Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Masalõnõ Yitiren Dev adlõ romanõmda
Diyarbakõr’õ anlattõğõm bölüme
“Diyarbakır... Diyarbakır... Yazıp da
okuyamadığım şiir” başlõğõnõ koydum.
İstanbullarda, Ankaralarda, Berlinlerde
yaşadõm, Asya’dan Avustralya’ya nice
kentler gördüm, hiçbiri içimdeki
Diyarbakõr özlemini söndürmedi.
Bu özlem, doğum yerim Diyarbakõr’õn,
“kültür anamın sütü bol memesi”
olmasõndan doğuyor. Şah Mahmet adlõ
öykü kitabõmdaki şu betimlemeyle,
yoksulluğuna karşõn Diyarbakõr insanõnõn
yaşama sevincini yansõttõğõmõ
sanõyorum:
Güneş, cami kubbelerinin kurşunlarõnõ
eriten kaynar kazanõnõ söndürmüş,
Diyarbakõr akşamlarõnõn taze tenleri
okşayan serinliği Dağkapõsõ’nda
esmektedir. Bir göz odalõ evlerinde o
saatlere kadar sõcaktan bunalan alnõ
dövmeli kadõnlar, yanlarõnda irili ufaklõ
çocuklarõ, bağõrtõlõ sesleriyle
Dağkapõsõ’nõn yolunu tutmuşlardõr. İri
kalçalarõnõ sinemanõn önündeki
çimenliğe yayõp semaver kaynatacaklar,
biçimli ağõzlarõyla sakõz çatlatacaklardõr.
Saçlarõ katmer güllü utangaç kõzlar,
analarõnõn kartal bakõşlarõndan
kaçõrabilirlerse, sevdalõlarõna uzaktan
göz süzeceklerdir. Çocuklar çimenler
üzerinde itişip kakõşõrken, elleri
darbukalõ, utlu, kemanlõ, cümbüşlü, tefli,
klarnetli fasõl heyeti her zamanki yerini
alacak, Diyarbakõr’õn dingin göğünün
altõnda sonu gelmez bir incesaz
başlayacaktõr. Akşamõn mor aydõnlõğõnda
açõlõp saçõlan kõzlarõn yüzüne sevdalõ bir
ay’õn şavkõ vururken, öteden şarkõcõ
Şemso’nun kavruk sesi duyulacak,
Fiskayasõ’ndan Dicle’nin uzun vadisine
akan bu ses yüreğimi dağlayacaktõr:
Bu ne sevgi ah bu ne õstõrap
Zavallõ kalbim ne kadar harap...
Kültür boşluğu
Sekiz kişilik bir ailenin bireylerinden
biri olarak, Ermenilerin mazgana
dedikleri büyük avlulu tek odalõ evlerden
birinde geçti gençlik yõllarõm. Yõl 1949.
15 yaşõndayõm. Diyarbakõr sõcağõnda
koşullarõ dayanõlmaz o odalarõn dõşõna
çõktõğõmda geniş bir kültür dünyasõyla
karşõlaşõyordum. Bugün kültürüyle öne
çõkan bir kentte ne varsa o günlerin
Diyarbakõr’õnda da vardõ.
Dicle vadisine bakan bir yazlõk
sinemada “Romeo ve Juliet” filmi on
yedi gece üst üste gösterilirken, sinema
alanõ hõnca hõnç dolu oluyordu.
Sinemaya verecek param yoktu. Kimi
yerde gülerek, kimi yerde hüzünlere
kapõlõp ağlayarak on yedi gece boyunca,
bir inşaat aralõğõndan, hiçbir sahnesini
kaçõrmadan o filmi izliyordum. Yetmiş
altõ yaşõmõ buldum. Romeo’nun,
arkadaşõ Benvolio’ya söylediği şu aşk
sözleri belleğimden silinmedi: “Sevgi,
iç buharıyla yükselen bir dumandır.
Bu duman ortadan yok olunca,
birden, âşıkların gözünde parlayan
kutsal bir ışık bırakır. Bu kutsal ışık
zihni acıya sürüklediğinde gözyaşıyla
beslenen bir deniz olur. Sevgi bundan
başka nedir ki!..”
“Kırmızı Pabuçlar” adlõ bale
filmiyle, hiç unutamadõğõm “Beyaz
Yele”yi Diyarbakõr Orduevi’nin halka
açõk sinemasõnda görmüştüm.
Kültür, zincirleme bir gelişim yolu
izler. Filmi izlediğimin ertesi günü,
Halkevi, Ulu Cami, Ziya Gökalp Lisesi
kütüphanelerinde Shakespeare’in
Romeo ve Juliet adlõ eserini aramõş, ne
yazõk ki oralarda bulamamõştõm.
Sonunda, o yõl başladõğõm Dicle Köy
Enstitüsü’nde ele geçirdiğim kitabõ
yaşamõm boyunca elimden düşürmedim.
Milli Eğitim Bakanlõğõ yayõnlarõnõn da
satõldõğõ bir kitabevine sahip olan o
yõllarõn Diyarbakõr’õ müziğiyle,
tiyatrosuyla, kitabõyla tam
bir kültür merkeziydi. Bu
etkinliklerin toplandõğõ yer
halkevi çatõsõnõn altõydõ.
Öyle bir gençliğin yerini
şimdi sokaklarda taş atan
çocuklarõn almasõ, yõllardõr
ciddiyetle üzerinde
durulmayan eğitim
uygulamalarõnõn yarattõğõ
kültür boşluğundan
doğmuştur. Demokrat
Parti 1950 yõlõnda iktidara
geldiğinde ilk işi Köy
Enstitüleriyle Halkevlerini
kapatmak olmuştur. Biri
enstitüde, biri Diyarbakõr
sokaklarõnda olmak üzere
iki olayõ da çok yakõndan
yaşadõm.
CMYB
C M Y B
8 EYLÜL 2010 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA
DİZİ 9
Kültür anamõn sütü
bol memesi: Diyarbakõr
Elimden
kayıp giden
kasabam
Çocukluğumun, hatta ilkgençliğimin geçtiği
İnegöl’le bugünkü İnegöl arasında en küçük
bir benzerlik yok. Son yıllarda oraya her
gidişimde kendimi yabancı bir kentte
hissettim. Birbirine benzeyen, geçmişini kendi
elleriyle silen özelliksiz, kopya bir kent.
Fizikte ısı alışverişi yasası vardır. Sıcak
suyun içine soğuk bir metali attığınızda su
soğumaya metal de ısınmaya başlar. Bu
alışveriş her ikisinin ısısı aynı dereceye
gelene dek sürer.
Kentlerle kasabalar arasında da benzer bir
alışveriş var. Kentler hızla büyük kasabalara
dönüşürken kasabalar da çarpık bir
yapılaşmayla özenti büyük kentlerin küçük,
kötü birer kopyaları oldular. İşsizlikle atbaşı
giden büyük kentlere iç göç bu süreci
hızlandıran etkenlerden biridir.
İnegöl, biraz da zengin doğası gereği
Cumhuriyet sonrası dış göçün yoğun olduğu
ilçelerden biri. İlk sırayı da Balkan ve Kafkas
göçmenleri alıyor. Bunların büyük bir
çoğunluğu ilçe merkezine yerleşmek yerine
dağ köylerine çekilmeyi seçiyor. Yetmişli
yılların başından sonra da iç göç almaya
başlıyor İnegöl. İlk gelenler Posoflu ve
Şavşatlılar.
Altmışlı yıllar benim için İnegöl’ün altın
çağıdır. İçinden bir türlü çıkamadığım
çocukluk-ilkgençlik dönemini öykülerime
taşırken kasabaya panoramik bir biçimde
bakmaya çalıştım. Bahçe içindeki tek ya da iki
katlı evleriyle, yaz aylarında kurutulmak için
tütün aynalarının dizildiği sessiz ve boş
sokaklarıyla, çarşısında bakırcıların tokmak
sesleriyle, kirletilmemiş derelerinde balık
avlandığı, dere boylarında piknik yapıldığı bir
cennetti. Bunun yok olması beni çok
üzüyordu. Elimden kayıp giden kasabamı
kurgu dünyasında sözcüklerle yeniden
kurmaya çalıştım.
O yıllarda İnegöl’ün nüfusu yirmi bin
civarındaydı. Üç kitapçısı, ikisi yazlık olmak
üzere dört sineması ve dört meyhanesi vardı.
Bugün on katı büyümüş İnegöl. Nüfusu iki
yüz bin. Belediye kültür merkezinde gişe
yapan güncel filmlerin gösterildiği küçük bir
sinema salonu var ama kitapçı dükkânı yok.
Kentin içinde içki içilebilecek doğru dürüst bir
yer de yok. Seksenli yıllara kadar herkesin
istediği yerde oturabildiği parklarda, çay
bahçelerinde “Aileye Mahsustur” sınırları
çizildi yıllar önce.
Rastlantı olamaz
Altmışlı yılların sonlarında İnegöl’ün ilk rock
grubunu oluşturan gençler Kavaklaraltı
parkında coşkulu konserler verirdi. Tuhaf bir
rastlantı mıdır bilmiyorum ama, değişik
zamanlarda iki kez gittiğim parkta (sünnet
düğünü müydü, bir anma mıydı) mevlüt
okunuyordu.
Benzeri birçok ilçe gibi, fiziksel olarak
büyürken kültürel olarak yoksullaşan bir kent
İnegöl. Mobilya fuarı düzenlemenin ötesine
geçemiyor.
İlçeden ayrılmadan önceki yıllarda bir şairin,
bir yazarın geldiğine, bir söyleşi ya da panelin
düzenlendiğine tanık olmadım. İnegöl’den
ayrıldıktan sonra da duymadım bunu. İnegöl’ü
anlattığım “Angelacoma’nın Duvarları”
kitabım Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü
aldığı gibi bu kitapla ilgili birçok kentte
söyleşiye çağrıldım. İnegöl dışında tabii.
25 Temmuz akşamı İnegöl’de yaşananlara
birçok açıdan bakılabilir. Acaba, kültürel
gelişimin bu kadar dışlanması “anlamanın”,
“olaylara doğru tanı koymanın”, “hoşgörülü
olmanın” önünü tıkamadı mı? Zengin bir
mozaik oluşturan kasabamda yıllardır barış ve
kardeşlik içinde yaşandı. 12 Mart 1970’te
kasaba dışından gelenlerin kışkırtmasıyla bir
ayaklanma girişimi yaşanmış, ilerici, aydın
kişilerin işyerleri tahrip edilmiş ama neyse ki
kan dökülmemişti. Bu olayın kimler tarafından
tezgâhlandığı hâlâ bilinmiyor.
25 Temmuz gecesi yaşananlar ise tehlikeli
bir birikimi, gerilimi açığa çıkardı.
12 Mart’ta olduğu gibi bugün de İnegöl’ün
seçilmesi bir rastlantı olamaz.
Halkevi çatõsõnõn altõnda toplanan kitaplarõ, müziği ve tiyatrosuyla
kent o zamanlar tam bir kültür merkeziydi. Adnan Binyazar anlatõyor
Cemil Kavukçu
İnegöl’ü bahçe
içindeki evleri,
bakırcıların
tokmak
sesleri,
kirletilmemiş
dereleriyle
hatırlamak
istiyor, sessiz
sokaklarıyla
hatırlamak
istiyor.
Bugün
kültürüyle öne
çıkmış bir
kentte ne
varsa, o yılların
Diyarbakır’ında
da vardı.
Demokrat Parti
iktidara
gelince ilk iş
Köy
Enstitüleriyle
Halkevlerini
kapattı.
‘
’Köy Enstitüleri ilköğretmen okullarına
dönüştürülünce Varlık, Türk Dili vb. dergilerin
yerini Komünizmle Mücadele, Orkun gibi,
dinci, milliyetçi, mukaddesatçı dergiler almış,
enstitüye konferans vermek için bilim
adamları değil, çevre kentlerin müftüleri
çağrılır olmuştu.
DP’nin iktidara gelmesinden birkaç ay
sonra, Ulu Cami’nin üst katındaki kitapların
sokağa atılışı bugünkü gibi gözümün
önündedir. Bu işi yapanlar ne denli bilinçsiz
olmalıydılar ki, Batı klasiklerinin yanında Türk
kültürünün temel kitaplarını da sokağa
fırlatıyorlardı. O sıralarda on altı yaşında bir
çocuk olarak, Edmond Rostand’ın Cyrano
de Bergerac çevirisinden tanıdığım Sabri
Esat Siyavuşgil’in İstanbul’da Karagöz ve
Karagöz’de İstanbul ile Karagöz: Psiko-
Sosyolojik Bir Deneme adlı eserlerini yerlerde
sürünmekten kurtarmış, ceketimin içinde
gizleyerek alıp eve götürmüştüm.
Kültürlerin geliştirilip insan yaşamına
sokulmadığı toplumlarda yıkım başlar.
Sigmund Freud, “saldırganlık eğiliminin,
insanoğlunda doğuştan var olan bağımsız,
içgüdüsel bir eğilim, kültürün karşısına
dikilen en güçlü engel” olduğunu savunur.
Erasmus da, “Hayvan hayvan olarak
doğar, insan insan olarak doğmaz;
oluşturulur” diyor. “Oluşturma”nın aracı
eğitimdir. Eğitimden yoksun bırakılan
toplumlarda insanca değerlerin oluşmasını
beklemek hayaldir.
Sokaklarda taş atan çocuklar Diyarbakır’ın
gerçek yüzünü yansıtmıyor. O sokaklarda
kendini geliştirmek isteyen çağdaş gençler
de dolaşıyor. TÜYAP Kitap Fuarı’nda
Diyarbakır’a gitmiştim. Fuar’ı en çok kitap
edinmek isteyen gençlerin gezmesi bu kanımı
pekiştiriyor. O bölgeler yıllarca eğitim
olanaklarından yoksun bırakılmış olsa da,
Diyarbakır’ın kültür dokusunda bir canlanma
görülüyor; yeter ki onlara bir yol gösteren
olsun! İşte örneği...
“Can Yayınları standında çalışıyordum.
Üzerimde Albert Camus’nün ‘Yabancı’sının
tişörtünü görünce, onu okuyup
okumadığımı sormuş, okumadığım
cevabını alınca da hemen o gece okumamı
istemiştiniz. O anda yaşadığım utancı
şimdi de iliklerime dek duyumsuyorum.
Tişörtünü giyip reklamını yaptığım, üstelik
de dünya edebiyatının en önemli
romanlarından biri olan Yabancı’yı nasıl
okumamış olabilirdim?”
Görülüyor ki eskinin Diyarbakır’ı ile yeni
Diyarbakır arasında sanata, kültüre açılım
yönünden pek fark yok. Oraları eğitimden
yoksun bırakıp farklılık yaratanlar utansın!
Kitapların sokağa atılışı gözümün önünde
YARIN: ŞÜKRÜ ERBAŞ (YOZGAT)
HASAN ALİ TOPTAŞ (DENİZLİ)
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR
ERGİN YILDIZOĞLU
İnternet ve Devlet
Geçen hafta The Economist’te yayımlanan
“sanal karşıdevrim” başlıklı denemeyi görünce,
internet ve siyaset üzerine yazmayalı on yıldan
fazla olduğunu anımsadım. Yazmaya da gerek
yoktu aslında… The Economist’in, bugün
“karşıdevrim” olarak gördüklerinin hepsinin
gerçekleşmesi kapitalizmin doğası gereği
kaçınılmazdı. Tüm bunlara karşın The
Economist’in denemesinde öne çıkarılan bir
saptama, bu konuya bir kez daha bakmayı ilginç
kılabilir diye düşünüyorum.
İnternetin ikinci dönemi
The Economist’e göre, “küresel birleştirici bir ağ
(Network) olarak ortaya çıktıktan 15 yıl sonra,
internet ikinci dönemine girmiş görünüyor: İnternet
Balkanlaşmaya doğru gidiyor gibi görünüyor;
birbirinden ayrı fakat birbiriyle ilişkili üç güç
tarafından parçalanmaya doğru çekiliyor.” Bunlar,
hükümetler, bilişim teknolojisi (IT) alanında etkin
büyük şirketler ve ağların sahipleri.
Devletler, internet üzerinde, gittikçe artan
oranda egemenliklerini kuruyorlar. Diğer bir
deyişle “citizen”in (vatandaş) yerini almaya
başlayacağı iddia edilen “netizen”e, (ulus devlet
sınırları ve denetimi ötesinde internette yaşadığı
varsayılan bireyler) sınıflı toplumda, kapitalizmde
yaşadığı, devletin disiplin, ceza ve denetim
alanının dışına çıkmanın öyle kolay olmadığı
anımsatılıyor. Dahası internet artık, disiplin, ceza,
denetim aracı olarak çalışmaya başlamıştır.
Google’un, Skype’in, Facebook’un, Black Berry’in
başına gelen ve gelmekte olanları, devletlerin
bireyin yaşamına ait bilgileri nasıl
merkezileştirdiğini düşünmek yeter… Dünya
ekonomisinin, alt birimlerini sermaye adına
yöneten devlet, “kimse benim denetimimin dışında
kalmayacak” diyor ve coğrafyanın mantığını
dayatıyor.
Büyük IT şirketleri, kendi dijital alanlarını
kuruyorlar. Diğer bir deyişle, sermaye ve dev
şirketler, 19. yüzyılın sonunda yeni coğrafyaları
nasıl sömürgeleştirdilerse, bugün de büyük IT
şirketleri, ağlardan oluşan sanal coğrafyayı (“cyber
space”) sömürgeleştiriyorlar. İnternetin fiziki
altyapısının, fiber optik ağların belli bölümlerinin
mülkiyetine sahip şirketler, bu alanları sermayenin
gereksinimlerine ve güç ilişkilerine göre, hızlı ve
yavaş yollar yaratarak, öncelik protokolleri
uygulayarak en verimli, kârlı biçimde kullanmak
istiyorlar.
Bunların böyle olacağı 1990’ların ortasından bu
yana zaten belliydi. Ama yine de The Economist’in
ağzından, çok ilginç, bir o kadar da “kitaba uygun”
gelişmeyi not etmek istiyorum. The Economist,
devlet, şirket ve mülkiyet etkisinin internetin
verimliliğini, yaratıcılığını yok etmeye, giderek
yıkımını hazırlamaya başladığından yakınıyor.
Bunu kendi dilimize çevirirsek, kapitalizm, bir
potansiyel özgürlük aracını daha, kendi siyasi
ekonomik dinamiklerine tabi kıldıkça, bu araç da
sermayenin yıkan, parçalayan süreçlerini aynen
yansıtıyor.
Fantezi ve gerçek
İnternet 1990’ların ortasında birden bire icat
edilmedi. İnternet The Economist’in de anımsattığı
gibi, yıllardır, bir akademik ve savunma
haberleşme ağı olarak kendi kendine organik bir
biçimde gelişiyordu. Bu nedenle 1990’ların
ortasında geniş kullanım açıldığında birden bire
patlama yapınca herkesin gözünü kamaştırdı.
Ulusal sınırları yıkıyor, denetlenemez bir özgürlük
alanı doğuyor, çelişkisiz kapitalizme geçiyoruz
gibisinden fanteziler her yeri kapladı. Aynı anda
bilgisayarlar hızla gelişiyordu… Bir-iki yıl içinde,
1990’ların sonunda “dot.com bubble” denen
internet piyasalarında çalışan şirketlere yatırılan
paralar üzerinde oluşan borsa köpüğü başladı.
Bir adım geri çekilip bakarsak, yükselen
piyasalar, 1997-89 Asya krizi ve sermayenin
merkeze dönme eğilimi, finansallaşmanın
hızlanması, bu hızlanmayı, besleyen bilgi işlem
haberleşme teknolojilerinde, devreye giren
yenilikler, bu yenilikleri düşünsel ve mali olarak
besleyen finansallaşma… Derken, hızla büyüyen
borsa köpükleri, teknoloji, telekomünikasyon
sektöründe çığ gibi büyüyen yatırımlar ve kapasite
fazlası…
2000’lerin başında borsa köpükleri patlar,
depresyon iklimine girilir, bu büyük bir mali
genişlemeyle ertelenir ve… 2007-08 borç
köpüğünün delinmesiyle mali kriz… Mali krizle
birlikte, dün geri çevrilemez denen
küreselleşmenin (finansallaşmanın, küresel
serbest piyasanın) geleceği konuşulmaya başlanır,
“devlet ekonomiye geri döner” vb… İnternetin
ikinci dönemi işte bu yeni iklimi yansıtıyor.
Sermayenin kâr, devletin disiplin, denetim
makinesi, birlikte interneti yeniden, mali krizin
dinamiklerine göre şekillendiriyorlar. Siyaset ve
ekonomik çıkar gerektirirse, var olan parçalanır,
birçok bölgesel internet yaratılabilir.
Diğer bir deyişle sermayenin dünyasında yeni
bir şey yok. Platon’un metaforunu ödünç alırsak,
mağaranın duvarındaki gölgelerin şekilleri yine
değişiyor, ama dışarıdaki, bu gölgeleri yaratan şey
(reel), sermaye ilişkisi, değişmeden varlığını
sürdürüyor…
[email protected]
http://erginyildizoglu.blogspot.com
Ataşehir Belediyesi’nden 40
okula cephe boyası
Haber Merkezi - Ataşehir Belediyesi yeni
eğitim öğretim döneminin başlamasõ için geri
sayõm sürerken ilçede bulunan 40 devlet
okulunun iç ve dõş boyama çalõşmalarõnõ başlattõ.
Marshall Boyalarõ’nõn katkõlarõ ile ilçede bulunan
40 okula 32 ton boya dağõtõmõ yapõldõ. Ataşehir
Belediye Başkanõ Battal İlgezdi, eğitimin bir
ülkenin can damarõ olduğunu belirterek, ilçede
bulunan okullarda sağlõklõ eğitim yapõlabilmesi ve
çocuklarõn en iyi koşullarda eğitim yapabilmeleri
için okul yönetimleri, mahalle muhtarlarõ ve
velilerden gelen istekler üzerine çalõşmalara
başladõklarõnõ söyledi. Ataşehir Belediye
Başkanlõğõ’nõn sosyal sorumluluk projeleri
kapsamõnda özellikle okul yönetimlerinden gelen
istekler değerlendirilerek 32 ton plastik boya okul
yönetimlerine teslim edildi.