19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Masalõnõ Yitiren Dev adlõ romanõmda Diyarbakõr’õ anlattõğõm bölüme “Diyarbakır... Diyarbakır... Yazıp da okuyamadığım şiir” başlõğõnõ koydum. İstanbullarda, Ankaralarda, Berlinlerde yaşadõm, Asya’dan Avustralya’ya nice kentler gördüm, hiçbiri içimdeki Diyarbakõr özlemini söndürmedi. Bu özlem, doğum yerim Diyarbakõr’õn, “kültür anamın sütü bol memesi” olmasõndan doğuyor. Şah Mahmet adlõ öykü kitabõmdaki şu betimlemeyle, yoksulluğuna karşõn Diyarbakõr insanõnõn yaşama sevincini yansõttõğõmõ sanõyorum: Güneş, cami kubbelerinin kurşunlarõnõ eriten kaynar kazanõnõ söndürmüş, Diyarbakõr akşamlarõnõn taze tenleri okşayan serinliği Dağkapõsõ’nda esmektedir. Bir göz odalõ evlerinde o saatlere kadar sõcaktan bunalan alnõ dövmeli kadõnlar, yanlarõnda irili ufaklõ çocuklarõ, bağõrtõlõ sesleriyle Dağkapõsõ’nõn yolunu tutmuşlardõr. İri kalçalarõnõ sinemanõn önündeki çimenliğe yayõp semaver kaynatacaklar, biçimli ağõzlarõyla sakõz çatlatacaklardõr. Saçlarõ katmer güllü utangaç kõzlar, analarõnõn kartal bakõşlarõndan kaçõrabilirlerse, sevdalõlarõna uzaktan göz süzeceklerdir. Çocuklar çimenler üzerinde itişip kakõşõrken, elleri darbukalõ, utlu, kemanlõ, cümbüşlü, tefli, klarnetli fasõl heyeti her zamanki yerini alacak, Diyarbakõr’õn dingin göğünün altõnda sonu gelmez bir incesaz başlayacaktõr. Akşamõn mor aydõnlõğõnda açõlõp saçõlan kõzlarõn yüzüne sevdalõ bir ay’õn şavkõ vururken, öteden şarkõcõ Şemso’nun kavruk sesi duyulacak, Fiskayasõ’ndan Dicle’nin uzun vadisine akan bu ses yüreğimi dağlayacaktõr: Bu ne sevgi ah bu ne õstõrap Zavallõ kalbim ne kadar harap... Kültür boşluğu Sekiz kişilik bir ailenin bireylerinden biri olarak, Ermenilerin mazgana dedikleri büyük avlulu tek odalõ evlerden birinde geçti gençlik yõllarõm. Yõl 1949. 15 yaşõndayõm. Diyarbakõr sõcağõnda koşullarõ dayanõlmaz o odalarõn dõşõna çõktõğõmda geniş bir kültür dünyasõyla karşõlaşõyordum. Bugün kültürüyle öne çõkan bir kentte ne varsa o günlerin Diyarbakõr’õnda da vardõ. Dicle vadisine bakan bir yazlõk sinemada “Romeo ve Juliet” filmi on yedi gece üst üste gösterilirken, sinema alanõ hõnca hõnç dolu oluyordu. Sinemaya verecek param yoktu. Kimi yerde gülerek, kimi yerde hüzünlere kapõlõp ağlayarak on yedi gece boyunca, bir inşaat aralõğõndan, hiçbir sahnesini kaçõrmadan o filmi izliyordum. Yetmiş altõ yaşõmõ buldum. Romeo’nun, arkadaşõ Benvolio’ya söylediği şu aşk sözleri belleğimden silinmedi: “Sevgi, iç buharıyla yükselen bir dumandır. Bu duman ortadan yok olunca, birden, âşıkların gözünde parlayan kutsal bir ışık bırakır. Bu kutsal ışık zihni acıya sürüklediğinde gözyaşıyla beslenen bir deniz olur. Sevgi bundan başka nedir ki!..” “Kırmızı Pabuçlar” adlõ bale filmiyle, hiç unutamadõğõm “Beyaz Yele”yi Diyarbakõr Orduevi’nin halka açõk sinemasõnda görmüştüm. Kültür, zincirleme bir gelişim yolu izler. Filmi izlediğimin ertesi günü, Halkevi, Ulu Cami, Ziya Gökalp Lisesi kütüphanelerinde Shakespeare’in Romeo ve Juliet adlõ eserini aramõş, ne yazõk ki oralarda bulamamõştõm. Sonunda, o yõl başladõğõm Dicle Köy Enstitüsü’nde ele geçirdiğim kitabõ yaşamõm boyunca elimden düşürmedim. Milli Eğitim Bakanlõğõ yayõnlarõnõn da satõldõğõ bir kitabevine sahip olan o yõllarõn Diyarbakõr’õ müziğiyle, tiyatrosuyla, kitabõyla tam bir kültür merkeziydi. Bu etkinliklerin toplandõğõ yer halkevi çatõsõnõn altõydõ. Öyle bir gençliğin yerini şimdi sokaklarda taş atan çocuklarõn almasõ, yõllardõr ciddiyetle üzerinde durulmayan eğitim uygulamalarõnõn yarattõğõ kültür boşluğundan doğmuştur. Demokrat Parti 1950 yõlõnda iktidara geldiğinde ilk işi Köy Enstitüleriyle Halkevlerini kapatmak olmuştur. Biri enstitüde, biri Diyarbakõr sokaklarõnda olmak üzere iki olayõ da çok yakõndan yaşadõm. CMYB C M Y B 8 EYLÜL 2010 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 Kültür anamõn sütü bol memesi: Diyarbakõr Elimden kayıp giden kasabam Çocukluğumun, hatta ilkgençliğimin geçtiği İnegöl’le bugünkü İnegöl arasında en küçük bir benzerlik yok. Son yıllarda oraya her gidişimde kendimi yabancı bir kentte hissettim. Birbirine benzeyen, geçmişini kendi elleriyle silen özelliksiz, kopya bir kent. Fizikte ısı alışverişi yasası vardır. Sıcak suyun içine soğuk bir metali attığınızda su soğumaya metal de ısınmaya başlar. Bu alışveriş her ikisinin ısısı aynı dereceye gelene dek sürer. Kentlerle kasabalar arasında da benzer bir alışveriş var. Kentler hızla büyük kasabalara dönüşürken kasabalar da çarpık bir yapılaşmayla özenti büyük kentlerin küçük, kötü birer kopyaları oldular. İşsizlikle atbaşı giden büyük kentlere iç göç bu süreci hızlandıran etkenlerden biridir. İnegöl, biraz da zengin doğası gereği Cumhuriyet sonrası dış göçün yoğun olduğu ilçelerden biri. İlk sırayı da Balkan ve Kafkas göçmenleri alıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu ilçe merkezine yerleşmek yerine dağ köylerine çekilmeyi seçiyor. Yetmişli yılların başından sonra da iç göç almaya başlıyor İnegöl. İlk gelenler Posoflu ve Şavşatlılar. Altmışlı yıllar benim için İnegöl’ün altın çağıdır. İçinden bir türlü çıkamadığım çocukluk-ilkgençlik dönemini öykülerime taşırken kasabaya panoramik bir biçimde bakmaya çalıştım. Bahçe içindeki tek ya da iki katlı evleriyle, yaz aylarında kurutulmak için tütün aynalarının dizildiği sessiz ve boş sokaklarıyla, çarşısında bakırcıların tokmak sesleriyle, kirletilmemiş derelerinde balık avlandığı, dere boylarında piknik yapıldığı bir cennetti. Bunun yok olması beni çok üzüyordu. Elimden kayıp giden kasabamı kurgu dünyasında sözcüklerle yeniden kurmaya çalıştım. O yıllarda İnegöl’ün nüfusu yirmi bin civarındaydı. Üç kitapçısı, ikisi yazlık olmak üzere dört sineması ve dört meyhanesi vardı. Bugün on katı büyümüş İnegöl. Nüfusu iki yüz bin. Belediye kültür merkezinde gişe yapan güncel filmlerin gösterildiği küçük bir sinema salonu var ama kitapçı dükkânı yok. Kentin içinde içki içilebilecek doğru dürüst bir yer de yok. Seksenli yıllara kadar herkesin istediği yerde oturabildiği parklarda, çay bahçelerinde “Aileye Mahsustur” sınırları çizildi yıllar önce. Rastlantı olamaz Altmışlı yılların sonlarında İnegöl’ün ilk rock grubunu oluşturan gençler Kavaklaraltı parkında coşkulu konserler verirdi. Tuhaf bir rastlantı mıdır bilmiyorum ama, değişik zamanlarda iki kez gittiğim parkta (sünnet düğünü müydü, bir anma mıydı) mevlüt okunuyordu. Benzeri birçok ilçe gibi, fiziksel olarak büyürken kültürel olarak yoksullaşan bir kent İnegöl. Mobilya fuarı düzenlemenin ötesine geçemiyor. İlçeden ayrılmadan önceki yıllarda bir şairin, bir yazarın geldiğine, bir söyleşi ya da panelin düzenlendiğine tanık olmadım. İnegöl’den ayrıldıktan sonra da duymadım bunu. İnegöl’ü anlattığım “Angelacoma’nın Duvarları” kitabım Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü aldığı gibi bu kitapla ilgili birçok kentte söyleşiye çağrıldım. İnegöl dışında tabii. 25 Temmuz akşamı İnegöl’de yaşananlara birçok açıdan bakılabilir. Acaba, kültürel gelişimin bu kadar dışlanması “anlamanın”, “olaylara doğru tanı koymanın”, “hoşgörülü olmanın” önünü tıkamadı mı? Zengin bir mozaik oluşturan kasabamda yıllardır barış ve kardeşlik içinde yaşandı. 12 Mart 1970’te kasaba dışından gelenlerin kışkırtmasıyla bir ayaklanma girişimi yaşanmış, ilerici, aydın kişilerin işyerleri tahrip edilmiş ama neyse ki kan dökülmemişti. Bu olayın kimler tarafından tezgâhlandığı hâlâ bilinmiyor. 25 Temmuz gecesi yaşananlar ise tehlikeli bir birikimi, gerilimi açığa çıkardı. 12 Mart’ta olduğu gibi bugün de İnegöl’ün seçilmesi bir rastlantı olamaz. Halkevi çatõsõnõn altõnda toplanan kitaplarõ, müziği ve tiyatrosuyla kent o zamanlar tam bir kültür merkeziydi. Adnan Binyazar anlatõyor Cemil Kavukçu İnegöl’ü bahçe içindeki evleri, bakırcıların tokmak sesleri, kirletilmemiş dereleriyle hatırlamak istiyor, sessiz sokaklarıyla hatırlamak istiyor. Bugün kültürüyle öne çıkmış bir kentte ne varsa, o yılların Diyarbakır’ında da vardı. Demokrat Parti iktidara gelince ilk iş Köy Enstitüleriyle Halkevlerini kapattı. ‘ ’Köy Enstitüleri ilköğretmen okullarına dönüştürülünce Varlık, Türk Dili vb. dergilerin yerini Komünizmle Mücadele, Orkun gibi, dinci, milliyetçi, mukaddesatçı dergiler almış, enstitüye konferans vermek için bilim adamları değil, çevre kentlerin müftüleri çağrılır olmuştu. DP’nin iktidara gelmesinden birkaç ay sonra, Ulu Cami’nin üst katındaki kitapların sokağa atılışı bugünkü gibi gözümün önündedir. Bu işi yapanlar ne denli bilinçsiz olmalıydılar ki, Batı klasiklerinin yanında Türk kültürünün temel kitaplarını da sokağa fırlatıyorlardı. O sıralarda on altı yaşında bir çocuk olarak, Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac çevirisinden tanıdığım Sabri Esat Siyavuşgil’in İstanbul’da Karagöz ve Karagöz’de İstanbul ile Karagöz: Psiko- Sosyolojik Bir Deneme adlı eserlerini yerlerde sürünmekten kurtarmış, ceketimin içinde gizleyerek alıp eve götürmüştüm. Kültürlerin geliştirilip insan yaşamına sokulmadığı toplumlarda yıkım başlar. Sigmund Freud, “saldırganlık eğiliminin, insanoğlunda doğuştan var olan bağımsız, içgüdüsel bir eğilim, kültürün karşısına dikilen en güçlü engel” olduğunu savunur. Erasmus da, “Hayvan hayvan olarak doğar, insan insan olarak doğmaz; oluşturulur” diyor. “Oluşturma”nın aracı eğitimdir. Eğitimden yoksun bırakılan toplumlarda insanca değerlerin oluşmasını beklemek hayaldir. Sokaklarda taş atan çocuklar Diyarbakır’ın gerçek yüzünü yansıtmıyor. O sokaklarda kendini geliştirmek isteyen çağdaş gençler de dolaşıyor. TÜYAP Kitap Fuarı’nda Diyarbakır’a gitmiştim. Fuar’ı en çok kitap edinmek isteyen gençlerin gezmesi bu kanımı pekiştiriyor. O bölgeler yıllarca eğitim olanaklarından yoksun bırakılmış olsa da, Diyarbakır’ın kültür dokusunda bir canlanma görülüyor; yeter ki onlara bir yol gösteren olsun! İşte örneği... “Can Yayınları standında çalışıyordum. Üzerimde Albert Camus’nün ‘Yabancı’sının tişörtünü görünce, onu okuyup okumadığımı sormuş, okumadığım cevabını alınca da hemen o gece okumamı istemiştiniz. O anda yaşadığım utancı şimdi de iliklerime dek duyumsuyorum. Tişörtünü giyip reklamını yaptığım, üstelik de dünya edebiyatının en önemli romanlarından biri olan Yabancı’yı nasıl okumamış olabilirdim?” Görülüyor ki eskinin Diyarbakır’ı ile yeni Diyarbakır arasında sanata, kültüre açılım yönünden pek fark yok. Oraları eğitimden yoksun bırakıp farklılık yaratanlar utansın! Kitapların sokağa atılışı gözümün önünde YARIN: ŞÜKRÜ ERBAŞ (YOZGAT) HASAN ALİ TOPTAŞ (DENİZLİ) GLOBALPOLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU İnternet ve Devlet Geçen hafta The Economist’te yayımlanan “sanal karşıdevrim” başlıklı denemeyi görünce, internet ve siyaset üzerine yazmayalı on yıldan fazla olduğunu anımsadım. Yazmaya da gerek yoktu aslında… The Economist’in, bugün “karşıdevrim” olarak gördüklerinin hepsinin gerçekleşmesi kapitalizmin doğası gereği kaçınılmazdı. Tüm bunlara karşın The Economist’in denemesinde öne çıkarılan bir saptama, bu konuya bir kez daha bakmayı ilginç kılabilir diye düşünüyorum. İnternetin ikinci dönemi The Economist’e göre, “küresel birleştirici bir ağ (Network) olarak ortaya çıktıktan 15 yıl sonra, internet ikinci dönemine girmiş görünüyor: İnternet Balkanlaşmaya doğru gidiyor gibi görünüyor; birbirinden ayrı fakat birbiriyle ilişkili üç güç tarafından parçalanmaya doğru çekiliyor.” Bunlar, hükümetler, bilişim teknolojisi (IT) alanında etkin büyük şirketler ve ağların sahipleri. Devletler, internet üzerinde, gittikçe artan oranda egemenliklerini kuruyorlar. Diğer bir deyişle “citizen”in (vatandaş) yerini almaya başlayacağı iddia edilen “netizen”e, (ulus devlet sınırları ve denetimi ötesinde internette yaşadığı varsayılan bireyler) sınıflı toplumda, kapitalizmde yaşadığı, devletin disiplin, ceza ve denetim alanının dışına çıkmanın öyle kolay olmadığı anımsatılıyor. Dahası internet artık, disiplin, ceza, denetim aracı olarak çalışmaya başlamıştır. Google’un, Skype’in, Facebook’un, Black Berry’in başına gelen ve gelmekte olanları, devletlerin bireyin yaşamına ait bilgileri nasıl merkezileştirdiğini düşünmek yeter… Dünya ekonomisinin, alt birimlerini sermaye adına yöneten devlet, “kimse benim denetimimin dışında kalmayacak” diyor ve coğrafyanın mantığını dayatıyor. Büyük IT şirketleri, kendi dijital alanlarını kuruyorlar. Diğer bir deyişle, sermaye ve dev şirketler, 19. yüzyılın sonunda yeni coğrafyaları nasıl sömürgeleştirdilerse, bugün de büyük IT şirketleri, ağlardan oluşan sanal coğrafyayı (“cyber space”) sömürgeleştiriyorlar. İnternetin fiziki altyapısının, fiber optik ağların belli bölümlerinin mülkiyetine sahip şirketler, bu alanları sermayenin gereksinimlerine ve güç ilişkilerine göre, hızlı ve yavaş yollar yaratarak, öncelik protokolleri uygulayarak en verimli, kârlı biçimde kullanmak istiyorlar. Bunların böyle olacağı 1990’ların ortasından bu yana zaten belliydi. Ama yine de The Economist’in ağzından, çok ilginç, bir o kadar da “kitaba uygun” gelişmeyi not etmek istiyorum. The Economist, devlet, şirket ve mülkiyet etkisinin internetin verimliliğini, yaratıcılığını yok etmeye, giderek yıkımını hazırlamaya başladığından yakınıyor. Bunu kendi dilimize çevirirsek, kapitalizm, bir potansiyel özgürlük aracını daha, kendi siyasi ekonomik dinamiklerine tabi kıldıkça, bu araç da sermayenin yıkan, parçalayan süreçlerini aynen yansıtıyor. Fantezi ve gerçek İnternet 1990’ların ortasında birden bire icat edilmedi. İnternet The Economist’in de anımsattığı gibi, yıllardır, bir akademik ve savunma haberleşme ağı olarak kendi kendine organik bir biçimde gelişiyordu. Bu nedenle 1990’ların ortasında geniş kullanım açıldığında birden bire patlama yapınca herkesin gözünü kamaştırdı. Ulusal sınırları yıkıyor, denetlenemez bir özgürlük alanı doğuyor, çelişkisiz kapitalizme geçiyoruz gibisinden fanteziler her yeri kapladı. Aynı anda bilgisayarlar hızla gelişiyordu… Bir-iki yıl içinde, 1990’ların sonunda “dot.com bubble” denen internet piyasalarında çalışan şirketlere yatırılan paralar üzerinde oluşan borsa köpüğü başladı. Bir adım geri çekilip bakarsak, yükselen piyasalar, 1997-89 Asya krizi ve sermayenin merkeze dönme eğilimi, finansallaşmanın hızlanması, bu hızlanmayı, besleyen bilgi işlem haberleşme teknolojilerinde, devreye giren yenilikler, bu yenilikleri düşünsel ve mali olarak besleyen finansallaşma… Derken, hızla büyüyen borsa köpükleri, teknoloji, telekomünikasyon sektöründe çığ gibi büyüyen yatırımlar ve kapasite fazlası… 2000’lerin başında borsa köpükleri patlar, depresyon iklimine girilir, bu büyük bir mali genişlemeyle ertelenir ve… 2007-08 borç köpüğünün delinmesiyle mali kriz… Mali krizle birlikte, dün geri çevrilemez denen küreselleşmenin (finansallaşmanın, küresel serbest piyasanın) geleceği konuşulmaya başlanır, “devlet ekonomiye geri döner” vb… İnternetin ikinci dönemi işte bu yeni iklimi yansıtıyor. Sermayenin kâr, devletin disiplin, denetim makinesi, birlikte interneti yeniden, mali krizin dinamiklerine göre şekillendiriyorlar. Siyaset ve ekonomik çıkar gerektirirse, var olan parçalanır, birçok bölgesel internet yaratılabilir. Diğer bir deyişle sermayenin dünyasında yeni bir şey yok. Platon’un metaforunu ödünç alırsak, mağaranın duvarındaki gölgelerin şekilleri yine değişiyor, ama dışarıdaki, bu gölgeleri yaratan şey (reel), sermaye ilişkisi, değişmeden varlığını sürdürüyor… [email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com Ataşehir Belediyesi’nden 40 okula cephe boyası Haber Merkezi - Ataşehir Belediyesi yeni eğitim öğretim döneminin başlamasõ için geri sayõm sürerken ilçede bulunan 40 devlet okulunun iç ve dõş boyama çalõşmalarõnõ başlattõ. Marshall Boyalarõ’nõn katkõlarõ ile ilçede bulunan 40 okula 32 ton boya dağõtõmõ yapõldõ. Ataşehir Belediye Başkanõ Battal İlgezdi, eğitimin bir ülkenin can damarõ olduğunu belirterek, ilçede bulunan okullarda sağlõklõ eğitim yapõlabilmesi ve çocuklarõn en iyi koşullarda eğitim yapabilmeleri için okul yönetimleri, mahalle muhtarlarõ ve velilerden gelen istekler üzerine çalõşmalara başladõklarõnõ söyledi. Ataşehir Belediye Başkanlõğõ’nõn sosyal sorumluluk projeleri kapsamõnda özellikle okul yönetimlerinden gelen istekler değerlendirilerek 32 ton plastik boya okul yönetimlerine teslim edildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle