17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHUR YET 26 EK M 2010 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Erbakan Tayyip’e Karşı! Necmeddin Erbakan iki kişinin yardımıyla yürüyebilen bir yaşlı adam!.. Beş mi, altı mı parti kurmuş, bir yıl kadar da Başbakan olmuş!.. Bir Cumhuriyet çocuğu. Bir yargıcın oğlu. Atatürk Cumhuriyetinin okullarında öğrenim görmüş... Odalar birliği sekreterliğini, başkanlığını yapmış, bağımsız milletvekili seçilmiş. Demokrasiye geçiş yıllarımızın dinci lideri... Atatürk devrimlerinin can düşmanı bir politikacı... Ama oldukça başarılı, adı bir türlü gündemden düşmez! Partisi adına devletten aldığı milyonların hesabını verememiş, ağır suçlanma altında! Ama aynı suçun bir ortağı şimdiki Cumhurbaşkanı’nın bağışlaması ile yakasını adaletten kurtarmış!.. İşte şimdi bilmem kaçıncı partinin lideri!.. AKP’nin önde gelen tüm kişileri onun öğrencileri... Çocukluktan, gençlikten Erbakancı olmuşlar, bu yolda yürüyüp başkan, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı seçilmişler. AKP gelecek seçimde yine yüzde kırk oy beklerken Erbakan’ın partisi Saadet de elbet yüzde onu aşacak bir oy alacaktır. Bu durumda Tayyip Bey’in iktidarı bir sarsıntı geçirecektir. 86 yaşındaki, usta politikacı bir kez daha oturduğu yerden gücünü gösterecektir. İyi, güzel, ama temmuz ayında yapılacak genel seçimde AKP ile Erbakan partisi Saadet oyları bölüşünce ne olacak sanıyorsunuz! Bir kopma, bir ayrılma, dengesel durumda iyileşme mi? Yoksa tam tersi mi? Tayyip’in partisi ile Erbakan’ınki bir araya gelip ortaya gericinin de gerisinde yeni bir partileşme çıkmayacak mı? Türkiye’de demokrasi adına oynanan bu oyun eskisinden de beter bir nitelik kazanmayacak mı? 72 milyonluk bir Türkiye’den siyasete ağırlığını koyacak, gerçek bir Cumhuriyet yönetimini kurabilecek insanlar, partiler, liderler niye yok? Niye ortalıkta yalnızca şaşkınlık içinde birtakım insanlar konuşuyor, söyleşiyor. Koskoca Türk ulusu bir gerilikler çıkmazında günden güne gerçek bir batağa saplanıyor? Nerede Mustafa Kemal’in çocukları, gençleri, aydınları, çağdaşlıktan, uygarlıktan yana politikacıları. Hepsi öldü mü? Hepimiz öldük mü? Bir avuç gericiye teslim olduk? Bugün umutsuz bu gidişle yarın çok daha umutsuz olacağız! Yok mu kurtaracak, bahtı kara şu Türk milletini? PENCERE ‘İstikrar’?.. “Soğuk savaş” Batı Bloku ile Doğu Bloku arasında 40 yılı aşkın bir zaman diliminde sürdü; Sovyetler’in çökmesiyle sona erdi. Ama dünya rahata ermedi. Amerika: Bana, diyor, yeni bir düşman lazım... Yeni düşman kim?.. Eskiden Sovyetler vardı, komünizm umacısıyla toplumlar korkutuluyordu. Oysa şimdi iş daha karmaşık; dünyanın sanki çivisi çıktı; savaşlar, ayaklanmalar, istikrarsızlıklar, açlık ve güvensizlik yer yuvarlağına yayılıyor; üstelik düşman belirsiz... Tehlike nereden geliyor?.. Bir yeni düşman bulundu: İslam köktendinciliği!.. Ne var ki yer yuvarlağının belirli bölgelerini saran İslam köktendinciliğinin itici güçlerini saptamak gerekiyor; Amerikalılar düşündüler taşındılar, toplumları çökerten nedenleri sıraladılar: 1) Ekonomik istikrarsızlık 2) Uyuşturucu salgını 3) Yasadışı silah satışı 4) Çevre kirlenmesi 5) Nüfus artışı 6) Etnik çatışmalar 7) Göç Dünyanın önemli bölgelerinde ya da kavşaklarında yaşanan bu sorunlar, kilit noktadaki bir ülkeyi kargaşaya sürükleyip yıktı mı, sonuçların Amerika’yı içine alacak bir deprem yaratmasından ürkülüyor. Amerikalı, hiçbir zaman yaşanan olayların kökenine inmeyi düşünmüyor, yüzeysel görüntülere bakarak kendi öz çıkarlarına göre önlemler almayı yeryüzü politikası olarak benimsiyor, statükoyu korumaya çalışıyor; ABD “Yeni Dünya Düzeni” kavramının jandarmasıdır. Bu, onun bileceği iş... Ama Türkiye’nin de kendine göre bilmesi gereken işler var; çünkü Türkiye bir büyük çöküntüyü yaratacak bütün nedenlerin yumaklaştığı ülkedir: 1) Ekonomik istikrarsızlık içinde kıvranıyoruz. 2) Uyuşturucu trafiğinin kavşak yolları üstündeyiz. 3) Yasadışı silah satışlarını iç savaş boyutlarına varan çatışmalar körüklüyor. 4) Çevre kirlenmesini aşırı boyutlarda yaşıyoruz. 5) Nüfus artışından öte, nüfus patlaması sürecinin içindeyiz. 6) Etnik çatışmalar TürkKürt sorununu uluslararası boyutlara taşıdı. 7) Göçler, ülkeyi allak bullak edecek bir ivmeye ulaştı. Bütün bu sorunları sırtında taşıyan Türkiye’de sosyal adaletsizliğin yoğunlaşması, İslam köktendinciliğini neden körükleyip azdırmasın?.. Terör neden yükselmesin?.. Amerika, Ortadoğu bölgesinde petrol kaynaklarını güvenceye alacak bir “istikrar” istiyor. Peki, bu “istikrar” neden sağlanamıyor?.. Çünkü Amerika, dünyadaki “istikrar”ı sömürü düzeni üzerine kurmak istiyor. Toplumlarda “eşitlik” ve “sosyal adalet” sağlanmadan bu “istikrar” kurulamaz. Sovyetler yıkılsa da, “komünizm” yenilgiye uğrasa da, yeryüzünde rahata erişilemeyecek... “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen deli gömleği içine sığar mı insanlık?.. Türkiye, ülkede yaşanan istikrarsızlığı aşmak istiyorsa, toplumda hakça bir düzen kuracak!.. Dünyadaki “istikrar” da eninde sonunda “hakça dünya düzeni” kurulmasına bağlı değil mi!.. Amerika “soğuk savaş”ta Rusya’yı yendi; ama, dünya tarihine göre kazandığı “harp” değil, ancak bir “muharebe”dir. (8 Haziran 1996 tarihli yazısı) Y ÖK’ten yeni bir yazılı o zamanın deyimiyle tamim geldi. Türbanlı ları derse almamamız, haklarında tu tanak tutmamız buyruluyordu. An cak bu yazılı iletişimin yanı başında ona ko şut bir de sözlü iletişim zinciri söz konusu idi. Kulaktan kulağa oyununa benzeyen ve rek törlerden dekanlara, dekanlardan bölüm baş kanlarına, onlardan öğretim üyelerine tenha odalarda ikili konuşmalar şeklinde sürdürül mesine özen gösterilen bu iletişim, tutanakların gevşek(!) tutulmasını ve uzaklaştırma ceza larının yaz tatillerine rastlatılmasının gerekti ğini buyuruyordu. Beceriksizlik dolayısıyla mı, kasıtlı mı yaratıldığını yorumunuza bıraktığım bu kaos ortamında öğretim üyeleriyle öğren ci arasında sayısız sürtüşme çıktığını, saygı nın ilişkilerden tümüyle silindiğini belirtme ye gerek var mı?.. YÖK ve ülke yönetimlerinin yandaş ya da kaypak ya da kararsız tutumlar takındı ğı dönemlerde öğrencinin türban ısrarı yükselmiş, bir sonraki aşamanın yani kara çarşafın ilk denemeleri fakülte binaları da hilinde görülmüştür. Yönetimlerin açık ve kesin tavırlı olduğu dönemlerde öğrencide herhangi bir huzursuzluğa ve yeni dene melere açılma eğilimine rastlanmamıştır. Fakültemizdeki eğitimin doğası gereği ve o yıllarda öğrenci sayısının az olması sa yesinde, öğrenciyi sadece kitle olarak de ğil, birey olarak da değerlendirme imkânı nı bulabiliyorduk. Otuz yılı bulan öğreticilik hayatımda bizzat dinsel metinleri okuyarak, düşünerek, yani pek moda deyimle “bi reysel seçimle” başını örtmüş tek öğrenciye rastlamadım. Bizim zamanımızdaki esinle örtünenler bile kalmamıştı. Öğrenci ya bağnaz bir or tamda doğmuş, büyümüş, bu yeni tarz baş bağlamayı içselleştirmişti ki bu kızlarda ege men olan duygu korku idi, Tanrı’dan, ce hennemden, aileden, çevreden, erkeklerden evet fakülte idaresinden korku! Bir kısmı kimi odaklardan düzenli ücret aldıklarını ve bu ücrete ihtiyaç duydukları için kapan dıklarını itiraf ediyorlardı. Geriye kalanlar gözü kara, kelle koltukta militanlardı. İmam hatip liselerinden mezun olmuşlardı. İyi birer hatiptiler gerçekten! Demagoji ko nusunda hayli başarılı olduklarını hatırla rım. Bu gençlerin hepsi mezun olmuşlardır. Başörtüsü dolayısıyla fakülteyi bırakan kimseye kendi deneyimimde rastlamadım. 12 Eylül askeri darbesinin sivilleşme ve kurumlaşma dönemi olan Özal’lı yıllarda imam hatip liselerinde doğan ve Doğramacı YÖK’ü tarafından üniversitelerin başına do lanan türban sorununun, Müslümanlığın sa dece bir yorumu olduğu o yıllarda kitlele re anlatılamadı. Bunu anlatacak olan din bil ginleriydi. Anlatılamadı, çünkü bu işin icabına daha en başında bakılmıştı. Mu ammer Aksoy’un katledildiği yıl (1990), dine keskin eleştiriler getiren din adamı Tu ran Dursun da; içtenlikli gerçek bir mümin olan, ancak İslamiyetin inanç ve ibadetle il gili hükümleriyle toplumsal hayata düzen veren hükümlerinin ayrı düşünülmesin den yana tavır koyan ilahiyat profesörü Bah riye Üçok da faili meçhullerde katledil mişlerdi! Bu cinayetler, diğer din bilginlerinin ku lağına küpe oldu ve ağızlarını mühürledi ler. Öyle mühürlediler ki, örneğin bugün Arap âleminde kol gezen kimi yorumların, yani kimi Arap din bilginlerinin örtünme nin dinle değil gelenekle ilgili olduğu, ibadet dışında baş örtmenin dini bir buyruk olmadığı konusundaki görüşlerinin benze ri yorumları Türkiye Cumhuriyeti hudutları içersinde yetkili bir ağızdan hiç duyamadık. Ne dün ne bugün... Hatta sosyal demokrat parti üyesi olan din bilginlerinin ağzından bile, ne dün ne de bu gün. Hoş, unutulmuş gibi görünen faili meçhul kurbanları acı bir ders olarak bel leklerdeyken, kimseden ortaya çıkıp da böy le bir yorumu dile getirmesini beklemeye hakkımız mı var... Şimdilerde, üniversitede “türbana öz gürlük” çözümüyle ortaya çıkan solcu ar kadaşlar yukarıda anlattığım hazin hikâ yenin aşamalarını bilmiyorlarsa öğrenmek, unutmuşlarsa anımsamak, ortada centilmen anlaşmasına varacak olan birbirinin dengi iki grubun bulunmadığını kavramak duru mundadırlar. Şu basit sorular yanıtlanma ya muhtaçtır. Elbette her türbanlı kızımız militan de ğildir, çoğunluk herhalde öyle değildir. Ancak, kararlı ve etkin bir azınlık, sessiz ve edilgen çoğunluğa her zaman egemen olur. Türkiye’deki tüm köktendinci odaklar aca ba tasfiye edilmiş midir? Edilmemişse, te rörle ilişkili olan ya da olmayan köktendinci odakların, değişen türban uygulamasıyla de ğişecek stratejileri üzerine hiç kafa yorul muş mudur? Üniversite öğreniminde serbesti ka zanmış türbanı, “çalışma özgürlüğü” adıy la kamusal alana, üniversite ve adalet kür sülerine çıkmaktan, bunun mücadelesini vermekten kimin, nasıl alıkoyacağına da ir tek bir makul cümle kurulabiliyor mu? Başta dokunulmazlıklar konusu olmak üzere verdiği hiçbir sözü tutmamış AKP’den alınacak söze mi güveniliyor, yoksa ana yasaya madde konulmasına mı? Parla mento aritmetiğinin cilvelerine göre her an her maddesi yap boz tahtasına dönecek bir anayasaya?!.. Özgürlükçü sosyal demokratlar, iktidarı örneğin zorunlu din dersi uygulamasından vazgeçirebilecekler mi? Güçleri ve müca dele azimleri buna yetecek mi? Ve en önemli soru: Sade ulusal hukuka değil, AİHM ka rarlarına, yani uluslararası hukuka ters düşmeyen bir uygulamanın sürmesi nasıl ve niçin yasakçı sayılabiliyor? Ve kadını gü nah nesnesi olarak aşağılayan, dışlayan, kı sıtlayan ayırımcı bir tutumu Tanrı’nın buy ruğu olduğu iddiasıyla hepten mutlaklaş tırmak isteyen bir anlayışa verilen ödün, nasıl ve hangi hakla özgürlükçülük adı nı alabiliyor? Prof. Dr. Erendiz Atasü Ankara Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi YÖK ve ülke yönetimlerinin yandaş ya da kaypak ya da kararsız tutumlar takındığı dönemlerde öğrencinin türban ısrarı yükselmiş, bir sonraki aşamanın yani kara çarşafın ilk denemeleri fakülte binaları dahilinde görülmüştür. Yönetimlerin açık ve kesin tavırlı olduğu dönemlerde öğrencide herhangi bir huzursuzluğa ve yeni denemelere açılma eğilimine rastlanmamıştır. Türban Hikayesi II Bir Dönemin Tanıklığı Bellek Yitimi A nestezi insanı uyuşturur. Geçici olarak bilinci or tadan kaldırır. İnsan bir süre acı duymaz. “Amnezi” ise bellek yitimidir. Çok çeşidi var. Tam bellek yitimi olan mankurtluktan tıpta “psikoje nik amnezi” diye bilinen par çalı bellek yitimine, “laküner amnezi” denilen tahtası eksik unutkanlığa kadar... Psikiyatri uzmanları bunu anılar evinde ki ampullerden bazısının sön mesine de benzetirler. Hüsnü Bey Amca’lar TRT’nin tek kanal olduğu yıllarda Gazanfer Özcan’ın canlandırdığı “Hüsnü Bey Am ca” diye bir dizi vardı. Sevim li, cana yakın bir tipti Hüsnü Bey Amca... Ama bellek yitimi sorunuyla karşı karşıyaydı. İsimleri, olayları, mekânları birbirine karıştırırdı. Bu du rum Hüsnü Bey Amca’nın iş yerindeki çalışmasını da olum suz etkiler, ıskartaya çıkarılması gereken hurda malları kamyo na yükleyip en hatırlı müşteri sine yolladığı olurdu. Şimdi gazetelerde, dergilerde, ekranlarda bellek yitimine uğ ramış pek de sevimli sayıla mayacak Hüsnü Bey Amca’la rı sık sık görüyoruz. Bellek yi timi hem kendi geçmişlerini, hem de toplumsal yükümlü lüklerini unutturmuştur onlara... Şimdi diyorlar ki: “Ortak ta rihimiz ve mirasımız hatırı na” birlikteydik, artık “yolun sonu”na geldik. (Birikim der gisi, Sayı 258, Ekim 2010) Toplumsal bellek yitimini destansı bir dille anlatan Cen giz Aytmatov’un ‘Gün Uzar Yüz Yıl Olur’ romanını nasıl anmazsınız? Aytmatov’a göre toplumlar tarih bilincini yitirir lerse belleksiz birer mankurt olurlar. Gün Uzar Yüzyıl Olur’da geçmiş ile şimdiki an, gerçekler ile destanlar iç içedir. Juan Ju anlar, Sarı Özek bozkırında ya şayan Naymanların topraklarını istila eder. Tutsak aldıkları Nay man gençlerinin kafalarına yaş deve derisinden birer başlık ge çirirler. Güneş altında kurumaya, gitgide daralmaya yüz tutan de ri tutsaklara müthiş acı verir. Dipten çıkan saç deve derisine nüfuz edemediğinden kıvrılıp kurbanın kendi kafa derisine gi rer. Bu işkencenin sonunda tutsak ya ölür ya da mankurtlaşır; yani belleğini de, bilincini de yitirir. İnsanı ortak tarihinden, kendi geçmişinden kopardınız mı, ar tık ona her istediğinizi yaptıra bilirsiniz. Mankurtlaşan tutsak ar tık efendisinden başkasını tanı maz. Ne anababasını, ne yerini yurdunu, ne de geçmişini hatır lar. Ağzı var, dili yoktur artık; is yanı ve itaatsizliği hiç düşün meyen tek varlıktır yeryüzünde. Mankurt sağını, solunu bil mez... İçinde bulunduğu sıkışık durum öylesine acımasızca güç lüdür ki, direnme söz konusu değildir. Parçalı bellek yitimi Parçalı bellek yitiminin bir tü rü, “psikojenik amnezi” deni len ve bedenen sağlıklı insan larda rastlanan bellek yitimidir. Burada beyin herhangi bir çarpmaya uğramamış, hiç hasar görmemiştir. Ama insan geç mişinin belirli bir bölümünü anımsamaz. Nesnelerin eşza manlılığını, olayların akış sıra sını yitirir. Yıpranmış bellek, ha yatının bir dönemini unutur. Unutmak aynı zamanda bir psi kolojik korunma yöntemidir. Anımsanması gereken şey, o kişi için çok kaygı verici, son de rece acılı, sıkıntılı, gerilimli bir olay ise beynin savunma meka nizması harekete geçer. Kor kulu anılar bilinçaltına itilir, za manla unutulur. İnsan unut makla da kalmaz; kimi kez kim liğini, benliğini de yitirir. Geç mişle bağını koparan kişi artık bir cüdamdır; çöpten adamdır. Sigmund Freud, bellek gibi unutkanlığın da sabit değil, dal galı bir süreç olduğunu belirtir. Fransız filolog Ernest Renan 1882’de “ulus olabilmek için salt anımsamak yetmez, çok şeyi de unutmak gerekir” di ye yazmıştı. Anımsama ile unut manın diyalektik birliğinde ulu sal algılamaya uymayan bü yük acılar genellikle tarihsel sü recin dışına itilir. Kimi insan bugününü haklı kılmak için kendini bir karaba san gibi kovalayan geçmişinden kaçıp kurtulma duygusu için dedir. Bilinçdışı ya da süpere go hoşa gitmeyen ayrıntıları seçerek siler, belirsizleştirir. Araya giren zaman dilimi bu başkalaşıma bahane olur; Gre gor Samsa’nın hamamböcekli ğine meşruluk kazandırır. Yine de bilinçaltı ara sıra su üstüne çıkar, bilince vurur. Geçmişi çarpıtıp yeni baştan düzenle meye kalkışır. Unutulan çoğu kez utanarak anımsanır. Çok ciddi ruhsal depremler de, sarsıntı sürekli yaşanırsa, zi hin bununla başa çıkamaz. O yüzden de unutmaya yatkındır. Denir ki, toplumsal unutkanlık olmasaydı yaşlı kıta Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonrası toparlanıp ayağa kalkamazdı. Ne var ki, unutarak kalmak da iyi bir şey değildir; travma ile mutlaka uygun bir biçimde yüz leşmek, bir çözüme varmak ge rekir. Ama herhalde daha sağlıklı olan ortaklaşa anımsamaktır. Toplumsal belleği canlı tutup yaraları sarmak, yeniden top lumsal canlanmayı sağlamaktır. Yaşamak, geleceği nasıl ku racağını düşünürken geçmişi de unutmamaktır. Bellek, yal nızca geçmişe dönük bir anım sama alanı değil, üzerine sağ lıklı bir geleceğin kurulabileceği sağlam bir temeldir de. Toplumun belleği aşınırsa ulusal bilinçte oyuklar açılır, çarpıklık başlar. Bu bakımdan anımsamak belleğin uyarılma sıdır; yaratıcı bir eylemdir. İn san belleği unutur; ama tarih ve arşiv asla unutmaz. Ortak tarihi sırtlarında bir yük olarak görmeye başlayan lar Cumhuriyetin elde kalan mevzilerini yobazlığın adım adım ele geçirmesini demokra tik kazanım sanacak ölçüde kendinden geçmiş, İran Tudeh Partisi’nin acı deneyimini anım samaz olmuşlardır. Günümüzün bellek özürlü Hüsnü Bey Am ca’ları ıskartaya çıkması gere ken hurda malı hatırlı müşteri ye yollayacak derecede pusulayı şaşırmışlardır. Oysa toplumsal belleğin önemli bir bölümü mücadele eden sınıfların tarihidir. Türki ye solunun tarihi, bütün eksik liklerine, yanlışlarına karşın gurur duyulacak bir tarihtir. İş kencelerde direnenlerin, başta Nâzım Hikmet olmak üzere onurunu satmayanların, Türki ye’nin yüz akı nice binlerce isimsiz emekçinin tarihidir. Yıllarca onurlu bir dünya gö rüşünü savunan insan, ömrünün son demlerinde güç odaklarının iğvasına kapılıp görüşlerinden cayarsa ikiyüzlü olur, yılışık laşıp yavşaklaşır. Geçmişin ya şam deneyimlerinden kopan kişi sonunda kimliksizleşmeye mahkumdur. Batacağını sandıkları gemiyi ilk terk eden elbette salt onlar değildir. Ortak tarih artık sırt larında bir yük olduğu için bel lek yitimine uğramışlardır. Ömürlerinin son deminde ha cıyağı kokusunun tutsağı olup mankurtlaşmışlardır. Solun ortak tarihinde, ken di geçmişleri de içinde, anım sayacakları bir şey kalmadı ğı için unutacakları bir şey de yoktur. Ne denebilir? Yolları açık olsun! Dileriz şimdi unuttukları geçmişlerini yarın çocukları utanarak vurmaz yüzlerine... Cavlı ÇULFAZ Batacağını sandıkları gemiyi ilk terk eden elbette salt onlar değildir. Ortak tarih artık sırtlarında bir yük olduğu için bellek yitimine uğramışlardır. Ömürlerinin son deminde hacıyağı kokusunun tutsağı olup mankurtlaşmışlardır. Solun ortak tarihinde, kendi geçmişleri de içinde, anımsayacakları bir şey kalmadığı için artık unutacakları bir şey de yoktur. Yolları açık olsun! Dileriz şimdi unuttukları geçmişlerini yarın çocukları utanarak vurmaz yüzlerine...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle