18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 21 ŞUBAT 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Kıbrıs, Kıbrıs... Tek taraflı tavizlere karşı çıkan Rauf Denktaş’ı çözümün engeli sayan, Rumların sorumluluğunu görmeden çözümsüzlüğün suçunu geçmiş Türk hükümetlerine yükleyen Başbakan’ın bu defa Kıbrıs Türk halkının tamamının gururunu incitecek sözler söylemesi çok yanlış olmuş, ölçüyü aşmış ve milli Kıbrıs davamıza zarar vermiştir. Bu sözler en çok Kıbrıslı Rumları ve destekleyicilerini sevindirmiştir. Yurtlar ve İnsanlar GAZETE yazıyor: “İstanbullu Rumlar vatandaşlık turunda”. Nikolaos Uzunoğlu, “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu”nun başkanı olarak, “120 bin Rum’un yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak İstanbul’a dönmeyi düşündüğünü söylemiş. Uzunoğlu, hükümetle “en üst düzeyde önemli dört görüşme” yapıldığını belirttikten sonra, şimdiki hükümet için, “Son 50 yılda bu konuya pozitif yaklaşan ilk hükümettir” diyor. nsanların doğup büyüdükleri topraklardan koparılıp başa yerlere savrulması son iki yüzyıl boyunca yaşanan en acıklı facialardan biridir. Ulusların oluşması ve bu oluşuma dayalı devletlerin kurulmasıyla ortaya çıkan durumlar karşısında, bireylerin ya da ailelerin yapabileceği pek az şey vardı, ne yazık ki: Yeni oluşum yüzünden eziyet gördükleri yurtlarını bırakıp göç ederek kültürlerine yakın bir ülkeye sığınmak, kültürlerini orada bir süre daha sürdürmek ve ara sıra eski yurtlarına gidip hasret gidermek. Yeryüzünde bu duyguları en iyi anlayacak bir toplum varsa, o da hiç kuşkusuz bugünkü Türkiye’nin halkıdır. Düşünün ki Milli Mücadele sonrası cumhuriyet ilan edildiğinde aşağı yukarı 12 milyon olarak hesaplanan nüfusun yaklaşık yarısı bir ya da iki kuşak önce bu cumhuriyetin toprakları dışında yaşamış ailelerden oluşmaktaydı: Osmanlı’nın son birkaç yüzyılı boyunca Kırım’dan, Uzak Rusya’dan, Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, İngiliz ve Fransız sömürgesi olmuş Arap diyarlarından kopup gelenler, bazan da Hıristiyan zulmünden Müslümanlığa sığınıp sonra Türkleşenler. skinin İstanbul’unda Rumlarla birlikte yaşamanın özlemini çekenlerimiz yine var. Ama geçmiş yeniden yaşanmıyor. Yaşanmış birlikteliklere tekrar dönmek, kimimize rüya olarak ne denli hoş gelirse gelsin, hep hayal kalmaya mahkumdur. Hatta, geçmişe dönüşler eski yaraların depreşmesine yol açabildiği gibi başkalarınca köhne bir efendilik iddiasının dirilişi diye suçlanıyor da. Kaldı ki insanların yurt bildikleri yere geri dönmesi çoğu zaman gidenle kalan ya da yerine yerleşen arasında yeni sorunlara yol açıyor ve kavuşmanın tadı yeni tatsızlığa dönüşebiliyor kolayca. Öyleyse, eski Rum vatandaşlarla geçmişten kalma mülkiyet sorunları varsa onları hukuk yoluyla çözmek ve gereksiz tedirginlik yaratmadan bağra taş basarak yeni ve daha sıcak bir komşuluk ilişkisi kurmaya çalışmak daha doğru olmaz mı? Onur ÖYMEN CHP Bursa Milletvekili İ U luslararası ilişkilerde en eski kurallardan biri böl ve hükmet kuralıdır. Kıbrıs’ta Rumların ve onları destekleyenlerin başından beri izledikleri politika Kıbrıslı Türklerle Türkiye’nin arasını açmaya çalışmaktır. Ne yazık ki, Rumlar uzlaşma yolunu seçmemişlerdir. Makarios Rumlara tek bir hedef göstermiştir: “Uzun vadeli mücadele.” İşte bu mücadelenin yöntemlerinden biri de böl ve hükmet yöntemidir. 1963 yılında Türklere saldıran Rumlar, onları yalnız devlet yönetiminden değil, evlerinden ve köylerinden de uzaklaştırmışlardı. Türkiye o zor koşullarda Kıbrıslı Türkle re destek olmuş ve Kıbrıs’ı daima bir milli dava olarak görmüştür. Bu Rumları ve destekleyicilerini çok rahatsız etmiştir. Türkiye Kıbrıs Harekâtı Rumlar 1974 yılının yazında Magosa yakınındaki Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerine saldırıp orada yaşayan bebeklerden yaşlılara kadar bütün Türkleri katletmişlerdi. Bu saldırılar Türkiye’nin Kıbrıs Harekâtı’nın anlamını ve değerini göstermeye yeter. Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu Türkiye’nin Barış Harekâtı’nı coşkuyla karşılamış ve Anavatan saydıkları Türkiye’ye sarsılmaz bağlarla bağlanmışlardır. Türkiye’nin Kıbrıs Harekâtı’nın iki temel hedefi vardı: Adadaki soydaşlarımızın can ve mal güvenliğini korumak ve Kuzey Kıbrıs’ta demokratik bir yapının oluşumuna katkıda bulunmak. İki hedef de başarıyla gerçekleştirilmiştir. Kıbrıs Türk halkı demokratik devlet yapısına kavuşmuştur. Bugün Kuzey Kıbrıs’ta adil seçimle gelmiş bir parlamento ve hükümet, özgür basın, tarafsız yargı, bağımsız sendikalar ve laik devlet düzeni vardır. KKTC’de ölüm cezası hiç olmamıştır. Siyasi mahkum yoktur. Tutuklu gazeteci, öğretim üyesi, sendikacı, siyaset adamı ve subay bulunmamaktadır. Bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi KKTC’de de sayıları çok az da olsa, aykırı görüşte olanlar çıkmıştır. Bunlar arasında, evvelce baskıcı sömürge yönetimine göstermedikleri tepkileri kendilerine güvenlik ve özgürlük getiren Türkiye’ye gösterenlere rastlanmıştır. Ama bu aykırılıklar her zaman Kıbrıs Türk halkının büyük çoğunluğu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu defa yapılan bir gösteride Türkiye aleyhinde hiçbir şekilde kabul edilemeyecek yakışıksız sözler söyleyen ve pankartlar açanların Türkiye’yle Kıbrıs Türkleri arasındaki güçlü bağları zedelemeye çalıştıkları açıktır. Türkiye şimdiye kadar bu oyunlara gelmemiştir. Türkiye kendi olanaklarının çok sınırlı olduğu dönemlerde bile Kıbrıs Türklerine ihtiyacı olan katkıyı sağlamaktan kaçınmamıştı. Otomatik telefon sistemi Türkiye, haksız ambargolar altında yaşayan Kıbrıslı Türklerin, Rumların yaşam düzeyinin gerisinde bırakılmaması için bu katkıları başından beri severek yapmıştır. Otomatik telefon sisteminin Türkiye’den önce Kıbrıs’a kurulmasının sebebi de buydu. Güney Kıbrıs’ta asgari ücret 840, Yunanistan’da 740, Türkiye’de ise 380 Avro’dur. O bakımdan Kıbrıslı Türklerin maaşlarını, geçim düzeylerini Türkiye’yle değil Rumlarla kıyaslamak daha doğrudur. Dünyanın en zengin 16. ülkesi olan Türkiye’de, izlenen yanlış politikaların sonucunda kamu çalışanlarının bütçeden aldıkları pay çağdaş ülkelerin çok gerisinde kalmışsa bunun sorumlusu Kıbrıs Türkleri değildir. Türkiye’nin 2011 yılında bütçeden KKTC’ye hibe olarak vereceği miktar 430 milyon TL’den ibarettir. Bunun 185 milyonu savunma, 175 milyonu altyapı projelerine ayrılmıştır. Kamu sektörüne verilecek katkı ise kredidir ve sadece 375 milyon TL’dir. Bu miktar Türkiye’nin 2011 yılı bütçesinin kamu idareleri tahsisatının binde 1.3’üdür. Bu kadar mütevazı bir katkıyı abartmak, Kıbrıslı Türk devlet memurlarını besleme olarak nitelendirmek kaşıkla verip sapıyla göz çıkartmak gibi olmuştur. Tek taraflı tavizlere karşı çıkan Rauf Denktaş’ı çözümün engeli sayan, Rumların sorumluluğunu görmeden çözümsüzlüğün suçunu geçmiş Türk hükümetlerine yükleyen Başbakan’ın bu defa Kıbrıs Türk halkının tamamının gururunu incitecek sözler söylemesi çok yanlış olmuş, ölçüyü aşmış ve milli Kıbrıs davamıza zarar vermiştir. Bu sözler en çok Kıbrıslı Rumları ve destekleyicilerini sevindirmiştir. İş Kazaları Çalışma yaşamında önemli olan işçinin güzel ölmesi değil, işçinin sağlıklı ve güvenli bir biçimde uzun yıllar ülke üretimine katkıda bulunmasıdır. Bu konuda daha başka acılar yaşanmadan bakanlık, işverenler ve işçi sendikaları ortak çaba sergilemelidir. E Dr. Engin ÜNSAL TekGıda İş Sendikası Genel Başkan Danışmanı A [email protected] nkara’da Organize Sanayi Bölgesi olan OSTİM’de meydana gelen iki patlamada yirmi işçinin ölmesi, kamuoyunun dikkatinin ülkemizde sık yaşanan iş kazalarına bir kez daha odaklanmasına neden oldu. Sosyal Güvenlik Kurumu’na (SGK) kayıtlı olan ve kuruma intikal eden verilere göre 2009 yılında 64 bin 316, 2010 yılında ise 72 bin 963 iş kazası yaşanıyor. Bunların çoğunun ölümle sonuçlanan iş kazası olduğunun altını çizmekte yarar vardır. Türk mevzuatında kaza kavramı tanımlanmamıştır. Türk Hukuk Sözlüğü (TDK) kazayı, “bir irade sonucu olmaksızın veya umulmayan hal dolayısıyla bir kim senin veya bir şeyin arızaya veya zarara uğraması” olarak tanımlamaktadır. Sorumluluk yönünden iş kazaları Sosyal Güvenlik Hukuku ve Bireysel İş Hukuku anlamında iş kazaları olarak ikiye ayrılmaktadır. Bireysel İş Hukuku’nda iş kazaları 4857 sayılı İş Yasası’nın beşinci bölümü 7789. maddelerinde İş Sağlığı ve Güvenliği başlığı altında düzenlenmiş ve işverenlere, işçilere önemli yükümlülükler öngörülmüştür. İş Yasası yönünden bir iş kazasından söz edebilmek için dört unsur gereklidir: 1 Kazaya uğrayan kişi sigortalı olmalı. 2 Sigortalı işçi dıştan gelen, istenilmeyen ve ani bir kazaya uğramalı3 Sigortalı uğradığı kaza sonucu zarara uğramalı. 4 Zarar ile kaza ve yapılan iş ile kaza arasında uygun illiyet bağı bulunmalıdır. İş kazaları İş kazası sonunda, koşulları varsa işverenin işçisine maddimanevi tazminat ödeme ve Sosyal Güvenlik Kurumu’nun da hastane giderlerini ödeme, aylık bağlama sorumluluğu vardır. Yukarıda iş kazaları ile ilgili olarak verdiğimiz sayılar sadece kayıt altındaki sektörde mey dana gelen iş kazaları ile ilgilidir. Ülkemizde kayıt dışında çalıştırılan önemli bir işgücü vardır. Çalışma Bakanlığı’nın 2009 verilerine göre 21 milyon 277 bin olan toplam işgücünün yüzde 43.8’i kayıt dışında çalışmaktadır ve bu kesimde meydana gelen iş kazaları resmi istatistiklere yansıtılamamaktadır. İş kazaları işyerlerinin üretim sürecini, işçinin üretkenliğini ve işçinin aktif çalışma yaşamını çok yakından ilgilendiren bir konudur ve endüstrimizin kanayan yarasıdır. Uluslararası sıralamada iş kazaları açısından Türkiye’nin yeri ön sıralardadır; bunun nedeni de işverenlerin ve özellikle Çalışma Bakanlığı’nın bu konuda gerekli özeni göstermemesidir. İşyerlerinde üretimin güvenli bir biçimde yapılabilmesi ve işçi sağlığı ve güvenliği için gerekli önlemlerin alın ması maliyeti arttırıcı unsurlar olarak algılanmakta ve bu konuda yasaların, yönetmeliklerin öngördüğü önlemleri almaktan kaçınılmaktadır. İşyerlerinin büyük bir çoğunluğunda işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından büyük eksikler vardır ve bu eksikler Çalışma Bakanlığı tarafından denetlenememektedir. Denetim eksikliğinin temel nedeni Çalışma Bakanlığı’nın yeterli müfettiş kadroları oluşturamamasıdır. Bakanlığın verilerine göre ülkemizde altı milyonun üzerinde işyeri vardır ve tüm bu işyerlerini denetlemek üzere Çalışma Bakanlığı’nın, 2009 Çalışma Hayatı istatistiklerinde belirtildiği üzere, 587 iş müfettişi kadrosu vardır. Hele bu müfettişleri bilgi ve birikimden yoksun yandaşlardan oluşturma çabaları da dikkate alınırsa, ülkemizde iş kazalarının neden bu kadar çok olduğu ve neden bu kadar çok işçinin gereksiz yere öldüğü kolayca anlaşılır. Bakanlık sorumluluktan kurtulmak için 23.07.2010 tarihli 6009 sayılı yasa ile işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda taşeronlar aracılığıyla çözüm arama yoluna gitmiştir. Çalışma Bakanlığı bu konuda hiçbir olumlu adım atamadığı, iş güvenliği konusunda yaygın eğitimi zorlayamadığı, işçi sendikaları ile bu konuda ortak çalışma projeleri üretemediği için, ölümler karşısında Sayın Bakan ancak “Güzel öldüler” diyebilmektedir. Çalışma yaşamında önemli olan işçinin güzel ölmesi değil, işçinin sağlıklı ve güvenli bir biçimde uzun yıllar ülke üretimine katkıda bulunmasıdır. Bu konuda daha başka acılar yaşanmadan bakanlık, işverenler ve işçi sendikaları ortak çaba sergilemelidir. Demokrasi ve Aydın Düşmanlığı Aydınına değer vermeyen, onu aşağılayan, tutukevlerinde yıllarca çürüten bir toplumun çoğunluk gücü, demokrasiye gönülden inanmayan yöneticiler elinde çok kısa zamanda despotik bir rejime dönüşebilir. Bundan zarar görecek olanlar ise sadece o toplumun aydınları değil, uzun erimde aydınına sahip çıkmayan toplumun her kesimidir. Yrd. Doç. Dr. Ayşe ATALAY Marmara Üniversitesi BESYO emokrasinin en güzel yanı, günümüz toplumlarının pek çoğunda ilkesel düzeyde de kalsa, eşitlikçi olmasıdır. Demokrasilerde toplumu oluşturan insanlar din, dil, ırk, sınıf, cins, etnik köken ayrımı yapılmaksızın kanunlar önünde eşittir. Bu bakımdan demokratik toplumlarda hiç kimse dininden, ırkından, dilinden, sınıfsal ya da etnik kökeninden ötürü hiçbir şekilde ayrıcalıklı bir sosyal konum elde edemez, bu yönde bir istekte bulunamaz. Demokrasi, sahip olduğu toplumsal kanalları sosyal akıcılığa açık tuttuğu ölçüde eşitlik unsurunu yaşama geçirmek doğrultusunda işlerlik, yaygınlık kazanır. Sosyal akıcılık, bir toplumda sınıflar arası, katmanlar arası uçurumu nitelik yönünden değiştirdiği, başka bir deyişle aydınlanmayı ve evrensel insan hakları öğretisini tüm topluma yaydığı ölçüde değer kazanır ve pozitif bir görünüm alır. Saydığımız bu unsurların tüm toplum katmanlarında yaygınlaştırılmaması, toplumda totaliter eğilimlerin artmasına ve politikacılar tarafından bu eğilimlerin körüklenmesine yol açar ki bu olgu da ileri aşamada demokrasinin, evrensel insan haklarının toplumca ortak paydada ele alınmasının tehlikeye düşmesi demektir. Böyle bir durumda demokrasinin sosyal akıcılığa olanak tanıması bir sosyal tehlikeyi de beraberinrını kullanarak daha sonraki dönemlerde nitelikli azınlık üzerinde hegemonya kurmasını engelleyecek tek unsur, gelir dağılımında adalet unsurunun gözetilmesinden daha çok, eğitimin homojenleştirilmesidir. Eğitim, özellikle çağdaş, laik, akılcı, demokratik bir eğitim niteliksiz bir çoğunluğun, ileride aydın düşmanlığına kadar varacak olan nitelikli bir azınlık üzerinde egemenlik kurmasını engeller ve günümüz Türkiye’sinde çoğulculuk, demokrasi, çeşitlilik adına savunulan ve bağrında totaliter egemenlik tohumları taşıyan niteliksiz çoğunluğun toplumda karar alma mekanizmalarında yer almasına da set çekmiş olur. Herkesin çağdaş, laik ve akılcı, demokratik bir eğitim sürecinden geçtiği bir toplum da ileride demokrasiyi tehlikeye atacak sosyal oluşumların tohumunu asla bağrında barındıramaz. Aksi durumlarda ise demokratik rejim, çoğunluk despotizminin egemen olmasıyla karşı karşıya kalır ve bu şekilde seçkinciliği savunmak da demokratik rejimin varlığı açısından zorunlu hale gelebilir. Bu bakımdan yukarıda işleyiş tarzını açıkladığımız toplumlarda, seçkinciliği savunmak demokrasinin özüne aykırı değildir, aksine demokratik rejimin devamlılığı ve işlerliği açısından göz ardı edilmemesi gereklidir. Aydınına değer vermeyen, onu aşağılayan, tutukevlerinde yıllarca çürüten bir toplumun çoğunluk gücü, demokrasiye gönülden inanmayan yöneticiler elinde çok kısa zamanda despotik bir rejime dönüşebilir. Bundan zarar görecek olanlar ise sadece o toplumun aydınları değil, uzun erimde aydınına sahip çıkmayan toplumun her kesimidir. D de getirmektedir. Bu da niteliksiz çoğunluğun nitelikli azınlığı baskı altına alması, nitelikli azınlık üzerinde despotizme varan bir hak iddia etmesidir. İşte niteliksiz çoğunluk, demokrasinin sosyal akıcılık olanağını kullanarak bir toplumda kilit mevkileri, karar alma mekanizmalarını, baskı gruplarını, bürokrasiyi ele geçirerek çoğunluk diktasına doğru yol alabilir. Niteliksiz olduğu için de çağın değişen koşullarına, sosyal ve ekonomik değişimlerine ayak uydurmakta zorlandığından, bu değişimleri dillendiren, bu değişimleri savunan nitelikli azınlığı çok çeşitli siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel kanalları kullanarak susturmaya çalışabilir. Daha başka bir deyişle, aydın, çağdaş, ilerici, demokrat insanlar üzerinde sosyal ve kültürel bir baskı aracına dönüşebilir. Burada dikkat edilmesi gereken konu, bu tür sorunların baş gösterdiği toplumlarda niteliksiz çoğunluk ile nitelikli azınlık arasında sosyal, kültürel ve ekonomik farklılığın boyutlarının uçurum düzeyinde olmasıdır. Bu da bir toplumda aydın düşmanlığının bilenmesi için yeterli bir koşuldur. Aydın düşmanlığı bir toplumun sosyokültürel ve ekonomik dokusundan ayrı düşünülemez. Bu bakımdan niteliksiz çoğunluğun açık demokratik toplumların ortak özelliği olan sosyal akıcılık yolla C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle