23 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 OCAK 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Güneydoğu Sorunumuzun Kökeni Türk ve Kürt halklarının yazgıları birdir, soludukları hava, içtikleri su aynı topraktandır. Kışkırtmalara kapılmayıp sağduyuyla çözemeyecekleri sorunları yoktur. Onun içindir ki bu konuda önemli bir etmen olabilecek Köy Enstitülerine içim yanar. Ortaya çıkmıştır ki Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk ve Kürt halkları olarak tek bir düşmanı vardır. ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN Atışma BUNCA sorunu olup da nafile söz düellosundan hem yaka silken ama aynı zamanda müthiş zevk alır gözüken başka toplum az bulunur. Elbet bütün düelloların seyri ilginçtir. İster çok eski zamanların kılıç düellosu olsun, ister romantik dönemlerin pistollü ve ölümlü vuruşmaları, insanlar bu tür kapışmalara bayılır, hikâyelerini merakla okur. Kim bilir, belki söz düellosunun sıradan kişiler arasında değil, yetmiş küsur milyonluk koskoca bir ülkenin başbakanı ile muhalefet lideri arasında olması olaya ayrı bir ilginçlik veriyor olmalı ki, “reyting” peşindeki televizyon kanalları da bu işe seve seve soyunmuş ve bütün olanaklarını bu uğurda seferber etmişe benziyor. Aslında “medya” sözü özde iki ayrı kesim arasında aracılık yapmak, yani birinden aldığını öbürüne duyurmak ya da göstermek anlamına gelse de, kimin kimden ne alıp kime ne verdiğini kestirmek de zorlaşıyor. Medya ülkeyi yönetenleri topluma anlatmaya mı çalışmalıdır, yoksa toplumun neyi nasıl düşündüğünü mü yöneticilere aktarmalıdır? Herhalde ikisi de doğrudur ama terazinin ne zaman şaştığı, kimin kimi aldattığı, kışkırttığı ya da uyuttuğu pek belli olmuyor. aliba, her şey gibi bu da bir nitelik sorunu. Kaliteye susamış insanları bezdiren, böylesine önemli makam sahiplerinin kaliteye pek dikkat etmeyişleri ve söz düellosunu arada bir “Tencere dibin kara, seninki benden kara” biçiminde bir atışmaya dönüştürüyor olmalarıdır. Kullanılan mutfak kabından da belli ki, kenar mahalle hatunlarının kavgalarından alınma bir deyim söz konusu. Kenar mahalleyi devletin zirvelerine taşımak kimi rahatsız etmez? O yüksek düzeyde genellikle başka şey beklenir. Kelime oyunları ya da olup biteni abartıp çarpıtan tutumlar yerine yurttaşlar eninde sonunda kendi yaşamlarına yansıyacak konularda ciddi düşünceler, doğru ve gerçekçi eleştiriler bekler o mevkilerdekilerden. Bunların ille de can sıkıcı, bezdirici nitelikte olması ya da hep aynı yönde akması da gerekmez. Yani, önce biri konuşacak öbürü yanıtlayacak diye bir kural yok. İlginç sözüne uygun olarak daha çok kişiyi ilgilendirecek konuyu ele alan elbet öne geçer. yrıca, belagat ve hitabet yarışına girişmek o düzeye yakışmıyor. Birinin hatipliğini, öbürünün bürokrat titizliğini çok sık sergilemesine gerek yok. Yurttaşların kendi yaşamlarına ilişkin olarak bilmek, duymak, öğrenmek istedikleri başka o kadar çok şey var ki, o tarz beceriler pek doyurmuyor bu ülke insanlarını artık. Asıl açlık bu. Nusret Kemal OTYAM ürkiye Cumhuriyeti’nin, Türk ve Kürt halkları olarak tek bir düşmanı vardır. O düşmanın adı, dün olduğu gibi bugün de aynıdır: Emperyalizm! 1984 yılında PKK’nin Eruh ve Şemdinli ilçelerimize yaptığı baskınları duyduğumda, İsveç’te kızımın yanındaydık. Aynı gün yabancı ajansların verdiği bu haberi Stockholm televizyonunda görevli dostlarım Hadi Orman ile Özkan Mert’ten öğrenmiş, çok üzülmüştüm. Nasıl oluyordu da devletin gözü önünde böylesi bir olay gerçekleştiriliyordu? Gerisini aynı acıyla, aynı yürek sızısıyla yaşadık, yaşamaktayız. O günden bu yana on binlerce şehit verdik; vatandaşlarımızı yitirdik, kalkınmamız için gerekli milyarlarca doları bu kardeş kavgasına harcadık. Nasıl oldu da aynı toprakları paylaşan insanlar böylesi kanlı bir çatışmaya itildiler? Kaldı ki Anadolu halkları yakın yıllarda inanılmaz bir yürek ve dayanışmayla canlarını dişlerine takıp tarihin en başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermişler, sömürgecileri anayurtlarından kovmuşlardı. Yüzlerce yıl bir arada yaşamış, nice değerli devlet ve sanat adamı yetiştirmişlerdi. T patıldı, büyük bir kesimin meslek sahibi ve üretici olması önlendi. Sanayi alanındaki kalkınmamız teknik ve parasal açıdan dış ülkelerin ve onların büyük sermayelerinin denetimi altındaydı. Fakat uzun yıllar savaştan uzak kalmış Türk ulusunun genç nüfusu hızla artmaktaydı. Yeni kuşakların Cumhuriyetin temel ilke ve amaçlarından uzaklaştırılmaları onlar için önemliydi. Böylece tuzaklar birbirini izledi. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, sağ ve sol gençlik olayları, SünniAlevi dinsel (mezhepsel) çatışmaları büyük talihsizliğimiz olmuştur. Bunlarla beraber istedikleri noktaya gelemediklerini hesaplayan emperyalist güçler Türkiye Cumhuriyeti’nin iç huzurunu yeterince bozamadıklarını gördüler. O halde Osmanlı döneminde edindikleri deneyimler ne güne duruyordu? Rejimin ve devrimlerin karşıtı güçler Son dönemde “barış ve demokrasi getireceğim(!)” diye yaptıkları Irak savaşı, milyonlarca can kaybına, ekonomik kaynakların yıpranmasına, bölge huzurunun bozulmasına yol açtı. Bu gelişmelerin en çok zarar verdiği ülkelerden biri Türkiye olmuştur. Rejimin ve devrimlerin karşıtı güçler ve örgütler, artık iyice ses çıkarır, başkaldırır duruma geldikleri gibi Cumhuriyetimizin temel kurumlarına da el atmaya başladılar. Öyle ki bu gidiş öğretim kurumlarının yönetim kadrolarına, hatta adalet ve askeri düzenimize kadar uzandı... İşte ne olduğu bilinmeyen Silivri duruşmaları, asker, sivil yüzlerce tutuklama, yargıç ve savcılar üzerinde yapılan amacı artık saklanmayan oyunlar, çekişmeler... Sık sık aklıma gelir, NATO manevrasından Napoli Limanı’na gelen Muavenet zırhlımızın 1992 Ekim ayında bir ABD zırhlısından atılan füzeyle vurulması, beş değerli deniz subayımızın öldürülmesi, 22 denizcinin yaralanması, Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmesi, Jandarma Genel Komutanımız Org. Eşref Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile şehit edilmesi bugün geldiğimiz noktanın ve daha nice olayların işareti değil miydi... Çağdaş Cumhuriyetin konumu Evet, Osmanlı İmparatorluğu sömürgeci güçlerin tuzaklarıyla, kavgalarıyla Balkanları, Kafkasya’yı, Kuzey Afrika’yı yitirip kendi anavatanı Anadolu’ya dek çekilmiş; tarihin unutulmaz, eşsiz önderi Mustafa Kemal’in liderliğinde, çağdaş bir Cumhuriyetin temelini atmıştı. Türkiye artık demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiydi. Atatürk yaşadığı sürede nice inanılmaz devrimleri başarıyla gerçekleştirdi, dünyanın saygınlığını kazandı. Ne var ki Batı sömürgecileri bu yenilgiyi içlerine, bir türlü sindiremediler. Onların istediği Osmanlı artığı emir kulu bir devletti. İkinci Dünya Savaşı (19391945) sonrasında içlerindeki hıncın uyandığı görüldü. Türkleri, hele Türkiye Cumhuriyeti’ni zorla ellerine geçiremeyeceklerini anlamışlardı. Onlar için bunu başarmanın iki yolu vardı: 1 Türk halkını eğitim adı altındaki tuzaklarla çağın dışına sürüklemek. 2 Ekonomik açıdan gelişmesini önlemek Ne yazık ki bu özet politika, emperyalist devletler için zor olmadı. Askeri anlaşmalarla, yardım gerekçesi (maskesi) altında birtakım bağışlarla yapmak istediklerinde zorlanmadılar. Örneğin, ulusumuzun aydın ve üretici gücünü kısa sürede kanıtlayan Köy Enstitüleri ka“Yine de bir uğraştır beklemek. Bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan” der C. Pavese. Beklemek bir kültürdür. Mutluluk ve hüznün gizilgüçlerini G rüldü? 19. yüzyıl içinde, özellikle Abdülaziz ve Abdülhamit dönemlerinde işin böylece kolayına kaçılmıştı. Emperyalistler bu fırsatı kaçırmadılar, Sevr Antlaşması’yla Cemiyeti Müderrisin yani Medrese Hocaları Cemiyeti’nin 19 Şubat 1919 tarihinde kurulmasına önayak oldular. Kurucuları da hayli ilginçtir: Saidi Kürdi ( Nursi), Şeyhülislam Mustafa Sabri, İskilipli Atıf Hoca, Konyalı Hoca Atıf Efendi... Sonra bu derneğin adı İslam Teali Cemiyeti olarak değiştirilmiştir. Ayrıca padişahçı İçişleri Bakanı Kürt İzzet (Kambur İzzet diye anılır) ünlü Şerif Paşa’nın amcasıdır. İngiliz raporlarına göre kuşkulu, entrikacı bir adam olduğu gibi Kurtuluş Savaşımıza da karşıdır. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk’ü idama mahkum eden Kürt Mustafa Paşa’nın da eniştesidir. Kambur İzzet ise padişahın İçişleri Bakanı iken iki ay sonra İzmir Valiliği’ne atanmıştır. Lozan görüşmeleri sırasında Irak petrollerine göz diken İngilizler, Anadolu’nun yeni devletini zorda bırakmak amacıyla Şeyh Sait’i kandırıp 1925 yılında ayaklandırdılar; fakat bu ayaklanma genç Cumhuriyetin başarısı ile sonuçlandı. Ayrıca 1938 yılında Hatay görüşmeleri yapılırken Seyit Rıza, Fransızların kışkırtması ile ayaklanmış, o da ihanetinin cezasını canı ile ödemiştir. Ne var ki 25 yıldan bu yana yaşadığımız PKK olayı sadece feodal ayaklanma değil, ideolojik bir iç savaş durumuna getirilmiştir. Öyle ki bölgeye gidecek yabancı gazeteciler bile yurtdışındaki PKK bürolarından belge almak zorunda bırakılmışlardır. Ayrıca PKK’lilerin silahları vb. malzemeleri dış kaynaklardan sağlanıyordu. Onların dost sandığımız devletlerden desteklendikleri artık saklanamıyor. Cumhuriyet gazetesinin Temmuz 2006’da verdiği bir haberi okuduğumda inanamamıştım. ABD yetkilileri yeni bir Ortadoğu projesinden söz ediyorlar, bu arada kendi mallarını dağıtır gibi Doğu Anadolu’da bazı illerimizi Ermenistan’a, bazı güney topraklarımızı da kuracakları Kürdistan’a veriyorlardı! Bu projenin resmi haritasının ABD silahlı kuvvetler dergisinde yayımlanması basınımızda yer alınca artık söylenecek söz kalmamıştı. Memleketin İlerisi Arkada Kaldı… Kavramların aşağı yukarı evrensel anlamları olmalı: Dünyanın hiçbir yerinde “aptal” akıllı anlamına gelmez… “Küçük”, “büyük”ten daha küçüktür… Ya da; fotoğrafçı “gülümseyin” dediğinde, yeryüzünün hiçbir yerinde insanlar sığınağa kaçmazlar… Ama Tayyip Erdoğan’ın evrensel kavramları anlayışı dünyanın hiçbir yerini tutmadığı için sorun çıkıyor… Misal yargı: Dünyanın her yerinde “yargı” deyince adalet dağıtan kurum anlaşılmaz mı?.. Ama buna göre yargı iktidarın önünü açan ve temizleyen şeydir… Demokrasi: Nohut, kömürle kandırılmış kalabalıkları peşine takmış, aklına eseni yapma hakkına sahip tek adam… Laiklik: Dünyanın her yerinde dindünya işlerinin ayrı olması sayılsa da, bizim Başbakan’a göre dinin elden gitmesine neden olan densizlik… Nitekim “terör”den ne anladığı da bir tuhaf… Din adına yapılıyorsa, terör saymıyor… Onun için zaten BM’nin terör listesindeki Hamas da terör örgütü değil, dizinin dibine oturduğu Taliban da, gizli karargâhlarda görüştükleri Hizbullah da… Islık çalmak, dünyanın dört bir yanında, daha etkili ses çıkartma gereksinimi duyanların, sıradan bir insan davranışı değil mi?.. Bu, “suç” saydı… Ve savcılık kurumunu da el âlemde görülmemiş biçimde “koruma polisi” saydığı için, ıslık çalanları birlikte kovalıyorlar… İşte bu yüzden dünyanın her yerinde karşı görüş, ya da karşı tez anlamına gelen muhalefet buna göre; fitne… İtiraz; terbiyesizlik… Eleştiri; alçaklık… İddia; yalan… Görüş; edepsizlik… Yaptığını beğenmemek; edepsizlik… Nitekim bu sebeplerden de tersi döndü memleketin… İleri ileri geri gidiyor… Gerisi önünde… İlerisi arkada kaldı… [email protected] Pervasızlığın böylesi Şu dost pervasızlığına ve niyetine bir bakın... Ne yazık ki bu niyetin adım adım geliştiğine tanık olmaktayız. Görüldüğü gibi Türk ve Kürt halklarının yazgıları birdir, soludukları hava, içtikleri su aynı topraktandır. Kışkırtmalara kapılmayıp sağduyuyla çözemeyecekleri sorunları yoktur. Onun içindir ki bu konuda önemli bir etmen olabilecek Köy Enstitülerine içim yanar. Ortaya çıkmıştır ki Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk ve Kürt halkları olarak tek bir düşmanı vardır. O düşmanın adı, dün olduğu gibi bugün de aynıdır: Emperyalizm! ikinci ve Türkiye’nin en büyük kültür merkezidir. 27 Kasım 1970 günü Arthur Miller’in Cadı Kazanı eseri oynanırken çıkan bir yangınla büyük bir bölümü yanar. Yeni bir bekleme süresi başlar AKM için. 1978 yılının 6 Ekim gününe dek bekler ve bu kez AKM (Atatürk Kültür Merkezi) adıyla yeniden bekleyenlerine kavuşur. Osmanlıya bakarsak... Düşünmemiz gereken bir önemli nokta daha var: Yukarıda değindiğim gibi Anadolumuzun iki temel halkı Birinci Dünya Savaşı sonuna dek bir arada yaşadılar; ancak ne oldu da koşullar değişti, sürtüşmeler başladı, feodal ilişkilerin etkisi ile bazı aşiretler güneye, bazıları Ege’ye, bazıları Orta Anadolu’ya sü A Beklemek Bir Kültürdür Adnan ACAR barındırır içinde. Buluşmanın, kavuşmanın coşkusu TV Yönetmeni [email protected] ile unutulmanın, terk edilmenin acısı iç içedir onda. Sanata girmiş, en önemli izleklerden biri olmuştur. “Belki gelmem gelemem, beş dakika bekle git” der usta, bir şiirinde. “Bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin” diye sevgiliye yakınıp, sevgiye ölçüt olur bir şarkıda. Beklemek bir kültürdür. Eldeki bir gül, bir karanfil ya da oyalı bir mendil, beklemenin simgesi olmuştur romanlarda. Beklemenin rengi genellikle kırmızıdır. İstanbul’da AKM Ankara’da Kızılay Postanesi, İzmir’de Saat Kulesi gibi her kentin kendine özgü simgeleşmiş bir bekleme merkezi vardır. İstanbul’unki de AKM’dir. İçine kaçı girip bir oyun, bir gösteri izlemiştir bilinmez; ama her gün yüzlerce kişi buluşturur AKM; yüzlercesini de düş kırıklığına uğratır. İçine bir kez olsun girmeyen, şölene gider gibi süslenip püslenen kim bilir kaç kişiyi konuk etmiştir önünde. Kendisi de yıllarca beklemiştir AKM’nin, bekleyenlere mekân olabilmek için. Beklemenin ne demek olduğunu iyi bilir. Daha 1930’lu yıllarda, Batılılaşma hareketinin bir parçası olarak tasarlanır. Fransız mimar Auguste Perret’nin önerileri alınır ve uluslararası bir yarışma açılır. Ne var ki araya İkinci Dünya Savaşı’nın girmesiyle, kazanan proje uygulanamaz ve yapımı ertelenir ve koşulların oluşmasını beklemeye başlar AKM, bekleyenlerine kavuşabilmek için. 1946 yılında Feridun Kip ve Rükneddin Güney’in ortak projesi belediyece uygulamaya koyulur ve temeli atılır. Belediye olanaklarının kısıtlılığı nedeniyle düşünülen süre içinde yalnızca kaba yapımı bitirilebilir, tamamlanamaz. AKM için yeniden beklemekten başka yapacak bir şey yoktur. 1953 yılında Bayındırlık Bakanlığı’na devredilir. Önceleri opera binası olarak düşünülen yapı, kültür sitesine dönüştürülür. Oluşturulan “proje bürosu”nun başına getirilen Hayati Tabanlıoğlu’nun denetiminde yapılan tasarı değişiklikleri ile yapımına yeniden başlanır. 12 Nisan 1969 yılında, İstanbul Kültür Merkezi adıyla ve Ferit Tüzün’ün Çeşme Başı balesi gösterimiyle hizmete sokulur. Alın yazısı... Beklemek sanki AKM’nin alın yazısıdır. 2007 yılında AKP iktidarı AKM’yi yıkma kararı alır ve 2008 yılı Mayıs ayında boşaltılır. O günden bugüne AKM, içten içe çürüyerek bu kez de gelecekte başına ne geleceğini bilmeden beklemektedir. Çalışanların çalışma odaları, işlikler, sergi salonları dışında sahip olduğu 1300 kişilik büyük, 500 kişilik konser, 250 kişilik sinema, 200 kişilik tiyatro salonuyla aynı anda iki bin beş yüz kişiye yakın sanat ve kültür sevene hizmet verecek kapasitedeki AKM, her gün bir o denli kişiye de kapısının önünde hizmet vermektedir. Önünde bekleyenlerin kaçı bir kez olsun içeri girip bir oyun, bir gösteri izlemiştir bilinmez; ama kış, yağmur demeden her gün birkaç salon dolusu insanı buluşturur, bir o denlisini de hüsrana uğratır. Bir şölene gider gibi hazırlanır önünde beklemeye gelenler; çünkü beklemek bir kültürdür ve onun adı da ‘Atatürk Kültür Merkezi’dir. 23 yıl bekledi Yapımının tamamlanması için 23 yıl beklemiştir AKM. O günün değeri ile yapımı için 83 milyon TL harcanmıştır. Ardından Verdi’nin Aida operası sahnelenir. Bitirildiği yıllarda dünyanın dördüncü, Avrupa’nın C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle