18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 20 MART 2011 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI Kibar Çocuklara şizofren masallar cadı... S tockholm’deki Orta Asya ve Kafkasya Enstitüsü, son iki yıl içinde Türkiye üzerine üç konferans düzenledi. Enstitünün başında üniversite öğrenimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde yapmış olan Svante E Cornell var. Svante E Cornell babası Eric Cornell’in Ankara’da büyükelçi olarak görev yaptığı yıllarda öğrendiği Türkçeyi mükemmel konuşuyor. Bu sayede Türkiye’deki gelişmeleri günü gününe çok iyi izleyebiliyor. Türkiye’nin yanı sıra Kafkaslar da yakın izleme alanında. Dr. Svante E Cornell’in düzenlediği son seminerin konuşmacısı askeri konularda uzman Kanadalı gazeteci Scott Taylor idi. Taylor, Dağlık Karabağ sorunu ve Türkler ile Ermeniler arasındaki yüz yıl önceki olaylar hakkında çok net konuştu. Ermenistan’ın Azerilere ait toprakları işgal ettiğini, Türkiye ile de ilişkileri normalleştirmek yerine gerginlik politikasını tercih ettiğini söyledi. İsveç Parlamentosu’nda geçen yıl soykırım kararı alındığı sırada dış ilişkiler komisyonu başkanı olan Göran Lennmarker de dinleyiciler arasındaydı. Sözde Türkiye dostu Göran Lennmarker, parlamentoda soykırım kararı alındığı gün ortada yoktu. Ertesi gün öğrendik ki o sırada Erivan’da Ermeni liderlerle sohbet etmekteymiş. Lennmarker Kanadalı gazetecinin söylediklerinden pek memnun kalmadı. Dinleyiciler söz verilince görüşlerini söyledi. Ona göre bölgede taraflar arasında barış sağlanırsa bundan herkes yararlı çıkacakmış. Yani Türkiye Ermenistan sınırını açsa, Azerbaycan Dağlık Karabağ’daki iddialarından vazgeçse bu herkesin yararına olacakmış. İşi oldubittiye getirmek isteyenlerin bildik argümanları. Türkiye’nin Stockholm Büyükelçisi Zergün Korutürk taraflar arasında imzalanan antlaşmayı Ermenistan anayasa mahkemesinin durdurduğunu hatırlatarak Göran Lennmarker’e gereken cevabı verdi. İsveçli yutkundu, hafif kızardı ama ağzını açamadı. Lennmarker adı STOCKHOLM “ılımlı” ama yeni liberalizmin dünyadaki en azgın örneğini oluşturan iktidar partisinin OSMAN İKİZ milletvekiliydi. Son seçimde siyaseti bıraktı. Şimdi Stockholm Barış Araştırmaları EnstitüsüSipri’nin yönetim kurulu başkanı. Sipri’nin raporlarını da iki kez mi gözden geçirmemiz gerekecek acaba? Büyükelçimiz birkaç hafta önce de hükümeti bir güzel sıkıştırdı. Soykırım oylamasında “Hayır” diyen güya Türkiye dostu partileri anlamak mümkün değil. Hem grup kararı aldılar hem de oylamada fire verdiler. Yol kazası mı oldu yoksa ince hesaplı bir oyun muydu? Rivayet çeşitli. Her neyse bu sözde Türkiye dostu koalisyonun uyum bakanı birkaç hafta önce sinagogda Yahudi katliamını lanetleyeyim derken lafı Hitler’in bu işi Türklerden öğrendiğine getirdi. Kaza mı oldu yoksa duyulmayacağını sanıp düşüncelerini mi ifade etti anlayana aşk olsun. Sinagogda konuştuğu yetmiyormuş gibi konuşmayı bir de hükümetin web sayfasına koydu. Galiba alkış bekliyordu. Alkış yerine büyükelçimiz Zergün Korutürk hanımefendiden gereken mesaj gitti. Tabii ki konuşma metni web sayfasından hemen kayboldu. Dışişlerindeki kaynaklarımız bakan Carl Bildt’in ve Başbakan Fredrik Reinfeldt’in uyum bakanını çok fena haşladıklarını söylüyorlar. Dışişlerindekiler olanlardan memnun. Küçük partilerin şımarıklıklarından sadece politikacılar değil memurlar da bıkmış. Zergün Korutürk’ün mesajı için şaka yollu “Fırça” diyorlar. Bakanlıkta şaka yollu konuşulanları Ermeniler de duymuş olmalı. Uyum bakanının başına gelenleri web gazetelerinde “Hükümeti Türkiye Büyükelçisi idare ediyor” başlığıyla bir anlamda protesto ettiler. Zergün Korutürk ve kadrosuyla TC Büyükelçiliği’nin dinamik bir yapıya kavuştuğunu herkes görüyor. İsveçliler Zergün Hanım’a hem hayranlar hem çekiniyorlar. “Sizin kibar cadı müthiş” diyorlar. [email protected] er gün saat 17.00’de mecburen izleyip kulak misafiri olduğum bir televizyon dizisindeki çocuğa, göz göre göre yazık oluyor... Bu çocuğa çok üzülüyorum! Sadece ben değil, onun içler acısı durumuna üzülmeyen kalmadı, Amerika’da... Milyonlarca Amerikalı annebabanın itirazına katılarak üzülüyorum: Televizyonun çocuk kanalında seyredilen Dino Dan adlı çocuk bir şizofrendir ve acilen tedavisi gerekir! Bu seyre TV’de devam etmeleriyse çocuklara yönelik bir insanlık suçudur... “Çocuklara bilimsel dizi seyrettiriyoruz, dinozorları öğreniyorlar” diye cılkını çıkarttıkları bu iş, kendine şizofrenik fantazi dünyası H konmamış, şizofrenik kurmuş ve orada yaşamakta olan PURDUE davranışların çocuklar arasında bir çocuğun güya dinazorları başladığı iddiası yaygındır. Şu keşfetmesi, onların adını sıralarda, hemen tüm anne şaşırmadan söylemesinden babaların telaşesi çocukların başkası değildir. Şimdiye kadar Dino Dan gibi paranoyak ve 126 bölümü yayımlanmış bu şizofren olmasıdır. Zira dizide yarım saatlik çocuk filmi Kanada MAHMUT kendisini dinazor uzmanı olarak yapımıdır ve ABD dahil olmak ŞENOL tanıtan on yaşındaki Dan, habire üzere 130 ülkede gösterimdedir. çevresinde dolaşan dinozorları Dino Dan’in videoları ise çerez görmekte, onlarla temas kurmakta, ama gibi tüketilir. Bu salgının sonucu olarak onun bu sırrını kimse bilmemektedir. Aslına bugün Amerikan çocuklarında salt dinozor bakarsanız terbiyeli, uslu, aklı başında bir merakı olsa, yine iyiydi! Dinozorları sağda çocuktur Dan... Babası paleontolojisttir ve solda görüyor dinozor kazısı yapan biridir. Babayı dizide olmakla ilgili, adı hiç görmeyiz; uzaktadır, eve sık sık ve tanısı henüz ‘En iyi Hint şehri Dubai’ ulfood Gıda ve İçecek Fuarı’nı izlemek ve bir meyve suyu seminerine katılmak için Dubai’ye gidiyoruz. Bu kez THY yerine zamanlaması nedeniyle Emirates Hava Yolları’nı seçiyoruz. Boeing’in büyük gövdeli 777300 uçağı DUBA oldukça rahat, uçuş boyunca hiç sallanmadık. Büyük uçaklarda MEHMET PALA hava türbülansını az hissediyorsunuz. Emirates’in yemekleri THY kadar iyi değil. THY’nin son dönemde atak yapmasında yemek seçimi, zenginliği ve kalitesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Dubai’ye inişe geçtiğinizde, şehrin gözalıcı parlak ışıkları, zenginliğin ve modernliğin işareti gibi duruyor insanın karşısında. Soğuk bir İstanbul havasından sonra Dubai’e indiğimizde, sıcak havanın kıymetini anlıyoruz. Dubai ekonomik krizi atlatmış gibi. Şehirde eskisi kadar olmasa da yine büyük bina inşaatlarını görüyorsunuz. Bunlara yoğun talep yok, birçok apartman dairesi kiracısını bekliyor. Dairelerin ve kiraların hâlâ ucuz olduğu söyleniyor. Dubai’ye gelirken Arap dünyasındaki başkaldırının acaba burada da olup olmayacağını düşündüm. Ancak Dubai’de böyle bir olasılık gözükmüyor. Çünkü burada yaşayan Araplar en azından iyi yaşama koşullarına sahipler. Ekonomik durum ve rahat yaşama imkânları insanları pasifleştirmekte ve politikaya G karşı ilgilerini azaltmakta. Arap dünyasındaki balkaldırışın, paylaşımın çok adaletsiz olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bir yandan her türlü güç ve imkân, öte yandan fakirlik ve çaresizlik. Bu dengesizlik demek ki uzun süre ayakta kalamıyor. Paylaşmasını bilmek gerekli. Dubai’de Arap görmek pek mümkün değil. Dört milyon toplam nüfusun ancak yüzde 10’u Arap, yüzde 60’ı Hint göçmeni. Pakistan, Çin, İngiliz ve diğer uluslardan da önemli sayıda insan yaşıyor Dubai’de. Araplar esas olarak resmi devlet dairelerinde çalışıyorlar ya da şirket, kira geliriyle yaşıyorlar. Hemen her yerde hizmet sektörü Hintli ve Güneydoğu Asya kökenli insanlara ihale edilmiş durumda. Örneğin kaldığım süre içerisinde bindiğim taksilerin şoförlerinin tamamı Hintliydi. Bu yüzden de “The best Indian City is Dubai” (En iyi Hint şehri Dubai’dir) diyorlar. Dubai’de her şey insan yapısı, doğal olarak deniz ve kum var. Şehir sanki yüksek bina mimarlarının sergi alanı. Mimari yapısı çeşitli ve de şaşırtıcı binalar her yere yayılmış, yüksek binalarda 3040 kat normal görülüyor. Bu arada dünyanın en yüksek binası olan Burj Halife’nin 168 katlı ve yüksekliğinin de 806 m. olduğunu söylemeliyim. Nasıl Eyfel Kulesi Paris’in simgesi olduysa Burj Halife’nin de Dubai’nin simgesi haline gelmiş. Şehrin Marina bölgesi ile en hareketli yeri. Geniş bir tabanı olan binanın altında çeşitli restoranlar ve vakit geçirecek alanlar yapılmış. Bu gerçekten yüksek binanın 124. katına Dubai’yi kuşbakışı izlemek için önceden bilet alınarak çıkılabiliyor. Binaya güvenlik kontrolünden geçilerek giriliyor. Binanın asansörü çok hızlı, ama çıkış hızını hissetmiyorsunuz. 124. kata tam bir dakikada ulaşıyor. Burj Halife’nin aşağıdan gözüken inceliği ve yüksekliği insanda bir tür güvensizlik duygusu uyandırıyor. Ancak bu duygu bina içinde özellikle de 124. katın terasında kayboluyor. Tüm Dubai’yi kuşbakışı görüyorsunuz. Aşağıdaki 3040 katlı binalar sanki oyuncak binalar gibi duruyor. Akşam yemeğini Burj Halife’nin kompleksinin hemen karşısında, göl kenarındaki Palas Otel’de yiyeceğiz. Ancak önce otelin terasından bu sentetik gölde akşamları her yarım saatte bir tekrarlanan su gösterisini izleyeceğiz. Oldukça büyük bir gölün içine yerleştirilmiş güçlü fıskiyelerin gösterisine tanık oluyoruz. Suyun çeşitli figürlerle 3040 metreye kadar fırlatılması gerçekten görülmeye değer. Gulfood Gıda ve İçecek fuarı Ortadoğu, Afrika ve İran, Hindistan ve Türkiye’yi de içine alan bölgenin en önemli fuarlarından biri. Fuar’a 130 civarında Türk firmasının katıldığını öğreniyorum. Çoğunun önemli bir ziyaretçisi olduğunu ve belli bir ilginin olduğunu gördüm. Türk ürünlerinin özellikle Ortadoğu’da ve Afrika’da ilgi görmesi sevindirici. [email protected] mektupları gelir. Annesi ve erkek kardeşiyle yaşayan Dan evde, okulda, sokakta, dişçide, alışverişte, oyunda hep dinozorlara merhaba der... Okula giderken Spinosaurus görmediyse, köşede onu Tyrannasaurus bekler; gece odasının perdelerinde Carnataourus gezinmezse mutlaka Ceratasorus zıplaya hoplaya çatıdan çatıya geçer. Hasılı, Dino Dan dinozorla yatar, dinozorla kalkar. 80 milyon yıl evvel yaşamış dinozorları animasyonla canlı kareler içine gayet ustaca oturtan bilgisayar tekniği sayesinde filmi Amerikan çocukları, bizim evde de Ali Nâzım keyifle izler. Benim 5 yaşındaki oğlum Ali, çocuk kanalı Nick Jr.’ın ekranı önünde yere mıhlanmış gibi Dino Dan tutkusuyla çakılı kalır. Kâh korkar, kâh neşelenir... Ali’yi koltuğun arkasına sinmiş, tek gözü kapalı, ötekisiyle temâşa ederken buluyor, alıp sakinleştiriyorum; sıkıysa televizyonu kapatın! Basında artık tek tük değil, sık sık görülen yorumlarda aktarıldığı gibi, Dinozor sözcüğü kısaltmasıyla Dino olan Dan’in babasına duyduğu özlem ve onun yokluğunda kendisini onunla özdeşleştirmesi, babası gibi dinozor kemikleri aramaya çıkmasıyla başlayan hayali yolculuğunda bu zavallı çocuk “kafayı iyice üşütmüştür.” Ev işlerinde annesine yardımcı olan geçimli Dan iyi bir öğrenci, hatta fazlasıyla uslu, dur deyince duran, kalk deyince kalkan her eve lazım bir çocuktur. Arkadaşları Dino Dan’in gördüğünü söylediği dinozorlara inanmaz, zaten kimse inanmaz; bir tek Dan görmektedir kent sokaklarında dolaşan dev hayvanları... Bu hayvanlarla ilgili notlar alır, defter doldurur, bir küçük teybi vardır cebinde, ona sık sık karşılaştığı dinozorları tarif ederek kayıt yapar. Bazen, et yiyici TrX dinazorunun saldırdığı zavallı ot yiyici öteki dinozorları kurtarmaya çalışır, ses çıkarıp gürültü yapar ve otçu dinozorlar saldırgandan kaçar, Dan böylece doğadaki besin zincirini aslında bozduğunu da anlamaz... İşte, üzüldüğümüz Dan bu çocuktur! Birçoklarına göre, Dan, hemen tedavi altına alınmalı, hastalığın tanısı ise Paranoik Şizofreni olarak adlandırılmalıdır. Ben de bilir bilmez, tamamen katılıyorum... Ancak çocuklarını bu şizofreniden nasıl koruyacağını bilemeyen Amerikalı, Kanadalı anne ve babalardan birisi olarak kala kalıyorum. Amerikan televizyon eğlence kültürünün ulaştığı noktada artık bayağı, sıradan, üstelik insanın paranoyasını kışkırtıp tüketime sunan dizilere boyun eğiyoruz; her şeye alışılıyor... Sanırım, ülkemde, Türkiye’de televizyonlara daha Dino Dan gelmedi; yoksa geldi mi? Geldiyse, size buradan acil bir tavsiye, ekranınızı dinozor şizofrenisine kapatın! Ne Shakespear’in Hamlet’indeki hayalet, ne Faust hikâyesi, ne de komik yazarı James Thurber’ın Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı adlı ünlü hikâyesindeki şizofren karakter bununla kıyaslanamaz! Zira Dino Dan modern şizofrenliğe övgüdür, yazık ki eğlence adına bunu da satmaktadırlar. [email protected] ‘Sarkozice’ dersleri 2: Pire, deve ve yorgan en ne büyüksün, nelere kadirsin, “ey iktidar!” Seni ele geçirmeye göreyim... Senin için kıramayacağım pot, diyemeyeceğim saçmalık, “tevessül edemeyeceğim amel”, yakamayacağım yorgan yoktur. Genellememizden, hâşâ Franko, Hitler, Mao, Mussolini, Salazar, Stalin gibi “has” doğal diktatörleri tenzil ederiz. Onlar yorgan yakmak istediklerinde ne pireye, ne de deveye ihtiyaç duyarlar. Bizim lafımız Berlu, Sarko, Kaddo, Puto, Tayyo gibi “modern zamanlar”ın aşiret, hareket, memuriyet, tarikat, matbuat ürünü “lider”den sayılanlarına... Özellikle de, aleyhinde laf edince anında eşkıya veya örgüte dahledilme, yurttaşlıktan veya işten atılma, hakaret, taşlanma, lanetlenme, hapis, işkence, ölüm ve benzeri riskleri pek taşımadığımız bu diyarların gelmiş geçmiş, tanıyıp tanıyamayacağı en trajikomik karikatür, kim bilir belki de o nispette de tehlikeli siyasi çehresi Sarko’ya... Pireyi deve yaptığı gibi, değil pire için yorgan, pamuk tarlası yakar... Mangalda kül bırakmaz! Adam (hayatında tek sayfasını bile okumamış da olsa) çapkın ve şövalye ruhlu Pardayyanlar’ın torunudur tabii ki. Daha seçildiği gün, 6 Mayıs 2007’de, “Fransa Libya’da tutuklu Bulgar hemşirelerin, Kolombiya’da rehine Ingrid Betancourt’un yanında olacaktır! Dünyada burkaya S ateşli silahlar taşıma suçlarından tutuklanır. mahkum, özgürlüklerinden yoksun Olaylı bir mahkeme süreci yaşanır. kadınları yüzüstü bırakmayacağız!” diye Kızlarının suçsuzluğuna inanan annebabanın nutuklar atıyordu. Meksika’da 60 yıl hapse Fransa’da yarattığı tepkilerin de etkisiyle mahkum edilen Matmazel Florence, Meksika kamuoyuyla bir inatlaşmaya kamuoyu araştırmalarında tepetaklak düşen dönüşen dava iki temyizden sonra 4 Mart şövalye (!) başkanın yiğitliğini, 2009’da 60 yıl olarak hükme bağlanır. Genç yiğitlemelerini kanıtlamak için yeni bir kadının avukatlarının son başvurusu ve olanak yaratmıştı. 1974 doğumlu güzel tutuklunun kalan mahkumiyetini kendi Florence Cassez, Calais kentinde küçük bir ülkesinde çekme talebi de reddedilir. Tam o butik işletmektedir. 2003’te Meksika’da tarihlerde Meksikalı meslektaşı yaşayan kardeşini ziyarete gider. Felipe Calderon’un davetiyle Burada kendini zengin işadamı PAR S Meksika’ya giden Sarkozy, diye tanıtan İsrael Vallarta isimli Cassez ile telefonda görüşmüş ve bir Meksikalıya abayı yakar. söylediklerini kamuoyuna İsrael bir defa adam öldürmekten, övünerek iletmiştir. Cassez’yi on defa da adam kaçırmaktan yalnız bırakmayacağını, onu kendi mahkumiyet yemiş sicilli bir ailesinin bireyi gibi gördüğünü sabıkalıdır. Meksika polisi sürekli UĞUR HÜKÜM dünyaya ilan etmiştir. Bu da izlediği Sinyor Vallarta’nın “Los yetişmiyormuş gibi düzenlenen Zodiacos” namıyla maruf, çocuk bir basın toplantısında, “Kibarca çenemi kaçırmada uzmanlaşmış bir çetenin reisi sıkı tutup, Cassez’den söz etmemem olmasından kuşkulanmaktadır. Genç kadın tavsiye edilmesine rağmen ben “otomobil komisyoncusu” diye tanıdığını iddia ettiği sevgilisinden ayrılıp 2005 başında konuşmama onunla başlayacağım”, diyerek Meksika kamuoyunu provoke eder. Fransa’ya döner. Ancak biriki ay sonra Bir tarafta görgü tanıkları ve Meksika tekrar Meksika’ya göçüp yaşamına İsrael ile adaleti, öte yanda Fransız oyları vardır. devam edecektir. Lakin Latin “Bonnie and Popülizmin “hızır”lığına inanan “hazret” Clyde”ın serüvenleri kısa sürer. Çift, her vesileyle sivri dilini çıkartıp ve küstah Meksika Cumhurbaşkanlığı seçimleri tavrını sürdürecektir. Beyefendinin arifesinde, 8 Aralık 2005’te otoyolda Türkiye’ye 9 aylık “mevsimi” bile fazla yakalanıp, adam kaçırma, yardakçılık ve [email protected] C MY B C MY B gördüğü Fransa’da “yıl”lık yabancı kültürler kutlanması geleneği 2011 yılını “Fransa’da Meksika Yılı” olarak planlanmıştı. 350’nin üstünde kültürel faaliyetin öngörüldüğü program şubat başında başlayacaktı. Sarkozy tüm diplomatik görüşmeleri filan hiçe sayıp, porselen mağazasına dalan fil misali 14 Şubat Âşıklar Günü’nde ağırladığı Cassez ailesinin şaşkın bakışları arasında ipin ucunu kaçırarak pire için bütün yorganları yakıveriyordu. Elysée Sarayı’nın kapısında görüştüğü basına kasıla kasıla, “Şubat ayında başlayan Fransa’da Meksika Yılını, serbest bırakılması dilek ve umuduyla Cassez’ye ithaf ediyorum. Her vesileyle Florence anılıp hatırlanacaktır” deyivermez mi? Ertesi sabah açıklama yapan Meksika hükümeti Fransa’da öngörülen bütün gösterilerden desteğini çektiğini duyuruyordu. Böylece dilini eşekarısı sokasıca adam yüzünden Fransa’da ‘Meksika Yılı’ başlayamadan bitti. Hangi birine yanarsanız? Yüz milyonlarca Avro’nun israfına mı, yüzlerce faaliyetin iptaline mi, binlerce insan ve sanatçının emeğine mi, Meksika ile bozulan ilişkilere mi? Yok yoksa, suçlu bile olsa Sarkozice’nin ilkelliğinin kurbanı, fazladan okka altına giden Florence’in durumuna mı?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle