16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
27 EK M 2010 ÇARŞAMBA CUMHUR YET SAYFA KÜLTÜR [email protected] CMYB C M Y B 14 yıldır Boğaziçi Üniversite si’nde klasik müzik kon serleri düzenlerim. Okulun 1860’larda yapılmış Albert Long adlı sa lonundaki kusursuz akustik, 100 yaşını aşkın bir org ve çok iyi koşullardaki iki Steinway marka konser piyanosu bu di zi konserleri organize etmek için başlı ca dürtüm olmuştu. Daha da önemlisi, hemen elimizin altında öğrencisi, öğre tim üyesi ve mezunlarıyla hazır bir din leyici kitlesi vardı. Yıllar içinde daha da oturan bu kon serler artık her çarşamba akşamı kam pusta bir buluşma noktası haline geldi. Giderek daha üst düzey sanatçıları da vet edebiliyoruz. Yurtdışından gelip gi den yabancı sanatçılar bizim Boğaz manzaralı ama alçakgönüllü konukevi mizi, konser salonumuzu ve dinleyici kit lemizi övüyorlar, yeni gelecek sanatçı lara tanıtıyorlar, değişik topluluklar ha linde birkaç kez daha gelmek istiyorlar. Bütün bunlardan kıvanç duyuyoruz. Konser programlarını her dönem bütün çağları içeren yapıtlardan seçmeye çalışı yorum. Sanatçıların önerdikleri program da tanımadıklarımız da olabiliyor. Bunla rın kimi müzik tarihinin derininde kalmış, kimi de çağımızın yeni bestecileri. Onla rı dinlemeden ve diğer yapıtlarla uyumu na inanmadan programlara olur vermi yorum. Ama gelin görün ki, “katıksız kla sik müzik” tutkunu olan dinleyicilerimiz tanımadıkları bir besteci adı görünce der hal sorgulamaya başlıyorlar: Tonsuz mu, gıcırtı mı, çekilir mi? Oysa salonun neredeyse yarısını dol duran öğrencinin hiçbir önyargısı yok. Ben ce öğrenci, eğer klasik müziğe özel bir il gisi yoksa Brahms, Mendelssohn, Haydn’ı ne kadar tanımıyorsa Ligeti, Part, Xenakis’i de o kadar tanımıyor. Her konserde ilk kez bir klasik konsere gelmiş öğrencilerimiz oluyor. Ve bu yeni yapıt lar sona erince kimi profesörümüz âdet ye rini bulsun diye oflaya puflaya alkışlarken öğrenciler çılgınca bir coşkuyla alkışlıyorlar, sanatçıları defalarca sahneye çağrıyorlar, ku lise gidip kutluyorlar, onları tanıyıp sesle rini duymak istiyorlar. GENÇLER LIGETI KADAR HAYDN’I DA TANIMIYOR Aslında müzik de diğer sanat dalları gi bi kendi çağını yansıtmış bir sanat dalı dır. Yirminci yüzyılın savaşları, krizle ri, bunalımları nasıl resmine, edebiyatı na yansıdıysa müziğine de yansımıştır. Resimdeki estetik nasıl yeni bir biçem oluşturduysa müzikteki güzel duyum da artık 19. yüzyılın romantizmini değil, kendi çağını yansıtmaktadır. Bugün çağdaş sanat müzeleri oluşmak ta. Her yeni açılan çağdaş ressamımızın ser gisi dolup taşmakta. Çağdaş edebiyat ya zarlarının yeni yapıtları merakla bek lenmekte. Ama son 110 yıldır bestelenen müzik dışlanmakta. Kimler tarafından? Barok, klasik ve romantik müzik hay ranları tarafından. İşlevsel armoni orta dan kalkıp her ses demokratik özgürlü ğünü kazandığında, alışageldiğimiz me lodi çizgisi önce yok olmaya sonra yeni bir şekil kazanmaya başladı. Aynı dö nemde plastik sanatlar figürden soyuta ge çerken edebiyatta da noktalama ortadan kalkmıştı. Artık Baudelaire gibi şiir yazılama dığına, Velázquez’inki gibi tablolar ya pılamadığına göre, Chopin gibi piyano yapıtları da bestelenemiyor. Çağımız sanatçısı kendi dilini konuşuyor, kendi yöntemini buluyor. Böyle bir yazı yazmamın nedeni, ge çen hafta Boğaziçi Üniversitesi konser lerinde yer alan Salzburglu Topluluk Ventus Üfleme Çalgılar Beşlisi’nin ses lendirdiği iki yapıttı: Bunlardan birisi Klasik Çağ’da armoni sanatının kurucusu olarak kabul edilen Bohemyalı besteci Anton Reicha’nın (17701836) bir üfleme çalgılar beşlisiydi. Diğeri yirminci yüzyılın müzik akışına yön verenlerden Macar besteci Gyorgy Li geti’nin (19232006) üfleme çalgılar için 6 Bagateli. Henüz Bartok etkisinde kaldı ğı erken dönem yapıtlarından. Reicha, Haydn kadar ünlü olmadığından, Ligeti ise “çağdaş” karalaması aldığından, program notlarını gören müzik tutkunlarımız iki bes teciyi de ikircikle karşıladılar. Oysa Ligeti ne kadar güleç ve keyifli bir mozaik işliyordu! Reicha’nın ise çağdaşı Haydn’dan hiç farkı yoktu. Haydn nasıl yaylı çalgılar dörtlüsünün babası olarak ka bul edilmişse Reicha da üfleme çalgılar beş lisinin babası olarak kabul edilmiş. Konser sonunda öğrencilerin coşkusu ise görülmeye değerdi. Ancak bu anlattığım durum yalnız Boğaziçi’ne özgü değil, ülkemizdeki bütün konser salonlarının organizatörleri alışıl mışın dışına çıkmamaya, dinleyiciyi kız dırmamaya özen gösteriyorlar. [email protected] Müzikteöngörüler... MURAT BEŞER İstanbul Jazz Center, Amerikan caz kulüple rini aratmayan bir canlılık içinde bu akşam. Masalarda oturanlar konserin başlamasına 10dakika kala tabaklarındaki son lokmayı bitirip kırmızı şaraplarını sipariş etmeye hazırlanırken, onlardan daha kalabalık olan ayaktakiler de sahneyien iyi görebilecekleri yerde pozisyon almak için mekânı bir uçtan öbür uca voltalıyorlar. Bir ara zeminde gezinen gözlerim pedikürcü elideğmemiş bir çift kadın ayağına takılıyor. Başımıkaldırdığımda mekânın tavanını zorlayan boyuylaPatricia Barber’ın sahneye adım atmak üzere burnumun ucunda dikildiğini fark ediyorum. Arkasındada diğer topluluk elemanları; gitarda Neal Alger,davulda Eric Montzka, yani Patricia’nın albümlerinden tanıdığımız asal müzisyenleri. Basçı sıska, gözlüklü ve genç biri; onu da mekân sahibi Aytek Sermet’in kısa ama heyecanını belli eden anonsundan öğreniyoruz, adı Patrick Mulcahy. Sahneye çıkışıyla sessizlik anonsu etkisini gösteriyor, arada bir çınlayan çatal bıçak ve kadeh sesleri duyuluyor artık, bir de salona hâkimiyet kuranatmosferik müzik. Gözlüğünü taktığı anlarda, sizeceza kesmeye hazırlanan bir mürebbiyeyi andırıyor.İnsanın kanını donduran bir havası var, parçalarınyükselen kısımlarını yırtıcı bir panterin hırıltısınabenzer çığlıklarla destekliyor. Ancak bu görüntüylebirlikte “I Fall in Love Too Easily” demeyi de kendine hakkıyla yakıştırıyor. Eleştirmen ve dinleyicilerin kendisini sıklıkla benzettiği bir dolu kadın şarkıcıpiyaniste duygusal açıdan fark attığını, cömertçe dağıttığı soğuk samimiyeti, mesafeli duygusallığı ve karanlık masumiyetiyle sergiliyor. Her dönemine yayılan repertuvarında belki de en yüksek anlardan biri, onun enbilinen albümlerinden “Cafe Blue”da bulunan“Mourning Grace”i çaldıklarında yaşanıyor. Gitarcının lirik melodi ve soloları, basçının akıcı yürüyüşü, davulcunun yaşı ve deneyimiyle tersorantılı, hatta ‘Teneke Trampet’in Oscar’ınınhaylazlığındakine benzer dinamik üslubu, Barber’ın buğulu sesi ve tutkulu piyanosunun etrafında deli divane oluyor. Parça bu müzikteki fusionenerjisini açığa çıkarıyor. Barber çalmadığı zamanlarda ağzını uzun süre açarak sessiz çığlıklar atıyor, elleriyle referanslar vererek arkadaşlarınıonurlandırıyor. Saatler ağır ağır yeni bir günün başlangıcını gösterirken sona yaklaşıyoruz, başlangıçtaki canlılık yerini ufaktan müziğin melankolisine, ruhun hüznüne, şarabın rehavetine, bedenin yorgunluğuna terketmeye hazırlanıyor. Patricia “İşte İstanbul’da gece yarısı” diyerek ışıkları kıstırıyor, sahnede baş başa kaldığı piyanosunun önünde iki büklüm eğilerekbaşlıyor çalmaya. Bunun son nokta olduğunu hepimiz anlıyoruz,ama bizi kırmayacağını ve bir parça daha çalacağını da hissediyoruz. Çıplak ayaklarla terk ettiği salona, aynı çıplak ayaklarla süzülüyor ve “If I Were Blue” diyor… [email protected] İstanbul’da bir gece yarısı Patricia Barber, İstanbul Jazz Center’da, her dönemine yayılan bir repertuvar sundu Çağımız sanatçısı, kendi dilini konuşuyor, kendi yöntemini buluyor GyorgyLigetiAntonReicha PatriciaBarer
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle