25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 22 OCAK 2011 CUMARTESİ AÇI MÜMTAZ SOYSAL Adalet, Vahşet ve Masumiyet!.. “Adalet” bir duygudur. Hukuktan da önce gelir. Hukuk düzeninde var olmakla birlikte, onun önünde giden, ondan da önce gelen bir “başvurma” yeri, hak, nısfet, insaf ve şefkat duyguları ile örülmüş bir yüce değerdir. Bu yüzden adalet, kendine özgü karakterini, meşruiyetini, taş duvarlarına yasanın soğukluğu sinmiş görkemli “adalet sarayları”ndan değil, vicdanların “iç adalet sarayı”ndan alan bir bilinç formu, bir duygu derinliğidir. kilmesi gerekir. Doğrudur, yasanın bu haliyle uygulanmasından koşulları taşıyan herkes yararlanacaktır. Ancak bütün bu doğrular, Ceza Yargılama Yasası’nın 102. maddesi düzenlemesinin öngörülen amaca uygun olduğunu kabule yeterli değildir. Amaç, tutukluluk süresini “infaz” olmaktan çıkarmaksa, ağır cezalık suçlar için öngörülen 2 yıllık azami süreyi Meclis’te verilen bir önerge ile 3 yıl daha uzatıp “özel yetkili mahkeme”lerde 2 ile çarparak 10 yıla çıkarmanın mantığı nedir? Davaların uzaması buna gerekçe yapılamaz. Davaların uzamasının başlıca nedeni, aralarında hukuki ve fiili bağlantı olup olmadığına bakılmaksızın yüzlerce kişiyi binlerce sayfada itham eden “torba” iddianameler, usul hükümleri, adli tıp ve bilirkişi faciası, hâkim ve savcı yetersizliğidir. Bu noktalarda beliren sorunları çözmek yasa koyucunun görevidir. Yasanın yürürlüğünü iki kez erteleyen nedenler ortadan kalkmadığı halde, yasa yürürlüğe konmuştur. Burada sorulması gereken soru şudur: Yasa ile örgütlü suçlarda tutukluluğa getirilen 10 yıllık sınırdan yararlanma koşullarının hangi tutuklu ve hükümlüler lehine gerçekleşeceğine ilişkin bir envanter, bir döküm hükümetin elinde yok muydu? Yoktu denilemez. Buna rağmen yasanın yürürlüğe konması, artık bile bile ladestir. Sonuçta 31.12.2010’da yürürlüğe konan Ceza Yargılama Yasası’nın 102. maddesinin mağduru Silivri sakinleri, mağruru “Hizbulvahşet” olmuştur. Kamu vicdanını sızlatan da budur. ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN Dil Yaraları SIFATLARI kullanırken titiz davranmayınca hukuk ya da politika açısından ne gibi mantık hatalarına sürüklendiğimizi ya da sürüp giden bazı hataları nasıl pekiştirdiğimizi hiç düşündünüz mü? Örneğin Türk ve Kürt sözcükleri. Güneydoğu’dan söz edilirken çok sık kullanılan bu sıfatlar anlam açısından eşit ağırlık taşımış oluyor mu? “Türk” sözünün etnik ya da antropolojik bir anlam taşımadığını, düpedüz bir vatandaşlığı anlattığını, hukuk metinlerine göre Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese “Türk” demek gerektiğini hep öğreniyor ve öğretiyoruz. Peki, örneğin çok hoş bir görüntüyü anlatırken “Meydandaki törende Türklerle Kürtler sarmaş dolaş oldular” tümcesi ister yazıda, ister bir konuşmada kullanılınca ne anlaşılmalı? Kürtlerin vatandaş olmadıkları mı? “Kürt” sözcüğü etnik bir sıfat. Bir bakıma Kürtçelerden birini anadili olarak konuşan ya da belli bir ırk kolundan olup da yabancı haritaların “Kürdistan” dediği topraklarda eskiden beri yaşayan insanları anlatıyor. Öyleyse, tümceye göre mantıken iki şeyden biri: Ya vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar sarmaş dolaş olmuştur; ya da farklı iki etnik grup söz konusudur. Hukuk Türkler için etnik niteliklerden değil, sadece vatandaşlık bağından söz eder; ama hukuken Kürtler de vatandaş, etnik kökenlerine ilişkin hiç sınırlama olmadan. Yani, özde vatandaşlar birbirleriyle sarmaş dolaş olmuşlar demektir. İlle de farklılıklardan söz etmek gerekiyorsa, hiç değilse nesnel bir özelliği araya sokarak “Türkçe konuşan vatandaşlarla Kürtçe konuşan vatandaşlar sarmaş dolaş oldular” demek mi doğru olurdu acaba? örülüyor ki, kısaca “Vatandaşlar sarmaş dolaş oldu” demek varken tümceye etniklik sokulunca, basit mantık bile şaşıyor. Sokulmasa olmaz mıydı? İkinci Cumhuriyetçilere ya da şimdi “liberal” denen tayfaya göre, olmazdı elbet; çünkü etnisiteyi görmezden gelmek ayıptır, hatta insan haklarına aykırıdır! itizlik ya da özen en azından birkaç yüzyıldır bütün dünyaca ortaklaşa kullanılan sıfatlar bakımından da gösterilmezse, Amerikalılar gibi Türkler de şaşkınlaşır sonuçta. Bizim genellikle düşünce serbestliği ya da serbest iktisat felsefesi yandaşları için kullandığımız “liberal” sıfatı, Atlantik ötesinde aşağı yukarı bizdeki “solcu” sözcüğünün anlamıyla dolaşır dillerde. Vaktiyle solcu geçinip de şimdi solculuğun yakınından bile geçmeyen bazı Türklere liberal demenin bir mantığı var mı? Olsa olsa, Amerikancı yaklaşımın etkisi denebilir buna. ilde özensizliğin düşüncede ve davranışta tutarsızlık yaratması kaçınılmazdı. Nitekim, olacak olan oldu ve zihinler çok karışık artık bizde. Ne Çalarsan Çal Islık Çalma! Başbakanlık’ın kapısında bekleyen nöbetçi polislere sarılacivert Fenerbahçe renginde üniforma diktirmişler, belki Tayyip Erdoğan görünce ıslıklandığını unutsun... (Ben ilk kez sarılacivert polis gördüm.) Galatasaray’a inat... Nitekim attan düştüğünün haftasına da gidip traktöre binmişti. Gelen haberlere göre ise kabinedeki Galatasaraylı bakanların hepsi Fenerbahçe’ye geçtiler ve ilk toplantıda Fenerbahçe üzerine birer özlü konuşma yaptılar. Milletvekilleri ise Fenerbahçe renklerinde kravat, kalem, kol düğmesi, mendil, çorap kullanmaya başladılar. Ve “Fayın Başbakan” diye başlıyorlar... Zaten o kapıda bekleyen sarılacivertliler de: Fevletin Bolisi... Şimdi 35 bin Galatasaraylı takipte... Savcılıkpolis soruşturması sürüyor... Stada girenlerin kimlikleri çıkartılıyor, bilet listeleri toplatılıyor, oturma şemaları çiziliyor, savcı ıslık çalanları arıyor... Suç aleti: Islık... O da uçup gittiğine göre, ağzı olan takipte... İster misiniz Galatasaray taraftarı bir sabah kalktığında baksın; TOKİ kale direklerini götürmüş... Belki orta yuvarlakta bir süs havuzu... Ve maça gitmek için metroda Aslantepe güzergâhına binenler, bir iniyorlar ki; Çatalca... Biliyorsunuz suç; ıslık çalmak... Ana muhalefet partisi CHP şimdi bir dosya hazırlıyor; yine çalmak üzerine... İhaleler nasıl verildi, kimlere çıkar sağlandı, elden ele devredilen eski tesislerin gerçek bedelleri, açıklanan rakamların arkası... İhalelerdeki yakınlar, akrabalar, eşler... Peki savcıların böyle bir “çalmaya” bakmaları olasılığı var mı?.. Tabii ki yok... Çünkü; bu tür “çalma” soruşturmalarını bakanlıkların iznine bağladılar. Kayseri örneğinde olduğu gibi, üç bin dosya var, tümü çalmak üzerine… Ama ilgili bakanlar bir tekinin kapağının açılmasına olsun izin vermediler. Çalan çalana da... Suç olan ıslık çalmak... bcoskun@cumhuriyet.com.tr İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci omuz bağı ile bağlayıp insanları diri diri gömdüler. Birileri “Bunu yapanlar insan ve Müslüman olamaz” dediler. Oysa onlar hem insandı hem de Müslümandılar. Çıkınca dışarı zaten ilk söz olarak “Pişmanlık yok, Müslüman pişman olmaz” dediler. Ve “Türkiye sizinle gurur duyuyor” nidaları arasında, göz göre göre “gidiyoruz” diye diye, adliyenin, emniyetin, vilayetin, bilumum devairin gözlerinin içine baka baka, çekip gittiler. Olsun, içeride kalanlar, yazarlar, gazeteciler, profesörler, bilim insanları hamamın (hukukun) namusunu kurtarmaya yeterdi, nitekim onlarla yetindiler. Hukuk uleması “Efendim masumiyet karinesi var” dediler. “Hiç kimse mahkum olmadan (üstelik bunlar mahkum da olmuşlardı) suçlu sayılamaz” dediler. Ve insanları dinden, imandan değil ama hukuktan da ettiler. İddia ediyorum ki, masumiyet masumiyet olalı böyle zulüm görmemiştir. Masumiyet masumiyet olalı bu kadar kirlenmemiş, başka hiçbir sözcük onun kadar kirletilmemiştir. “Hukuk, hissetmektir” der, ünlü hukuk filozofu A.Von Jhering. Hukukçu olmayan birinin de bir hukuk adamı kadar kanunları ezbere bilebileceğini, ancak bunun hukuku hissetmeye yetmeyeceğini söyler. Hukuku hissetmek, hukuk hafızlığının ve “malumatfuruş”luğun ötesinde, hukuku “hak”la, “insaf”la, “şefkat”le meczetmek, “özgür” düşünebilmek, “analitik” sorgulayabilmektir. Hukukçu hukuku hissetmiyorsa, yaptığı işin şoförlükten, seri üretim yapan fabrika işçiliğinden farkı yoktur. Çünkü hissetmeyen, otomatikleşen bir düşünce ancak oralarda işe yarayabilir.“Adalet” bir duygudur. Hukuktan da önce gelir. Hukuk düzeninde var olmakla birlikte, onun önünde giden, ondan da önce gelen bir “başvurma” yeri, D hak, nısfet, insaf ve şefkat duyguları ile örülmüş bir yüce değerdir. Bu yüzden adalet, kendine özgü karakterini, meşruiyetini, taş duvarlarına yasanın soğukluğu sinmiş görkemli “adalet sarayları”ndan değil, vicdanların “iç adalet sarayı”ndan alan bir bilinç formu, bir duygu derinliğidir. Adaletin mostrası saraylar değil, yüzlerine Kubilay’ın kafasını kör testere ile keserkenki “şehvet” sinmiş olanlar dışarıda iken, ömründe tavuk bile kesmemiş olanların içeride tutulduğunu görüp “Adalet bunun neresinde” diye soran vicdanlardır. Vicdanlar isyanda ise tek başına yasalar, karineler, saraylar, “Neyleyim sarayı, neyleyim köşkü” diyen şarkı misali, ha bir kuru emektir. Hukuk değil, hilei şeriyye Ceza Yargılama Yasası’nın tutukluluk sürelerini düzenleyen 102. maddesinin uygulanması ile ortaya çıkan ve kamu vicdanını titreten olaylar göstermiştir ki, ülkemizde hukuk, “adalet” olarak simgeleşen muhteva gerçekliğini kaybetmiş, bir “formül” ve “formalite” düzenbazlığına (hilei şeriyyeye) indirgenmiştir. Nedeni hukuka “şabloncu” zihniyetin egemen olmasıdır. Hukuk felsefesi ve mantığı yerine, yasalaştırma sürecine hâkim kılınan “şabloncu baskı” yöntemi, “kestirme”den ve toptan sonuç almak ister. Ancak şablon, her zaman beklenen sonucu vermemekte, mantıkla, “adalet duygusu” ve “hukuk hissi” ile çatışan görüntüler vermektedir. Şabloncu zihniyete göre “üç ekleyip ikiye katlamak”la tutuklama sürelerinde yaşanan sorun çözülmüştür. Oysa sorun “şablon”la birebir örtüşmeyecek kadar geniş ve derindir. Doğrudur, tutukluluk süreleri makul süreyi aşmış, peşin cezaya dönüşmüştür. Doğrudur, bu sürelerin “adil yargılanma hakkı”nı ihlal etmeyen sınırlara çe G Sonuç Hissetmeyen hukuk, hukuk değildir. Fabrikasyon üretimidir. Şimdi yapıldığı gibi, toplar, çıkarır, çarpar, böler ve işte size hukuk der. İç acıtan adalet, adalet değildir. Masumiyet der, adil yargılanma der, insanı hukuktan eder. Hukukun bu evrensel ilkelerinin zanlı, sanık, tutuklu, mahkum, temyizdeki mahkum açısından “hukuk hissi” ve “adalet duygusu” ile yeni bir tanıma ve içeriğe kavuşturulması gerektiği, en azından “mahkumiyet”le “masumiyet”in nasıl bağdaştırıldığı konusunda meraklı bir kamuoyu oluşmuştur. Bu ikilemi çözmek, “şabloncu” zihniyetin değil, hukuk felsefesinin işidir. Hukukta hiç olmayan da odur. T D mumtazsoysal@gmail.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle