19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 31 ARALIK 2010 CUMA KAPTAN Oktay Sönmez denizleri bırakalı çok oldu, artık bir yazar. Hem de iyi yazar; kendini okutur. Ne var ki, o denizleri bıraksa da denizler onu bırakmıyor. Denizle ilgili her şey mutlaka onun kalemine dolanır; kişiler, gemiler, antik limanlar, deniz işletmeciliği. Yıllar önce “Ereğlili Memed”le başlayıp en son “Fenerler” kitabıyla taçlanan, müthiş verimli bir tutkunluk. Sunduğu ilginç tarih bilgisiyle Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın başarılı ürünü olarak çıkan bu son yapıt, şiire de tutkun Oktay’ın romantik mizacına uygun düşmüşe benziyor. Onun için, “karanlığın içindeki gülümseme” dediği fenerlerden daha romantik bir konu olabilir miydi? “Uzun kahırlı seferlerin, gökle deniz arasında yaşanan bin bir çilenin sonunda… aralıklarla çakan o ışık demeti, gelen gemiye, gemicilere karanlıklar içinden uzanan sıcak bir kadının kolları gibidir, gizem doludur, davet yüklüdür” diyen satırlar da var kitapta. AÇI MÜMTAZ SOYSAL Fenersizlik oskoca bir yılın sona ermek üzere olduğu bir günde yorgun gözlerle önümüzdeki dönemin karanlığına bakarken, azgın fırtına gecesinde limana sığınmaya çalışan gemicilerin fener ışığı arayışlarından pek farkımız yok gibi. Üstelik kaptanlara güvenimiz de azalmış. Politikada yerli yersiz “Hep aynı gemideyiz” sözü edildiğini çok duyarız. Ama geminin makinesini yavaşlatan, dümenini, miyar pusulasını, radarını falan bozup rotasını şaşırtanlar daha çok böyle lafları edenler arasından çıkar. Yaygın güvensizlik biraz bundandır. Yine de karamsarlığa kapılmak olmaz. Cumhuriyetin kuruluş yılları öncesinde çok daha kesin ufuksuzluk K dönemleri yaşandı. Büyük devletlerin akbabaları ülkenin ve toplumun geleceği üzerindeki hesaplarını gerçekleştirmek için son adımlarını atmaya başlamışlar, hatta içte de işbirlikçiler bulmuşlardı. Ama yenildiler. Kendiliğinden gerçekleşen bir mucize değildi bu. İçine düşülen durumun değiştirilemez bir alınyazısı olmadığına inananlar, bozgun havasında bile toplumu ayağa kaldırabildiler. Elbet İstanbul’un işgali ve Anadolu’yu kaybetme olasılığının da payı olmuştu o silkinişte. Ama hep biliniyor ki, asıl etken Mustafa Kemal gibilerin kendi direnişleriyle ve yorulmaz çabalarıyla Anadolu halkına güven ve umut aşılamış olmalarıdır. Şimdi de yapılması gereken, kötü gidişi seyirle yetinerek üzülüp büzülmek yerine, diriliş için çalışmayı sürdürmektir. Herhalde birinin daha Samsun’a ayak basışını ya da Yunan’ın yeniden İzmir’e çıkışını beklemek değil. [email protected] Tarihler, Takvimler ve Yeni Yıllar... Bozkurt GÜVENÇ arih ve takvim, zaman ve mekân günlük hayatta bize bildik gelen sıradan kavramlardır. Bugünlerde 2010 yılını bırakıp 2011 yılına giriyoruz. Nasıl biliyoruz? Takvim yaprakları söylüyor. Tarihçiler öyle yazmış ya da kilise büyükleri öyle yazdırmışlar. Hz. İsa’nın doğumundan bu yana 2010 yıl geçmiş. Hıristiyan kiliseleri Tarsuslu Aziz Paul’ün düştüğü tarihe inanmışlar. Hıristiyan olmayanlar da, yapan ve yazan “Batı” dünyasına uymuş. Hz. peygamberimizin Mekke’den Medine’ye geçtiği yılla başlayan Hicri bir takvim de vardır. Takvim yapmak dışında olaylara tarih de düşeriz. Tanzimat’ın “Bir iki, iki delik” ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN T (Arap rakamlarıyla 1255) Abdül Mecid oldu Melik” dizesi ne güzeldir. Tarihlerimizin ve zamanmekân bilgilerimizin kaynağı olan takvimleri insanlar yapar ve uygular. Tarihin ve takvim bilgisinin nesnel / evrensel bir başlangıcı var mı? Belki vardır ama pek bilemiyoruz. Sözgelişi, dünya acaba ne zaman yaratıldı? İrlandalı Başpiskopos Ussher, 1650 yılında kutsal kitaplardaki olayları inceleyerek hesaplamış: Hz. İsa’nın doğumundan önce, 4004 yılında. Yani günümüzden (4004 + 2010=) 6014 yıl önce. “Işık yılı” olarak da bilinen bu tarih, Tanrı Baba’nın “ışık olsun” buyurduğu andır. Tek kanıtım erken öğrencilik yıllarımdan hatırladığım “4004” marka mavi mürekkepti. Belki sorar, ama tabii bilemezdim Milat’tan önceki “Işık Yılı” olduğunu. Geographic kanalının yaratılış belgesellerinde, evrendeki ilk ışık 1314 milyar yıl öncesine tarihleniyor. Dünyamız 4.5 milyar, hayvanlar âlemi 600 milyon, tarım devrimi 10 bin, Meşrutiyet 100, Cumhuriyet 90, demokrasi 50 yaşında. Varlık tarihimizi hangisinden başlatalım? Güneşin, gezegenlerin, evrenin tarihi kuşkusuz bilimin konusu; ama “zaman” kavramı insan icadı. Olup bitenlerin zihnimizdeki süresine ve sırasına “zaman” deyip geçmişiz ama bilemiyoruz. Binlerce yıllık deneme ve yanılmalardan sonra Einstein zamanmekân ayrımına son verdi. Birbirinden bağımsız zaman ve mekân yok, “ZamanMekân” var, dedi. Zaman, mekânın dördüncü boyutu oldu. Sosyalbilimci Moore, bizler için, şöyle çözdü bulmacayı: “Zaman yoksa mekânda değişim olmaz, değişim yoksa zamanı kavrayamayız!” Saatler zamanı değil, akrep ile yelkovanın hareketlerini gösterir. Biz çıkarırız günün neresinde olduğumuzu. Penceresiz bir odada bilemeyiz gece mi gündüz mü olduğunu! Zaman, beş duyumuzla doğrudan algılayamadığımız bir değişim sürecidir. Mekâna egemen olamayan insan yüzüklerin değil zamanın efendisidir. Bilim ne derse desin, insanlar takvimler yapar, tarihler yazar, zamanla oynar, dünyayı değiştirmeye çalışır. Seçtiği milat (başlangıç) dünya görüşünü (kişiliğini/kaderini) yansıtır. Gelip geçen günlere ve yıllara bir çentik atınca, tarihin tik takı işlemeye başlar. Dünya uygarlığından korunmaya çalışan Japonlar, Tanrıimparatorun tahta çıkışına yeni bir ad verir ve yılları saymaya başlar. İnsan, çok bunaldığında bilinemeyen geleceğe ya da dönülemeyen geçmişe sığınır. Kültür tarihi nereden, nasıl geldiğini söyler; yarın ne yapacağına insan kendi karar verir; ama, sorumluluğu tarihe yükler. Değişimin sorunları, tarih felsefesinin çıkmazları yeni yılların gizemi hep burada düğümlenir. Yeni yıllar yeni şeyler getirmez, aslında vaat etmez de; biz insanlar bağlarız her şeyleri birbirine, dilimizle umutla, kaygıyla ve korkuyla. Yeni yıl, sahnesi dünya olan, perdesi hiç inmeyen bir tiyatrodur. Yazarı, oyuncusu, seyircisi insandır. Oyunun kaçıncı kez sahneye konduğu belki söylendiğince önemli değildir. Arkası 8. Sayfada Altı Üstüne Getirilmiş Memleket... Cumhurbaşkanınız gitti baktı Diyarbakır’a, nasıl olmuş… Açılım yaramış mı, TürkçeKürtçe tabelalar iyi durmuş mu, bayrak direkleri hazır mı?.. Başlarda “Güzel şeyler olacak” dediğine göre, bakacak tabii ki; güzel şeyler olmuş mu?.. Ayrıca iyi ki gidebildi… Gidemeyebilirdi de… Beş bin polis, on bin asker, dört bin de sivil hafiye olsa… Bu kadar kuvvetle insan Ortadoğu’yu ele geçirir… Açılım sonunda Cumhurbaşkanı’nın kendi ülkesindeki vilayete girmesine yaradı ancak… Oradan Başbakan’ı aramış da olabilir: “Geldim gördüm, hayırlısıyla fevkalade güzel olmuş doğrusu…” Başbakan mutlanır: “Açılım noktasındaki başarılı şeylerimizle oldu… Şöyle bir de üstünü gördünüz mü?..” “Üstü?..” “O gördükleriniz altı… Biz altını üstüne getirdiğimiz için…” Nitekim açılımın altında ne varsa üste çıktı ya; ayrı bayrak, ayrı dil, ayrı eğitim, ayrı ordu, ayrı bütçe, ayrı meclis… Bunların toplamına “ayrı devlet” demeyen bir tek salak çıksa ya… Peki, altta kalan o tek kalem: Türkiye’nin bütünlüğü… Cumhurbaşkanı Amerika’ya, Afrika’ya, Rusya’ya, Çin’e gittiğinde bu kadar olay olmadı… Tüm canlı yayın arabalarını gönderdi peşine medya… BBC de verdi diyorlar… Ülkenin Cumhurbaşkanı “Diyarbakır’a gitti” diye memleket ayağa kalkıyorsa, varın açılımın vardığı noktayı siz düşünün… Ve artık açılımı kapatamayacaklar da… Çünkü kendileri söylemediler mi; cin şişeden çıktı… Neyse… Cumhurbaşkanınız sağ salim dönse de Diyarbakır’dan, memleket rahat nefes alsa… MGK’nin “Resmi dil Türkçedir” bildirisine yanıt olarak koltuğunun altına verdikleri TürkçeKürtçe sözlüğe baka baka: “Türkiye’ye dönüş” nasıl deniliyordu?.. [email protected] C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle