Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
21 ŞUBAT 2011 PAZARTES CUMHUR YET SAYFA ekonomi@cumhuriyet.com.tr EKONOMİ 13 DİSKAR: İşsizler yoksulluğun en yoğun yaşandığı tarım sektörüne yöneliyor, bu da halkın çaresizliğinin göstergesidir ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK Çaresizliğin tablosu Başta umutsuzluk olmak üzere çeşitli nedenlerle son 3 aydır iş arama kanallarını kullanmayan ve işe başlamaya hazır olan umudu kesmiş işsizlerin de hesaba katıldığı, geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 17.36 oldu. Ekonomi Servisi Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSKAR) yüzde 11 olarak açıkladığı işsizlik oranının, başta umutsuzluk olmak üzere çeşitli nedenlerle son 3 aydır iş arama kanallarını kullanmayan ve işe başlamaya hazır olan umudu tükenmiş işsizlerin de hesaba katıldığı zaman yüzde 17.36 seviyesine yükseldiğini belirtti. DİSKAR Kasım 2010 dönemi istihdam raporunu açıkladı. Bir saat bile çalışsa işsiz sayılmayan, yetersiz ve eksik zamanlı istihdam edilen gizli işsizler ilave edildiğinde bu oranın yüzde 21 düzeylerine ulaştığı dile getirilen raporda, işsiz sayısının resmi 2 milyon 811 rakamına karşın, umutsuz işsizlerle 4 milyon 802 bin, gizli işsizlerle 5 milyon 804 bin dü AKP’nin ‘Hukuksuz’ Hukuk Anlayışı AKP’nin hukuk anlayışında, hukukun en temel ilkelerinin yeri yoktur; AKP hukuku bunları içermiyor. Fransız Devrimi’nden, yani 1789’dan bu yana, evrensel hukukta insanlar hür ve eşit doğar ilkesi geçerlidir. Bu ilke zaman içinde, hemen her ülkenin hukukuna girmiş, yaygın olarak benimsenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki değerlerin başında da bu yaklaşım gelir. Ancak AKP Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 2010’da, “Ben kadınerkek eşitliğine inanmıyorum” diyor, diyebiliyor. Ve hâlâ, birilerine demokrat görünebiliyor! 12 Eylül 1980 biliniyor. AKP iktidarının da bir 12 Eylül’ü var, 12 Eylül 2010. Bu tarihte yapılan halkoylaması sonrasında, “Evet”, “Yetmez ama evet” diyen sözüm ona demokrasi yanlısı geçinen yazar ve yorumcuların, gözlerini ovuşturarak, hayret dolu bakışları ve yazık diye yakınmaları arasında, AKP iktidarı hiç zaman yitirmeden, hukuku siyasallaştırma sürecini en son noktalarına taşıyor. AKP’nin kendi 12 Eylül’ünün hukuku, kimi yönleriyle önceki 12 Eylül’ü aratmıyor! Hukukun siyasallaşmasının en tehlikeli ve toplumsal açıdan yıkıcı özelliği, adamına göre hukuk uygulamasıdır. AKP iktidarı, ülke hukukunun yapısını ve işleyişini, adım adım bu noktaya taşıyor. Bunun örnekleri giderek çoğalıyor. Başta Başbakan olmak üzere AKP sözcüleri, askersivil ayrımı yapmadan çok sayıda insanın gözaltına alınmasına ve bunların yargılanmaları sonlandırılmadan yıllarca tutuklu kalmalarına, “Biz hukuka karışamayız. Kimse de karışmasın” diye yeri göğü inleterek karşılık veriyor. Başbakan’ın ve AKP sözcülerinin yargıya karışmayız derken ne denli ikili ölçü kullandıklarının çok sayıda örneği var. Yıllardır unutulan ya da uyutulan Deniz Feneri yolsuzluğu dahil pek çok konuyu bir tarafa bırakıp bunlardan yalnızca ikisini anımsatalım. AKP’lilerin hiç sevmediği AİHMAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi Aralık 2005’te üniversitelerde türban takılması konusunda bir karar verdiğinde Başbakan’ın AİHM yargıçlarına “Sen ne karışıyorsun, buna ulema karar verir” diye karşı çıktığı biliniyor. Bir de yerli örnek olsun. Şimdilerde, başkanı yüksek yargıyı suçlamada hükümetten daha hızlı davranan Anayasa Mahkemesi, 2008’de AKP’yi “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı” olarak nitelendirdiğinde, Başbakan ve AKP sözcüleri, “Bu konu hukukun bileceği bir iştir, biz karışmayız” mı dediler? Ilımlı İslamcı olduğu bilinen AKP demokrasisinde, yasama ve yürütme erklerinin nasıl tek bir kişiye bağlı kılındığı biliniyordu; 12 Eylül 2010’dan sonra yargı da adım adım AKP çizgisinde siyasallaşıyor. Demokrasinin dördüncü dayanağı basınyayın özgürlüğüdür. Son yıllarda medya sahipliğinin el değiştirmesi süreci, gazetecilerin işlerinden kovulmalarıyla, gözaltına alınmaları ve tutuklamalarıyla, basınyayın özgürlüğünün de nasıl baskı altına alındığı ve giderek zavallılaştırıldığı, her gün bir kez daha yaşanıyor. Kendisi özgürlüklerin savunucusu olması gereken basınyayın AKP iktidarında o duruma getirildi ki onun özgürlüğünü ABD Büyükelçisi savunuyor! Adına ister Ergenekon, ister Balyoz densin, üç yıla yakın bir süredir yaşanan, basın çalışanlarını da kapsayan ve bir türlü sonlandırılmayan yargılama işlemlerinin, çok büyük ölçüde, AKP’yi eleştiren ve Cumhuriyet’in değerlerini sahiplenen ve savunanlara yönelik olduğu biliniyor. Bilinen bir gerçektir ki, adamına göre hukuk uygulamasının geçerli olduğu, yani, taraf tutan hukuk anlayışının yaşandığı bir toplumda, hukuk diye bir kavram kalmamıştır. AKP, adamına göre hukuk anlayışını, ülkenin hukuk yapısını tamamıyla siyasallaştırarak uygulamaya koyuyor. Hukuku, en temel ilkesi olan yansızlık ve tarafsızlıktan hızla uzaklaştırıyor. AKP, evrensel olarak bilinen anlamda hukuku yok ediyor! Hukukun yok olduğu noktada, ne can güvenliği, ne de mal güvenliği kalır! Bu gidiş karşısında, ülke kamuoyunu oluşturan çevrelerin çok daha duyarlı olmaları, toplumu bir arada tutan bağların en önemlisi olan temel hukuk ilkelerini sahiplenmeleri ve ülkeyi AKP’den kurtarmanın çabası içine girmeleri gerekiyor! yakupkepenek06@hotmail.com ‘Yoksuluz, yanlış yöne gidiyoruz’ Amerikan Associated Press (AP) haber ajansının GfK araştırma şirketiyle yaptığı araştırma, Türk halkının ekonomi konusunda kaygılı olduğunu ortaya koydu. 2010’daki yüzde 7’lik ekonomik büyümeye rağmen işsizliği Türkiye’deki “gayet ciddi” bir sorun olarak nitelendirenler çoğunlukta bulunuyor. Türkiye’nin ekonomisini, “yoksul” ya da “çok yoksul” olarak nitelendirenlerin oranı yüzde 38. Gelecek 5 yılda kişisel ekonomik durumlarının iyileşmesini bekleyenlerin oranı ise sadece yüzde 34. Ekonomiyi “yoksul” olarak nitelendirenlerin yüzde 87’si ülkenin yanlış yöne doğru gittiğini savunurken yaşamlarının gidişatından genel olarak memnun olduklarını belirtenlerin oranı ise sadece yüzde 34. Bu gruptakiler ayrıca, ülkenin kurumlarının ve liderlerin doğru şeyi yapacağı konusunda daha az güven taşıyor. Birçok katılımcı maaşların daha eşit hale getirilmesini ve daha fazla kamu iktisadi teşebbüsü olmasını tercih ettiklerini belirtiyor, ancak yine çoğunluk, “insanları çok çalışmaya ve yeni fikirler üretmeye” ittiği için ekonomik rekabeti olumlu buluyor. zeyinde olduğuna dikkat çekildi. Raporda, “İşsizlik verileri konusunda kamuoyuna pompalanmaya çalışılan iyimser tablonun”, Türkiye gerçekleri ile bağdaşmadığı savunularak geçici bir işte çalışan her 2 kişiye karşın, geçici bir işte çalıştığı için işsiz kalmış 1 kişinin bulunduğu belirtildi. Buna göre geçici işçiler için işsizlik oranının yüzde 34 düzeyinde olduğu ve resmi işsizlerin yüzde 30’unu da geçici işte çalıştığı için işsiz kalanların oluşturduğu belirtildi. Türkiye’de kriz dönemi ile birlikte tarım sektöründe istihdam edilenlerin sayısında bir patlama yaşandığının belirtildiği raporda, 2007 Kasım dönemi ile karşılaştırıldığında yaratılan istihdamın yaklaşık yarısının tarım kesiminde gerçekleştiği ifade edildi. Türkiye’de yoksulluğun en yoğun olarak ya şandığı tarım kesiminde yaşanan bu artışın, krizde halkın çaresizliğinin bir göstergesi olduğu belirtildi. Raporda işsizlikle mücadele konusunda hükümetin çizdiği pembe tabloya karşın, işsizlik oranlarının korkutucu düzeylerde seyretmeye devam ettiğine dikkat çekilerek iş bulanların güvencesiz, esnek ve kuralsız kötü çalışma koşullarına razı hale geldiklerine işaret edildi. Benzin 10 yılda yüzde 534 arttı Benzinin litre fiyatı 2000 yılından bugüne kadar yüzde 534 arttı. İnsanlar sürekli katlanan benzin fiyatlarına karşılık daha ucuz olan motorin ve otogaza yöneldi. Son 10 yılda LPG tüketimi yüzde 95, motorinse yüzde 68 arttı. ANKARA (AA) Son yıllarda giderek artan benzin fiyatları karşısında vatandaş, ‘araba’ sevdasından değil, benzin tüketiminden taviz verdi. Türkiye’de araç sayısı 2000 yılından 2010 yılına kadar yüzde 80.7 oranında arttı. Buna karşın benzin tüketimi aynı dönemde yüzde 24.8 oranında azaldı. Döviz kuru ve uluslararası ham petrol fiyatlarındaki değişimlerin etkisiyle her geçen gün el yakan benzinin litre fiyatına bir vatandaş 2000 yılında ortalama 0.58 lira öderken 11 yılda ödediği rakam yaklaşık yüzde 534.5 oranında arttı ve 2010’da ortalama 3.68 liraya çıktı. Trafiğe kayıtlı motorlu araç sayısı, 2000 yılında 8.3 milyon iken 2010 yılında 15 milyona ulaştı. Türkiye’de tüketilen benzin miktarı da aynı dönemde 2 milyon 800 bin 731 tondan 2 milyon 105 bin 87 tona geriledi. 2000 yılında 8 milyon 189 bin 294 tonluk motorin tüketimi 2010 yılında yüzde 68.2 oranında artışla 13 milyon 775 bin 694 tona çıktı. Otogaza talepse neredeyse ikiye katladı. Buna göre 2000 yılında 1 milyon 280 bin 331 ton olan LPG otogaz tüketimi, 2010 yılında yüzde 95.2 oranında artarak 2 milyon 500 bin tona yükseldi. 3 yıl önce kapanan fabrikanın işçileri haklarını almadıkları için eylem yaptı . (Fotoğraf: ATAKAN COŞKUN) Uzel işçisi haklarını istedi İstanbul Haber Servisi Uzel Traktör Fabrikası’nın 2008’de kapanmasının ardında yasal haklarını alamadıklarını iddia eden işçiler ve aileleri fabrika önünde eylem yararak haklarının ödenmesini istedi. Edirnekapı’daki Uzel Fabrikası önünde toplanarak “Bize her yer Uzel”, “Hepimiz Uzelzedeyiz” pankartları açan işçiler “Uzel şaşırma sabrımızı taşırma”, “İşçiyiz haklıyız kazanacağız” sloganları attı. Türk Metal Sendikası İstanbul 1 No’lu Şubesi Başkanı Murat Salar tarafından yapılan açıklamada, fabrikanın faaliyetlerinin durmuş olması, ipotek ve haciz nedenleriyle 956 işçinin hak edişlerinin ödenmediğini anlattı. Firmanın, geçen 3 yılda elde ettiği gelirleri sendika üyeleri yerine başka sorunlarının çözümü için harcadığını söyleyen Salar şöyle devam etti: “Aileleriyle birlikte sayıları 10 bini aşan alamadığı alacakları yüzünden evlerini, şehirlerini terk etmek zorunda kalan, işsiz kalan, bankalara borçları yüzünden icralık duruma düşen, psikolojik travma geçiren üyelerimizin seslerini kamuoyuna, siyasi iktidara ve ilgililere duyurmak için bu basın açıklamasını yapmak zorunlu olmuştur.” erginy@tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA Tunus, Mısır, Cezayir, Yemen, Bahreyn, Libya, Ürdün, hatta Irak, belki İran, Suriye ve ABD için en büyük kâbus Suudi Arabistan... Halk sokaklarda! Tunus ve Mısır egemen sınıfları at değiştirip yola devam etmeye çalışıyorlar. Libya ve Bahreyn, isyanı şiddetle bastırmaya çalışıyor. Bahreyn’de görünür hale gelen Şii sorunu hem İran’ı, hem de Suudi Arabistan’da petrol havzalarında nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Şiileri düşündürüyor. Ama medya, hâlâ Ortadoğu’nun liberal demokrasi yolunda ilerlediğine ilişkin bir fantezinin peşinden gitmeye devam ediyor. Libya ve Bahreyn ve Yemen’de başlayan çatışmaların yanı sıra devrimler tarihi, bu “demokrasi dalgası” gibi görünen “şey”in aslında uzun süreli bir istikrarsızlık döneminin başlangıcı olma olasılığının giderek arttığını düşündürüyor. Yeni Ortadoğu’da ‘Liberal’ Fantezileri Hadar’dan esinlenerek, özellikle en sonunda, süreç tamamlandığında, adını koymak istemese de karşılaşmaktan korktuğu “şey” üzerinde düşünmeye devam etmek istiyorum. Ama önce 1848’i kısaca anımsayalım. Kapitalizm 1845’te ilk genelleşmiş denebilecek ticari krizini ve bunu izleyen açlık ve yoksullaşma dalgasını yaşadı. Bu krizin de etkisiyle, hem kapitalist sınıfla, monarşiler, hem de yeni şekillenmeye başlayan kent proletaryası ile kapitalist sınıf ve feodal özelliklerini korumaya devam eden yönetici sınıf (monarşik devlet) arasındaki çelişkiler derinleşiyor, cumhuriyetçi bir muhalefet dalgası yükseliyordu. Bu gelişmeler Fransa’da AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nda ve Slav devletlerinde devletten sorumlu seçkinlerin toplum gözündeki meşruiyetini hızla aşındırıyordu. Dönemin uluslararası ekosistemini de Napolyon savaşları sonrasında Viyana Kongresi’yle kurumlaşmış bir Avrupa düzeni, İngiltere hegemonyası belirliyordu. Demokratik devrimler 1848’de Paris, Milano, Venedik, Viyana, Prag, Budapeşte, Krakow, Münih ve Berlin’de burjuvazi, cumhuriyetçi ve sosyal demokrat (komünist), anarşist aydınlar ve kent yoksullarının katılımıyla patlak verdi. Devrimci geleneğin hafızasından silinmeyen barikatlar kuruldu, sokak savaşları yaşandı. Devletler bu devrimleri, burjuva sınıfının devrimi terk ederek aristokrasinin kucağına sığınmaya başlamasının da katkısıyla büyük bir şiddetle bastırdılar. Bu yüzden sosyalist gelenek içinde 1848 devrimleri burjuvazinin devrimci barutunun bittiğinin, artık muhafazakârlaştığının kanıtlandığı tarih olarak görülür. 1848’in mirası Bu devrimlerin (kimsenin aklına, “başarılı olamadılar, devrim sayılmazlar” demek gelmedi) bastırılması Avrupa’ya hatta kapitalizme istikrar getirmedi. Aksine, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki cumhuriyetçi ittifak çözülmeye, sınıfa karşı sınıf siyaseti gelişmeye başladı (komünist hareket). Napolyon savaşları sonrası İngiliz emperyalizmi önce konsolide oldu ama 1873 depresyonundan sonra finansallaşma ve gerileme sürecine girdi. Bu sırada Fransa ve “Almanya”, Rusya sanayileşiyor hem hammadde gereksinimi artıyor hem de sayıları artmaya başlayan işçileri, büyüyen kentleri doyurmak gerekiyordu. Bu sırada sermaye de merkezileşiyor ve tekelleşiyor, bankalarla kaynaşarak “finans kapital” denen olguyu yaratıyordu. Artık liberal demokrasinin burjuva sınıf temeli kayboluyordu. Bundan sonra demokratik hakları korumak, geliştirmek emekçi sınıfların gündemini oluşturacaktı. Bundan sonrasını biliyoruz: Proletarya devrimleri (Rusya, Alman, İtalyan vb...) ve emperyalist yeniden paylaşım (I. ve II. Dünya) savaşları, daha önce görülmemiş kapitalist devlet biçimleri (Faşizm, Nazizm, Falanjizm vb...). 1848 devrimlerinin bir diğer mirası da kapitalizm karşıtı, devrimci tepkinin, “komünist hipotezin” teorik ve mantıksal olarak berraklık kazanması sürecini başlatmak oldu. Bir sonraki ayaklanma Paris Komünü idi ve 1848’den farklı bir programa sahipti. Artık Liberal Demokrasi çalışanların gözünde tümüyle iflas etmiş, Sosyal Demokrasi şekillenmişti. Böylece, Avrupa gençliğinin (aydınlar ve çalışanlar) önüne de varoluşunu yönlendirmesi açısından, romantik milliyetçilikten, Demokratik Cumhuriyetçilikten farklı bir seçenek gelmiş oluyordu. ‘Şimdiki zamanı’ ve benzerlikleri Ortadoğu’daki devrimler de 1848 gibi çok sınıflı halkçı devrimler olarak başladılar. Tunus’ta, Mısır’da hedef aldıkları siyasi liderleri devirdiler ama rejimleri deviremediler. Çünkü hem rejimlerin hem de bu rejimleri var eden ekonomik sistemlerin “gerçeği” bu devrimlere katılanlara henüz kendini göstermiyordu. Görünmeyeni, bu devrimin yapıcısına gösterebilecek bir kurumsal siyasi özne henüz şekillenmemişti. Şimdi Bahreyn’den Libya’ya gelen haberler, karşıdevrimin uzlaşma ve saptırma fazından, şiddetle bastırma fazına geçmekte olduğunu gösteriyorlar. Mısır ve Tunus devrimleri, 1848’dekiler gibi, burjuva kesimlerin hızla halk sınıflarından ayrılarak, devrimi terk edip istikrar talep etmeye, egemen rejimle buluşmaya başladığını gösteriyor. Bu bağlamda, bu devrimlere kadar tek muhalefet merkezi olarak (sol tarafından da) kabul gören Siyasal İslamın radikal terörist kanadının, tarihin şarampolüne yuvarlanmasıyla, reformist kanadının ise rejimle uzlaşma hattına girerek devrimi terk 1989 değil, 1848 Bu analojiye dikkatimi, Amerikan Muhafazakâr kesiminden, yazar Leon Hadar’ın The American Conservative dergisinde geçen hafta yayımlanan yorumu çekti. Hadar, Hannah Arendt’in başlıklı ünlü çalışmasından esinlenerek Ortadoğu’da liberal demokrasi olasılığının çok zayıf olduğunu düşünüyor. Hadar, uzun sürmesini beklediği bir genelleşmiş istikrarsızlık ve çalkantılar döneminden sonra sular durulduğunda diktatörlüklerle karşılaşma olasılığının çok daha yüksek olduğuna inanıyor. Hadar’ın Arendt’ten esinlenme biçimine katılıyorum, çıkardığı sonuçlar da bana anlamlı geliyor. Ben de etmesiyle muhalefet barutunu tükettiği görüldü. Buna karşılık Tunus ve Mısır’da işçi sınıfı (geleneksel ve yeni katmanlarıyla) ekonomik siyasi taleplerini yükseltmeye başladığını ve rejime, hatta perşembe günü greve çıkan Süveyş Kanalı işçilerinin kimliğinde emperyalizme karşı, devrimi ve muhalefet hattını koruduğunu görüyoruz. Bu gelişmelere karşılık, rejimlerin ve sermaye kesimlerinin, halkın ne maddi (refah seviyesini yükseltebilecek) ne de manevi (ifade özgürlüğü ve bedensel özgürlükler), ekonomik, demokratik taleplerine cevap verebilecek durumda olmadıklarını biliyoruz. Son benzerliği de ABD hegemonyası ve emperyalizmi açısından kurabiliriz. İngiliz Napolyon savaşlarından galip çıkarak hegemonyasını kurdu. 1848 sonrasında bu hegemonya önce devrimlerin Avrupalı güçlerde yarattığı istikrarsızlık ortamı geçtikten sonra, bunların yeniden yükselmesine paralel olarak bir gerileme sürecine girdi. ABD hegemonyası soğuk savaşın bitmesiyle tek hegemonik güce dönüştü ama 20 yıl içinde, kendi istihbarat örgütlerinin de kabul ettiği gibi engellenemez bir gerileme sürecine girdi. Ortadoğu devrimleri patlak verdiğinde ABD’nin süreci kontrol etmek bir yana, zamanı arkadan yakalamaya çalıştığı, bunda da istikrarlı bir politika izleyemediği görüldü. Bu karışıma, İran’ın manevralarını, İran dışındaki Şiilerin artmaya devam eden huzursuzluğunu, Türkiye’nin Ortadoğu liderliği heveslerini, tüm bu gelişmeler karşısında İsrail’in artan “korkularını” eklersek, tarihin liberal demokrasiden başka yerlere doğru gittiğin kolaylıkla görebiliriz. Tarım Bakanı ithalatı savundu YUSUF BAŞTUĞ ADANA Adana’da Çiftçiler Birliği’ni ziyaret eden Tarım Bakanı Mehdi Eker buğday ithalatını savunarak “Türkiye içeride vatandaşı yesin, kullansın diye değil, işlenip dışarıya satılsın diye buğday ithalatı yapıyor. Buna da kimsenin karşı çıkmaması lazım” dedi. 2011 yılında çiftçiye 6 milyar 244 milyon lira destekleme kredisi verileceğini anlatan Eker şunları söyledi: “Organik hayvancılığa da destek vereceğiz. Kredi ödemeleri hazirana kadar büyük ölçüde tamamlanacak. Mazot ve gübre desteklerini arttırdık. Ayrıca sanayicinin ihtiyacı olan 18 bin ton süt tozunun içeriden karşılanması için uygulama başlattık. Tarımda görülen ithalatın içinde çoğunlukla hammadde var. Türkiye’nin tarımda gıda bakımından dış ticaret fazlası 5.5 milyar dolar. Ham kauçuğu, lif pamuğu tarımın içinde görürseniz ithalatla ihracat toplamda başa baş görülür.” C MY B C MY B