seçilen Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu nefretin yoğunluğunu azaltmayı gündeminin ilk sırasına almadığı takdirde, bu nefretten kaynaklanan düşmanlıkların çok daha büyük bir hızla yayılacağını söylemek, bir kehanet sayılmamalıdır! Müziğin yapıcı gücü... Daniel Barenboim Müzik ve misyon Bu iki sözcüğün, müzik ve misyon sözcüklerinin bir arada kullanılmasına ben en çok, en çok Leyla Gencer’de tanıklık etmiştim... Sonra, zaman içinde, değerli, yetkin, mükemmeli arayan tüm müzisyenlerde, bu ikisinin birbirinden ayrılmadığını gördüm. Elbet birinin misyonu, ötekinin misyonundan farklı olabiliyordu. Ama değişmeyen, o amaca, o hedefe ulaşmak için, hep “en iyisi” olma zorunluluğuydu... Daniel Barenboim, misyonunu en ileri noktaya taşıyanlardan biri. Sadece düşünceyle yetinmeyip uygulamaya koymuş biri... O, dünya çapında bir maestro, yıllardır yeryüzünün en mükemmel orkestralarının daimi şefi... Çok usta bir piyanist... (Bence filozof – piyanist, şair piyanist.) Doldurduğu plaklar kapışılıyor... Yazdıklarıyla da, eğitmenliğiyle de gelecek kuşakları aydınlatıyor... Ancak bunların yanı sıra çok önemli bir misyonu var: Fi ubin Mehta – Daniel Barenboim dostluğu İki ustanın dostluğu ellili yıllara dayanıyor. Mehta, Bombay doğumlu (1936); Barenboim Rus bir aileden Buenos Aires doğumlu (1952)... İkisi de Avrupa’da doğmadıkları halde Batı müziğinin ustaları oldular. Sık sık birlikte konser vermekten hoşlanıyorlar. Geçen nisan sonu, Floransa’daki “Magio Musicale” Festivali’nde maestro Zubin Mehta, 75. yaş gününü arkadaşı ve meslektaşı Daniel Barenboim’ı ve Floransa Maggio Musicale Orkestrası’nı yöneterek kutladı. Barenboim, Mehta için eser besteledi... İkisine sorulduğunda ortak yanlarını şöyle belirliyorlar: “İkimiz de müziğe tutkuluyuz, yaşama tutkuluyuz.” Ve bunu her fırsatta dillendiriyorlar! Bir de her ikisi müziğin yapıcı gücüne inanıyorlar Z Birincilik Vietnam’ın 12. Uluslararası Büyükçekmece Kültür ve Sanat Festivali kapsamında düzenlenen 2. Uluslararası Fotoğraf Yarışması’nda birinciliğe Vietnamlı Tran Phong’un “Smoking Woman” adlı yapıtı, ikinciliğe Hindistan’dan Sudip Roychoudhury’nun “Uncertainty” adlı yapıtı, üçüncülüğe ise Figen Yazan’ın simsiz yapıtı değer görüldü. Van Gogh mu, kardeşi mi? Araştırmaya imza atan uzmanlardan Louis Van Tilborgh, Van Gogh’un 1887’de resmettiği, açık renk şapkalı ve mavi paltolu kişinin aslında Theo olabileceği, söz konusu portrenin Theo’nun fotoğrafına benzediğini ifade etti. Bu sonuca, kardeşlerin hatları arasındaki farklara bakılarak ulaşıldığı çünkü Theo’nun sakalının şekli ve rengi ile göz rengi ve giyiniş tarzının Van Gogh’unkinden farklı olduğu belirtildi. Müzeden yapılan açıklamada, “Van Gogh’un düşkün olduğu erkek kardeşini daha önce hiç resmetmediğine inanıldığı” belirtildi. Kültür Servisi Vincent Van Gogh’un ünlü “Şapkalı Otoportre” yapıtının kendisinin değil, erkek kardeşinin portresi olabileceği iddia edildi. Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’nden yapılan açıklamada, 600 sayfalık araştırma, otoportredeki kişinin ressamın kendisinden 5 yaş küçük kardeşi Theo olabileceğini gösterdi. STANBUL MÜZ K FEST VAL ’NDE BUGÜN Doğu ile Batı buluşuyor Kültür Servisi İstanbul Müzik Festivali, Çinili Köşk’te, İspanyol ve Güney Amerikalı bestecilerin ağırlıklı olduğu bir repertuarla, bu akşam saat 20.00’de üç gitar virtüözüne evsahipliği yapacak. Doğu ile Batı’nın buluştuğu “Elhamra Geceleri” konserinde, klasiklerden, Bossa Nova’ya, İspanya, Arjantin ve Türkiye’den eserlere, çok renkli bir repertuvar seslendirilecek. Cem Duruöz’ün Marais’nin Fransız baroku eserlerini içeren Pièces de Viole ve Arjantinli eleştirmenler tarafından bir şaheser olarak nitelendirilen yeni solo albümü “Desde el AlmaTango Classics” pek çok övgü aldı. Los Angeles Times tarafından “yaylı çalgıların yeni efendisi” olarak tanımlanan Philippe Bertaud ise sürekli kendini yenileyerek müzikalitenin bilinmez yollarını keşfeden maceracı bir kişiliğe sahip. Gitarist Fernando Espi, verdiği her konser ve gerçekleştirdiği her kayıtla eleştirmenlerden övgü dolu yorumlar alan bir sanatçı. Latin ağırlıklı bir repertuvarın Türk müzikleriyle harmanlandığı bu “sıcak” müzik seyahati TSKB sponsorluğunda gerçekleşecek. Cem Duruöz Zubin Mehta Aspendos’ta büyülü geceler devam ediyor... Hiç unutmuyorum: Bundan birkaç yıl önce İngiltere’nin “The Independent” gazetesi, dünyanın en iyi, en görkemli, en “büyülü” opera festivalleri üzerine bir araştırma yapmıştı. Ve Aspendos Festivali, ilk on içinde yerini almıştı... Kurulduğu günden beri nitelikten ödün vermeyen, programını çeşitlendiren, uluslararası platforma sıçrayan bu festivale hepimizin sahip çıkması gerek. 18 yılda eşi benzeri olmayan bir değere dönüştü! Dünkü yazımda Zubin Mehta, Daniel Barenboim, Viyana Filarmoni Orkestrası konserine ilişkin izlenimleri aktarmıştım. Şimdi, devam ediyorum. listinli düşünür, yazar, eleştirmen, akademisyen Edward Said’le bir araya gelip, daha güzel bir dünya, barış içinde bir dünya için kolları sıvadılar. Her yaz İsrail ve Arap ülkelerinin genç müzisyenlerini bir araya getiren Doğu Batı Divan Orkestrası’nı kurdular. Bu orkestrayla dünyanın birçok ülkesinde konserler verdi ve veriyor Baremboim.. Bu sayfanın okurları anımsar, İKSV’nin Uluslararası İstanbul Müzik Festivali’nde (2006) yaşları 1424 arası bu gençler hem sonsuz disiplinli ve yetkin, hem de gençliklerini, dinamizmlerini, enerjilerini, duyarlıklarını, birlikte çalışmanın, birlikte çalmanın, birlikte yaşamanın sevincini aktarmışlardı bizlere. Barenboim’un orkestrasıyla dayanışma sevgi ve saygıya dayalı ilişkisi ise görülecek bir şeydi. Zaman içinde iki örnek aydının projesi “müzik projesi” olmaktan çıkmış, İsrail Filistin sorunu üzerine düşünmek ve diyalog kurmak için bir foruma dönüştü. Önceki gün Barenboim Antalya’dan ayrılırken Rengim Gökmen’e, Doğu Batı Divanı Orkestrası’yla da Aspendos’ta konser vermek istediğini söyleyince, Rengim Gökmen ileriye yönelik çalışmaları başlattı bile! Teşekkürler Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü; Genel Sanat Yönetmeni hem çıtayı sürekli yükselttiğiniz için hem de mükemmel organizasyon için! Baremboim’un İsrail sağı tarafından sık sık tehdit edildiğini belirtmeliyim. İsrail Müzik Festivali’nde Berlin Filarmoni’yi yönetirken, ilk kez Wagner eserine yer vermesi... Ramallah’ta konser vermesi ve müzik dersleri vermesi... 2008 yılında Filistin pasaportu alması... İsrail’in kuruluş şenliklerine katılmayı reddetmesi... Barenboim bütün bunlar nedeniyle “suçlanırken”; İsrail Filarmoni’yle yakın bağlantısı olan arkadaşı Zubin Mehta, hep yanında olmuş, onu hep desteklemiştir. Önceki akşam Aspendos’taki konserde işte aklımdan hep bunlar da geçiyordu. Ah, bilmez değilim: Müzik, savaşları durduramaz. Ama, müzik, tıpkı şiir gibi savaşlara karşı mücadeleyi ve duyarlığımızı biler. Daha iyi insan olmamızı sağlar! Mükemmele uzanmamız yol açar... Bu arada: Viyana Filarmoni Orkestrası’nda gözümü (ve de yüreğimi, vicdanımı, ruhunu, aklımı) rahatsız eden bir de “ayrıntı” ... Koca orkestrada beş kadın müzisyen vardı. Tam “Ayıptır! Oha!” diye feryada başladım ki, bir arkadaşım, “Buna da şükür, 2004’e kadar hiç kadın müzisyen almazlardı” demez mi! Ah be Viyana Filarmoni! Bunu bana yapmayacaktın! Şimdi yazıyı kesip doğru yine Aspendos’a koşmalıyım: Ankara Devlet Operası’nda Yekta Kara rejisiyle “Saraydan Kız Kaçırma”yı izlemeye... Aspendos Festivali’nde son iki olay, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nden görkemli bir “Kuğu Gölü” bale prodüksiyonu ve Kazakistan Devlet Opera ve Balesi’nden “Tosca”... Ben İstanbul’a dönüyorum ama oradakiler, çevredekiler n’olur benim için de izleyin. İkisi de kaçmaz! C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle