19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 18 EYLÜL 2010 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER YÜKSEK Seçim Kurulu’nun RTÜK’ü halkoylaması dönemindeki tutumu yüzünden “sert dille” uyarmış olması çok ilginç. Yakın geçmişteki bazı kararları dolayısıyla kamuoyundan eleştiri alan bu Kurul’un bir başka kurulu kamuoyunu yanıltıcı yayınlara göz yummuş olmakla suçlaması hayli sevindirici bir yenilik. Şimdi sıra, bu yeniliğin ne gibi pratik sonuçlara ve yasal yaptırımlara yol açacağını merakla beklemeye gelmiştir. Yoksa, hiçbir şey olmayacak mı? Halkoylaması sırasında RTÜK’ten yalnızca yirmi televizyon kanalına ilişkin “kural ihlali” raporu gönderildiğini belirten YSK, bu raporların hep önemsiz kanalları içerdiğini vurguladıktan sonra, “Daha çok tanınan radyo ve televizyon kanallarıyla ilgili olarak yayınların yanlılığı konusu kamuoyunda sıkça gündeme taşındığı halde bunlar hakkında herhangi bir ihlal bildiriminde bulunulmaması düşündürücüdür” diyor. Aslına bakılırsa pek o kadar da düşündürücü değil bu. Çünkü RTÜK denen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun dokuz üyesinin hepsi TBMM’deki siyasal parti gruplarının belirlediği adaylar arasından yine Meclis genel kurulunca seçilmekte. Öyle anlaşılıyor ki, partiler medya yayınlarındaki yandaşlıklar karşılıklı olduğu sürece pek rahatsız olmuyorlar. Kaldı ki, hemen hemen her şeyin ticarete ve maddi kazanç yarışına dönüştüğü bir sistemde kimin hangi düdüğü niçin ve nasıl çaldığını denetlemek sanıldığı kadar kolay değildir. Üstelik, bu çok paralı “düdüklenme”nin geniş halk yığınlarını fazla rahatsız ettiği de söylenemez. Asıl sorun, TRT’nin yansızlığını sağlamaktır. Anayasa, kamu tüzelkişiliğine sahip olan bu “tek” radyo ve televizyon kurumunun hem tarafsız, hem de özerk olmasını, yani gerektiğinde kendi bağımsız bakış açısını bile oluşturabilmesini emrediyor. Böyle bir emre tam anlamıyla uyulduğunu söylemek çok zor. Zaten, YSK raporunun bir hatası da TRT’yi, sanki öbür yayın kuruluşlarından farklı olması gerekmezmiş gibi, hepsiyle birlikte aynı eleştiri sepetine koymuş olmasıdır. Oysa, yansızlık ölçütü ve nitelik üstünlüğü açısından ayrı bir yeri ve önemi olması istenen TRT’nin ayrı bir dikkati ve özeni hak etmiş olması beklenirdi. Özel radyo ve televizyonların yaratabilecekleri çarpıklıklar ancak böyle telafi edilebilir. Türkiye, TRT’nin bir yana itilmiş olmasıyla neler yitirdiğinin ve nelerden yoksun kaldığının farkında değil. Farkında olsaydı, ülkede siyaset ve hukuk da dahil, çok şey iyi ve doğru aydınlatılmış bir kamuoyu sayesinde, bugünkünden çok farklı olurdu. [email protected] PENCERE Uyanış, Hoşgörü, Üniversite? Sabahattin Eyuboğlu; Montaigne ile Rabelais’yi Türkçeleştirmiş kişidir. Yaptığı işin bir rastlantı olduğunu sanmıyorum, çünkü Eyuboğlu, Batı’nın “Uyanış” dönemine damgasını vurmuş bu iki yazar gibi özgür düşünceden yanaydı; her çeşit bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe karşıydı. Öncelikle Montaigne, evrene ve insana eleştirisel bir gözle yaklaşımın ustası sayılır. Katıksız bir denemecidir Montaigne; ne bilim adamıdır, ne felsefe ustası, ne de sanatçı... Yüzyılların öncesinden bize seslenen bu yazar, gerçeği arayışta insanın özgürlüğe yönelişini vurgular. Türkiye’de Cumhuriyet devrimiyle başlayan uyanış çağının etkin yazarlarından biri de Sabahattin Eyuboğlu’dur. Bu bakımdan Eyuboğlu’nun Montaigne’i dilimize çevirmiş olması rastlantı değildir, diyorum. İnsanlığın 20. yüzyıla değin nice acılar pahasına sağladığı birikimler vardır. Aristo’nun adını kuşkusuz okula giden gitmeyen herkes duymuştur. Çoğumuz ünlü bir bilge sayarız Aristo’yu; ama Bertrand Russell diyor ki: “- Aristoteles, insanlığın başındaki püsküllü belalardan biridir.” Russell’in öfkesi nereden kaynaklanıyor? Çünkü Aristocu bağnazlar bilimin gelişmesini sürekli biçimde engellemişlerdir. Darwin, türlerin sürekli değişimiyle dünyadaki canlıların bugünkü doğasının oluştuğunu kanıtladığı zaman bile karşısına Aristocu bağnazlar dikilmişlerdir. Bilimsel gerçekle yanlış inançlar arasındaki kavgada Aristo mantığı bağnazların keskin kılıcıydı. En sonunda bilim, üstünlüğünü kanıtladı; ama çok can yandı. Batı’daki üniversiteler, üniversite oluncaya değin, nice değerli zaman yitirildi, yüzyıllar boşuna akıp gitti. Sabahattin Eyuboğlu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde profesördü. Ancak üniversite çevresinin dışına taşan ve yurt kapsamında yaygınlaşan etkinliği; fikir özgürlüğünün, bilimsel araştırmanın, eleştiri ve özeleştirinin değerini tanıtma yolundadır. Bilimle halk arasındaki duvarların yıkılmasını amaçlayan bir dünya görüşünü savunurdu. İki kez komünistlik suçlamasıyla yargılandı. Birincisi 1960’lardaydı. Eyuboğlu ünlü Fransız yazarı Babeuf’ten çeviriler yaptığı için yargıç karşısına çıkarıldı. İkinci kez 1971’de, gizli komünist partisi kurmak savıyla tutuklandı. Oysa Sabahattin Eyuboğlu, Batı’daki Uyanış Çağı’nın Türkiye’ye dönük simgesi gibiydi. Yargılamaların sonunda aklandı; ama, duruşmalar Eyuboğlu’nun değil, bizdeki toplum düzeninin yargılanması anlamını taşıyordu; Babeuf’ü, Montaigne’i, Rabelais’yi sanık sandalyesine oturtmuştuk. Fikir özgürlüğü, bilimsel özgürlük, eleştiri, özeleştiri olmadan bir toplum çağdaşlaşamaz, bir devlet yücelemez. Bütün bunların odak noktası üniversitedir. Uygarlık dünyasında üniversitelerin oluşması uzun bir tarihçeyi vurgular. Biz acaba Batı’da yaşananları yeniden yaşamak, bilim kurumlarını yaratmak için uzun ve çetin yolları aşındırmak zorunda mıyız? Salt paraya tapanların ya da kâr güdülerinin egemen olduğu bir dünya görüşüyle bunalımı aşabilir miyiz? Türkiye’de çağdaş bilim üreten üniversiteler kurulmadan bunalımın dar boğazını aşmaya olanak yoktur. Batı’da üniversitelerin oluşması “Uyanış Çağı” ile başlıyor. Sanayileşme daha sonradır. Biz atları arabanın arkasına koyarak ilerleyemeyiz. YÖK ile çağdaşlaşma olası mı?.. (19 Nisan 1982 tarihli yazısı) T elevizyon ekranõndan mehteran bölüğünün ge- çişi veriliyor. Muhtemelen bir dizi düşüncenin etkisi altõn- da izlenmekteler: Övünç duya- rak, geçmişi özlemle anarak, bi- raz küçümseyip modasõ geçmiş bir olgu diye niteleyerek ya da öylesine, hiçbir özellik atfetme- den... Peki, izlenen olaya ilişkin bir “asgari müşterek” yan yok mu? Osmanlõ’ya özenmenin, bil- gi eksikliğini küçümsemeyle ört- bas etmenin ya da zorlama bir unutkanlõğõn gölgesinde bir tarihi olguyu yok saymanõn... Bir siyasetçi genel affa ilişkin beyanda bulunduğunda, onun söylemlerini bozmak için, tek bo- yutlu bir düşünme ve irdeleme düzleminden çõkma yeterliğinden ve yeteneğinden yoksun, balõk hafõzalõ bir başka siyasetçi nasõl mõ davranmaktadõr? Eskilerin “siyak-u sibak” dedikleri yön- temle elbette! Rakibinin sözle- rinin başõnõ ve sonunu kõrpar yok edersin, ortada kalan öksüz ve yetim cümleyi kuşanõrsõn, sonra vur abalõya! Bu, siyasetin kirlisidir. Hayat boyu takõyyeyi kendisine rehber edinmiş bir kimseden daha fazlasõnõ bekle- mek de insaf sõnõrlarõnõ aşar. Gelgelelim, kendisinin geçmiş- teki “gaf sabıkası” kurcalandõ- ğõnda “el-insaf-ı nısf-üd-din” söylemini de fersah fersah geri- de bõrakan cevherleri fol taşõnõn yanõ başõnda bulmak işten bile değildir. Her fõrsatta zeytinyağõ gibi üste çõkõp, işine gelmeyince üç maymunlarõ oynamak nereye dek sürer ki? Arkası Sa. 8 de Olaylar ve İzlenimler... Erol BARUTÇUGİL AÇI MÜMTAZ SOYSAL Paralar ve Düdükler
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle