18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 26 ŞUBAT 2011 CUMARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Ölümünün 50. Yılında Hasan Âli Yücel... Mustafa GAZALCI 22. Dönem CHP Denizli Milletvekili 6 Şubat 2011, Cumhuriyet tarihinin en uzun süre görev yapmış ve en çok iz bırakan, iş yapan Milli Eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel’in ölümünün 50. yıldönümü. Bu nedenle büyük aydınlanmacı için ülkenin değişik yerlerinde çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), doğumunun 100. yılı nedeniyle 1997 yılını “Hasan Âli Yücel Yılı” olarak duyurmuştu. O yıl da yurt içinde ve dışında birçok etkinlikler yapılmıştı. Hasan Âli Yücel, çocukluk ve gençlik yıllarında çevresinde ve toplumda Balkan, Çanakkale, Birinci Dünya savaşlarının acılarına tanıklık eder. Sonra kurtuluşun ve Cumhuriyet devrimlerinin coşkusunu yaşar. Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmenlikten bakanlığa kadar çeşitli sorumluluklar üstlenir. Yirmi altı yaşında Felsefe Elifbası kitabını yazar. Otuz yaşında Milli Eğitim Bakanlığı müfettişliğine, otuz altı yaşında, Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilir. Otuz sekiz yaşında İzmir milletvekili seçilir, kırk bir yaşında bakan olur. Yedi yıl, yedi ay, yedi gün süren Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışma arkadaşlarıyla birlikte çoğu kendi alanında ilk şuralar, sergiler, dünya klasiklerinin çevirisi, ilköğreti“Ben işte hep böyle azgelişmişim Yani ben çünkü evet azgelişmişim Evet çünkü hayır fakat ben işte azgelişmişim Çok çalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş Cephelerde mapuslarda aslanım aman Kıtlıklarda kıyımlarda kurbanım aman Seçimlerde sayımlarda ben varım aman Kerpiçlerde küllüklerde hayranım aman Şenliklerde şölenlerde ben yokum aman” Hasan Hüseyin’i, devrimin bu büyük şairini nasıl unuttuk. Ne kadar güzel anlatıyor azgelişmişliğimizi. Her şey ama her şey, şairin yineleyip durduğu azgelişmişlikten ileri gelmiyor mu? Bunca kadın cinayeti, bunca erkek egemenliği, bunca eziyet, saldırı, vahşet... Bir kasaba erkeklerinin tecavüz ettiği 13 yaşındaki kız çocuğunu masum değil suçlu gören ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN İçler Acısı AKDENİZ’İN güneyinde iki aydır olanlar yürek parçalayıcıdır. Olaylara diktatörün devrilmesi, çürümüş rejimin yıkılması, demokrasi ufkunun açılması diye bakmakla yetinmeyip ülkelerin ve halkların hüzün verici yazgısı açısından bakabilen bir yüreğiniz varsa, tabii. Kaldı ki, Mustafa Kemal’in kurtardığı bir vatanın ve Atatürk’ün kurduğu bir cumhuriyetin insanları olarak böyle bir yüreğimiz olmalıdır da. Tunus’ta, Mısır’da ve şimdi Libya’da da olanlara eski sömürgecilerin, yeni küresel “asrı saadet”in ikiyüzlü bezirgânlarının ve Batı dünyasındaki katı kalpli düşünürlerin gözüyle bakamayız. Olayları yaşayanlar “din kardeşlerimiz”, kargaşa sahnesi olan ülkeler “eski topraklarımız” olduğu için değil elbette. Çok şükür, onlarınkinden başka bir tarih çizgisi çizebilmiş ve dolayısıyla oralardaki eksiklikleri ve yanlışları görebilecek duruma gelmiş insanlar olarak herhalde. er şeyden önce, savaş üstüne savaş, yenilgi üstüne yenilgi sonrasında silkinip dünyaya parmak ısırtan bir zaferle kurulmuş bir cumhuriyete ağır bedeller ödeyerek gelmiş olmanın aslında nasıl bir “tarih nimeti” olduğunu düşünmeden durabilir miyiz? Sömürgecinin birkaç küçük rahatsızlık ardından başka hesaplarla ve kansız, sessiz sedasız çekilip gittiği topraklarda ağır bedel ödememiş insanlarca kurulan devletler fazla dayanıklı ve uzun ömürlü olmuyor. Bu, o insanların kabahati değil elbet. Olsa olsa, oraları devralmış ya da kolay darbelerle yönetime gelmiş yöneticileri suçlayabilirsiniz; toplumu dayanıklı ve tutarlı kılacak adımları atmadıkları, kaynakları iyi değerlendirip gerekli çağdaşlaşmayı sağlayamadıkları için. Ama bu noktada da, unutmayalım ki, ister düpedüz sömürgecilik dönemlerinde, ister eski sömürgeci kültürel etkinin devam ettiği yarı bağımsız ulusdevlet aşamasında o etkinin sahipleri oralara asla bir Kemalist kalkınma modeli tavsiye etmemişler ya da Burgiba Tunus’unda olduğu gibi öyle bir modelin özüne inmeyi öğretmekten kaçınmışlardır. Tam tersine, o eski toprakların çoğunda Mustafa Kemal’i zındıklığın, deccallığın ve yüzeysel Batı taklitçiliğinin temsilcisi olarak tanıtma yolu izlenmiş, halkta uyanabilecek hayranlık duygularının başkaldırıcı bir dinamizme dönüşmesi önlenmiştir. ine de, rejim değişikliğinin halk yığınlarından ve özellikle de gençlerden gelen bir dinamizmle gerçekleşmiş olması, hiç değilse bundan sonrası için gerçek cumhuriyetçiliğe elverişli bir zemin hazırlamış olmalıdır. Türk dış politikasının o yönde etkili olabilmesi, ancak Türkiye’nin kendi yönetiminde de gerçek cumhuriyetçi ilkelere bağlı kalmasıyla düşünülebilecek bir olasılıktır. 2 H min yaygınlaşması, teknik eğitim, Köy Enstitüleri uygulaması ile yalnız bakanlıkta değil bütün ülkede eğitim, kültür, sanat ve yayım seferberliği başlatır. Onun bakanlık dönemi Cumhuriyet devrimleriyle temeli atılan, Mustafa Necati, Saffet Arıkan ve benzeri devrimci insanların çabalarıyla yükselen aydınlanmanın doruğa ulaştığı, yaşandığı bir dönem olmuştur. 5 Ağustos 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılırken yaptığı açıklamanın bir yerinde şunları söylemiştir: “Göreve geldiğim gün ile görevden ayrıldığım şu an arasında öğretici ve öğrencileri birkaç misli artan ve gelişen eğitim ailesine en derin minnet ve hürmet duygularıyla veda etmekten mutluluk duyuyorum.” Hasan Âli Yücel, bakanlıktan ayrıldıktan sonra da durmaz. Yaşadığı haksızlıklara karşın yazıları, yeni yeni yapıtlarıyla aydınlanma savaşımını aralıksız sürdürür. 194650 yılları arasında Ulus’ta, 1952 Cumhuriyet’te yazar. 1956 yılında İş Bankası yayın işleri yöneticiliği yapar. 27 Mayıs 1960’tan sonra birçok aydında olduğu gibi kısa bir süre içinde umut yeşerir. 25 Şubat 1961 UNESCO Yönetim Kurulu toplantısına katılır. Rönesans ve Hümanizm konulu bir toplantı için hazırlık yapmaktayken 26 Şubat 1961’de aramızdan ayrılır. Hasan Âli Yücel’in zamanında titizlikle uygulanan bir Öğretim Birliği vardı. Ders kitaplarının içeriği bilimseldi. Kadrosunda İsmail Hakkı Tonguç, Rüştü Uzel gibi işin uzmanı büyük eğitimciler vardı. Talim Terbiye Kurulu (TTK) eğitim politikalarının saptanmasını, ders kitaplarının incelenmesini bilimsel bir titizlikle yürütürdü. Ülkede üretici, parasız, bilimsel bir eğitim uygulanırdı. Resim, heykel, müzik, tiyatro sanat dallarının, sporun her çeşidinin gelişmesi için devlet her türlü özveride bulunurdu. Türkçenin doğru, güzel konuşulup yazılmasına özen gösterilirdi. Nitelikli eğitim vermek kamunun öncelikli, temel bir göreviydi. Hasan Âli Yücel’in bakanlıktan ayrılmasından sonra eğitim, kültür ve sanat politikalarından verilen ödünler, Cumhuriyetin önemli kazanımlarını tersine çevirdi. Özellikle sekiz buçuk yıldır AKP döneminde uygulanan politikalarla eğitimin niteliği düşürüldü. Bırakın okullarda, toplumda sanat kültür etkinliklerinin desteklenmesini, tam tersine kösteklenmeye başlandı. Okullarda uygulanan eğitim ve sanatçı Mehmet Aksoy’un Kars’taki İnsanlık Anıtı heykelinin başına gelenler bunun en güzel kanıtı değil mi? sorumlularının yakasına yapışmalısınız, halkın değil... Özgürlüğün, halkın, ezilmişlerin, sömürülenlerin şairi Hasan Hüseyin şöyle devam ediyor: “Ben işte her nedense azgelişmişim Evet çünkü hay hay fakat ben işte azgelişmişim Ölüm kalım kıtlık kıyım ben varım aman Bayramlarda seyranlarda ben yokum aman Soygunlara vurgunlara hayranım aman Vatan millet Allah patron kurbanım aman” Şöyle bitiriyor şiirini büyük şair: “Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım Geçin sıcak ırmakları kuşlarım Kızılırmak Kızılırmak akın kuşlarım” Hasan Hüseyin’ler! Sizlere sesleniyorum hatta haykırıyorum, neredesiniz? Nerelere kayboldunuz?.. Diktatör... Diktatörden kurtulmak kolay değildir… Bir kez geldi mi asla gitmek istemez… Bu anlaşılır bir tepkidir; çünkü gidecek yeri yoktur diktatörün… Nereye giderse gitsin, kentlerde, sokaklarda. Evlerde, herhangi bir köşe başında, yakasına yapışacak birilerinin olduğunu bilir… Kaçamaz da… En ıssız bir köşeye çekildiği zaman dahi, bir çığlık duyar… Babasız bıraktığı bir çocuğun, bir kadının, yok ettiği bir yaşamın, ya da demir kafeslerin arkasından gelen ve asla susmayan bir çığlık, onu izler… Diktatör gitmek istemez… Çünkü ona yardım edecek, onu koruyacak, varsa hakkını iade edecek tek şey olan hukuku zaten kendisi yok etmiştir… Yok ettiği adil yargılamayı önce kendi yüreğinde bulamaz… Yargı düşman gibi gözükür diktatörün gözüne… Ve tek şeyi güce yapışır… Bırakmaz… Bırakamaz… Peynir gibi birçok çeşidi vardır diktatörün… Demokrasi yolu ile gelen diktatörün ilk işi geldiği yolu, yani demokrasiyi ortadan kaldırmaktır… Ki gidişi olmasın… Önce yargıyı, üniversiteleri, medyayı, sendikaları, sivil toplum örgütlerini, muhalif aydınları yok etmeye bakar… Kendi polis ve istihbarat gücünü oluşturur… Yapabilirse kendi ordusunu da… Ve… Cehenneme çevirir ortalığı… Evler basılır, insanlar götürülür, telefonlar dinlenir, özel hayat diye bir şey yoktur, toplum konuşmaktan korkar… Ve durmadan “benim milletim”, “millet istiyor”, “millet için” deyip durur diktatör… Özünde bütün diktatörler aynıdır… Gözlerinde kin, bakışlarında intikam, dillerinde lanet, sözlerinde nefret vardır… Bağırarak konuşurlar… Kendi çevreleri ise; asla tepki vermeden, yalakalık dışında ağızlarını açmadan, alkışlamak dışında ellerini kaldırmadan, birer köle gibi dinlerler diktatörü… Kolay kolay gitmez diktatör… Eeeee… Daha ne diyeyim ben size… [email protected] Azgelişmiş... Coşkun ÖZDEMİR mahkeme, dekolte gezen kadınları tecavüze müstahak gören, şahitlikte bir erkeğe ancak iki kadının eşit sayılacağını savunan ilahiyat profesörleri... “Açık gezen kadınlar fuhuşu davet ederler” fetvası veren hoca, bıçakla, sopayla, kama ile birbirine saldıran, maç diledikleri gibi sonuçlanmamışsa koltukları, lavaboları parçalayan futbol fanatikleri, bana yan baktın diye komşu masada oturanları kurşunlayan yurttaş, düğünlerde kutlama uğruna çocukların eline silah verip ölümlere yol açanlar, trafik kurallarını asla umursamayan, yaya geçitlerinde arabayı yürüyenlerin üstüne süren şoförler, trafik kazalarında, sigara tüketiminde, yolsuzluk ve rüşvetteki şampiyonluklarımız... Baleyi belden aşağı bir uğraşı sayan, resimden, heykelden operadan hoşlanmayan yöneticilerimiz, basın özgürlüğünde, kadın erkek eşitliğinde dünyanın en gerilerinde yer alışımız, melez demokrasimiz, 19 Mayıs’ın, 23 Nisan’ın, 29 Ekim’in ne olduğunu bilmeyen, referandumda neye oy verdiğinin farkında olmayan yurttaşlarımız, okumayan, sormayan, merak etmeyen, hakkını aramayan, biat eden, itaat eden insanlarımız, darbeler, kutuplaşmalar hepsi ama hepsi azgelişmişlikten, geri bırakılmışlıktan... Cumhuriyetin 88’inci yılında ortalama 4 yıl eğitim düzeyinde bulunuşumuz azgelişmişlikten. Binlerce insanımız azgelişmişlik ortamında hapislerde yatıyor. TV’lerdeki tartışmalarda, gazete köşelerinde bu kadar çok dar düşünce kalıplarına hapsolmuş okuryazarla karşılaşmamız da bu yüzden. Kaygılıysanız, yakınıyorsanız, her gün olup bitenlerle kahroluyorsanız, bu azgelişmişliğin Y [email protected] C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle