19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
11 OCAK 2010 PAZARTESİ CMYB C M Y B ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK Bölgesel Gelişme Unutulunca… [email protected] Geçen hafta açıklanan veriler Avro bölgesinde, umulandan daha yavaş da olsa bir ekonomik toparlanmaya işaret ediyordu. EuroStat verilerine göre Avro bölgesi III. üç aylık dönemde yüzde 0.4 büyümüş. Ancak hem bu toparlanmayı destekleyen etkenler, özellikle kamu borçlarındaki hızlı artışlar, hem de Avro ülkelerinin ekonomileri arasında giderek büyüyen farklılaşmalar, orta ve uzun dönemde birlik sürecini tehdit ediyor. Resim oldukça bulanık Geçen hafta yayımlanan veriler Satın Alma Müdürleri (PMI) indeksinin beş ay önce başladığı yükselme trendini aralık ayında da koruduğunu gösterdi. Üretim, siparişler, istihdam, stoklar, tedarikçi performansı gibi verilerin bileşiminden oluşan indeks aralık ayında 2007’den bu yana en hızlı artışı göstermiş (Market Watch 06/01/10). Sanayi üretiminde III. ve IV. üç aylık dönemlerde güçlü bir artış söz konusu (Wall Street Journal, 07/01/10). Financial Times da Avrupa Komisyonu’nun hazırladığı Avro bölgesi Güven İndeksi’nin 18 ayın en yüksek düzeyine çıktığını aktarıyor (07/01/10). Ancak, aralık ayında 91.3 düzeyine ulaşan indeks hâlâ uzun dönemli ortalamanın (100) altında seyrediyor. Diğer taraftan, hem perakende satışlarında, kasımda bir önceki aya göre yaşanan sert düşüş (gerçi Noel nedeniyle aralıkta yeniden artması bekleniyor), hem de aralık ayında yüzde 10’a ulaşan işsizlik oranı, ekonomik toparlanmaya gölge düşürüyor. Perakende satışlarda, özellikle Almanya’da yaşanan yüzde 1.1’lik düşüş, bu ülke bölgenin ekonomik lokomotifi olduğundan oldukça kaygı verici. Kaygı verici bir diğer gelişme de indekste gıda maddelerinin dışında kalan sektörlerde görülen sert düşüşler. Gözlemciler, otomobil satışlarına verilen finansal desteğin diğer sektörlerdeki satışları olumsuz etkilediğini söylüyorlar. (Wall Street Journal 08/01/10). Diğer taraftan, PMI, işsizlik oranları, kamu borçları gibi veriler Avro bölgesinde zayıf ve güçlü ekonomiler arasındaki farkların açılmaya devam ettiğini gösteriyor. PMI’leri, İspanya, İtalya ve Yunanistan’ın, Fransa ve Almanya’nın gerisinde kaldığını gösteriyor (WSJ, 07/01/10). Kamu borçları ve işsizlik verilerindeyse İspanya (19.1), Yunanistan (9.7), İtalya (8), Almanya’nın (7.6) önünde gidiyorlar. Birliği tehdit eden etkenler... Avrupa Birliği’nde tek bir ekonomik modelin (para, faiz politikası, İstikrar Paktı), ekonomik güçleri (üretkenlik, sanayileşme, uluslararası rekabet) birbirinden çok farklı ülkelere uygulanıyor olması, uzun dönemde birlik sürecini tehdit eden en güçlü etken. Avrupa Birliği içinde, güçlü ve zayıf, diğer bir deyişle “merkez” ve “çevre” ekonomileri arasında oluşan eklemlenmenin yarattığı yapılanma da bu farklılıkların uzun dönemde, aşılmasına hatta sürdürülmesine olanak verecek özellikte değil. Kimi yorumcular, finansal risklerin, devlet iflaslarının, işsizlikle ilgili siyasi dinamiklerin ülkeleri kendi içlerine dönmeye, finansal piyasaları yerelleşmeye iterek bir “Balkanlaşmaya” yol açmasından endişe ediyorlar (James Saft, Reuters, 07/01/10). Yunanistan (üye), İzlanda (üye adayı) gibi ülkelerin mali krizleri derinleşirken, Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB), aralık ayı içinde, hukuki danışmanlarına üye ülkelerin hangi koşullarda üyelikten çıkabileceklerine, ya da çıkarılabileceklerine ilişkin bir rapor hazırlatmış olması da (Wall Street Journal 30/12/09) düşündürücü. Ya Avro olmasaydı? Ortak para birliğine geçildiğinden bu yana her fırsatta vurguladığımız gibi, bir hegemonya projesi olarak Avrupa Birliği’nin geleceği üzerine sağlıklı bir karar verebilmek için öncelikle birlik sürecinin ilk büyük resesyonda vereceği sınava bakmak gerekiyordu. Şimdi, tam da bu noktadayız. Financial Times’ın baş ekonomik yorumcusu Martin Wolf’un geçen haftaki yazısı da bu konuya değiniyordu. Wolf, eğer Avro olmasaydı Yunanistan, İrlanda, İtalya, Portekiz, İspanya paraları D-Mark karşısında sert devalüasyonlar yaşamak zorunda kalacaklardı, Avro bunu engelledi diyor. Ama finansal kriz öncesi dönemde, Avrupa Merkez Bankası’nın izlediği düşük faiz politikası çevre ülkelerinin ekonomilerini de belli bir yönde şekillendirmiş. 2006 yılının başında, Avro bölgesine bakınca genelde bir denge görmekle birlikte, bir tarafta Almanya ve Hollanda gibi ülkelerin cari hesap fazlalarına karşılık öbür tarafta, İspanya gibi ülkelerde enflasyonist bir ortam (canlı bir talep) ve büyük açıklar görüyoruz. Bu görüntü de bize Avro bölgesinde, “merkez” ve “çevre” arasındaki ilişkinin temel niteliğini açıklıyor. İspanya, Yunanistan gibi çevre ülkelerinin hem işletmeler hem de hane halkı kazandıklarından fazla harcıyorlar ve borçlanıyorlar. Merkez ülkeleri biriktiriyor ve borç veriyor. Bu denkleme bir başka açıdan bakarsak (ki Wolf da bu durumun farkında) rekabet gücü düşük ülkeler bunu devalüasyonla bir ölçüde gideremedikleri için, rekabet gücü yüksek ülkelerin, üretim (kapasite) fazlasını emen bölgelere, merkezin kriz eğilimlerini “mekâna kaçarak çözme” (“spatial fix”-Harvey) eğiliminin hedef alanlarına dönüşüyorlar. Böylece Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkeler hem kapasite fazlasının yarattığı sorunları hafifletiyor, hem de çevre ülkelerin ithalatlarını (büyümelerini) finanse edecek kredilerle, finansal fazlayı değerlendirebiliyorlar. Ama bu arada da, Avro’nun üretkenliği düşük, uluslararası piyasalarda rekabet gücü zayıf ekonomilerin büyüme dinamiklerinin de Avro’nun üretkenliği, uluslararası rekabet gücü yüksek ekonomilerin sermaye hareketlerine bağımlı hale geldiğini, sürdürülemez bir dengenin şekillendiğini görüyoruz. Kredi krizi patlak verip de, kredi piyasaları kilitlenince, bu finansal olarak dışa bağımlı ülkelerde büyüme oranlarını tepetaklak edecek mali krizler şekillenmeye başladı. Böylece Avro sayesinde döviz krizini atlatanlar şiddetli bir borç krizine ve resesyona düştüler. Bu çevre ülkelerinin, ulusal ekonomilerini tamir edebilmek, hızla artmaya başlayan işsizliğin sosyal etkilerini giderebilmek için, genişlemeci para, maliye politikaları uygulamaları, borç ödemelerini ertelemeleri, kaynakları ülke içinde toplumsal dengeleri korumakta kullanmaları gerekiyor. Ancak, bir taraftan Avrupa Merkez Bankası, diğer taraftan İstikrar Paktı bu ülkelerin ellerini kollarını bağlıyor. Dahası, AMB ve IMF, bu ülkelere, İrlanda ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi, mali disipline, borç ödemeye öncelik verecek neo-liberal politikaları dayatıyor, ağır ekonomik ve toplumsal maliyetleri üstlenmeye zorluyorlar. Hegemonyacı (hiyerarşik) bağımlılık ilişkisi burada çok açık bir biçimde kendini gösteriyor: Almanya ve Fransa hükümetleri genişlemeci para ve maliye politikalarını uygulamaya devam ediyorlar. Dün mali genişleme yoluyla krizin etkilerini azaltarak ekonomik toparlanmayı besleyen merkez ülkeleri, yarın, bu genişlemenin enflasyonist etkilerini sterilize etmek için AMB’yi faizleri yükseltmeye zorlayınca çevre ülkelerin ekonomilerinin üzerindeki yük bir kez daha ağırlaşacak. Bugün ekonomik toparlanmayı destekleyen etkenler, yarın, Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde İstikrar Paktı’nın (Avro’nun) toplumsal maliyetini dayanılmaz kılabilecek. İzlanda’da olduğu gibi, bu ülkelerin halkları da birlik için, “istemem kalsın” diyebilecek. Toparlanma Belirtileri, Dağılma Riskleri Maaşın çoğu devletin cebine giriyor Ekonomi Servisi - İstanbul Serbest Muhasebeci Ma- li Müşavirler Odasõ’nõn “Devlete Çalışıyoruz” ra- poruna göre, “1500 lira maaş alan bir çalışan, her 100 liranın 53 lira 33 kuruşunu vergi olarak ödü- yor.” Rapora göre, bu rakam 2007’de 50 lira 95 ku- ruş iken bu yõl 3 lira 33 kuruş yükseldi. Aynõ dönem içinde asgari ücretle ücretlendirilen çalõşanõn cebine yansõyan fatura da her 100 lira için 26 lira 11 kuruş yerine 32 lira 38 kuruş oldu. Raporda şu ifadelere yer verildi:  Asgari ücret alan bir kişinin 100 liralõk mutfak harcamasõ için ödediği dolaylõ vergi miktarõ tek ka- lemde 25 lira 31 kuruş oldu.  Günde 2 paket sigara içen bir çalõşanõn sadece si- gara için ödediği dolaylõ verginin tutarõ 65.93 liradan 114.38 liraya yükseldi.  250 bin liralõk değere sahip evi için çalõşanõn ce- binden çõkan aylõk emlak vergisi 41.66 TL’ye ulaştõ. Dünya ekonomisinde ağõrlõk, gelişen ülkelere kayõyor. Çin 10 yõlda payõnõ 4’e katlayacak ABD, liderliği Çin’e kaptõrõyor Türkiye’nin ekonomik gelişmesini bütünüyle serbest piyasanın sevecen (!) kollarına bırakmasının en olumsuz sonucu bölgesel kalkınma kavramının tamamıyla unutulmasıdır. “İller ve bölgeler arasındaki gelir uçurumunun” neden olduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal yıkımlar her sabah yeniden ve daha da ağırlaşarak toplumu sarsıyor. Bu noktaya nasıl gelindiği hiç kuşkusuz çok kapsamlı bilimsel araştırmaları gerektiriyor. Konu ile ilgili önemli bir araştırma geçen ay yayımlandı. Aşağıda o araştırmanın kısa bir özetini bulacaksınız. Ekonomi biliminin önde gelen dergilerinden biri “Cambridge Journal of Economics”tir. (CJE) ve Oxford Üniversitesi yayın ağı kapsamında İngiltere’de yayımlanıyor. Derginin bir özelliği var; gelecek aylarda yayımlayacağı yazıları “önceden erişim” yoluyla web sayfasında (www.cje.oxfordjournals.org) okuyucusuna sunuyor. Böyle bir yazı 11 Aralık tarihinde yayımlandı; Bilkent Üniversitesi öğretim üyeleri Zeynep Önder ve Süheyla Özyıldırım’ın: “Bankalar, Bölgesel Gelişme Farklılıkları ve Büyüme: Türkiye’den Kanıt” başlığını taşıyor. Araştırma, 1991-2000 yıllarını kapsıyor ve ülkemizde kamu ya da devlet bankalarıyla özel bankaların dağıttıkları kredilerin, gelişmişliklerine göre sınıflandırılan “illerde kişi başına gelirin büyüme oranına” katkısını ele alıyor. Araştırma, yoğun özelleştirme çabalarına karşın Türkiye’nin bankacılık sisteminin yaklaşık üçte birinin devlet bankası olduğunu ve geleneksel olarak serbest piyasa koşullarında finansman desteği bulamayan sektörlere borç verdiğini belirtiyor. Ek olarak devlet bankalarının, gelişmiş illerde yoğunlaşmış olan özel bankalardan farklı olarak ülkenin her tarafında şubelerinin bulunduğunu vurguluyor. Bu bağlamda incelenen dönemde kredi dağılımlarını da veriyor, özel banka kredilerinin ortalama yüzde 83’ü, devlet bankalarının kredilerinin de yüzde 58’i “en gelişmiş altı ile” gidiyor. Buna karşılık 2000’de nüfusun yüzde 68.4’ünün bulunduğu kalan 74 ile de (o yıllarda il sayısı 80’di) özel bankaların kredilerinin yüzde 17’si, devlet bankaları kredilerinin de yüzde 42’si kalıyor. Bir başka saptama Türkiye’de bölgeler arasında önemli gelir eşitsizliğinin bulunduğudur. Türkiye 2003 verileriyle 30 OECD ülkesi arasında da 0.27 Gini eşitsizlik katsayısıyla “bölgeler arası gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu” ülkedir; aynı yıl, “OECD ortalaması” olarak eşitsizlik katsayısı 0.15’tir. Özetle ülkemizde bölgeler arası gelir uçurumu OECD ülkeleri ortalamasının neredeyse iki katıdır. Örneğin 2000’de en zengin il olan Kocaeli’nin “kişi başına geliri” en yoksul il olan Hakkâri’nin kişi başına gelirinden 14 kat fazladır. Bu durumda, bankaların, özellikle de devlet bankalarının sağlayacakları finansman ve bunun etkin kullanımı, bölgesel yatırımları canlandırabilir ve gelir farklılıklarının azalmasına katkı yapar. En ileri teknikleri kullanarak yapılan bu uygulamalı araştırmanın bulgularına göre: “Her ne kadar banka kredileri gelişmiş illerin gelir düzeyini yükseltiyorsa da yalnız özel banka kredileri en yoksul illerin ekonomik büyümelerine olumlu ve anlamlı bir etki yapıyor… Buna karşılık araştırmanın sonuçları, devlet bankalarının kredilerinin iller arasındaki gelir farklılıklarını azaltmadığını gösteriyor”. Özetle araştırma devlet bankalarının Türkiye’nin bölgesel gelişmesinde “paradoksal bir role” sahip olduğunu saptıyor: Devlet bankaları “gelişmiş bölgelerin büyümesine önemli katkılar yapıyor” buna karşılık verdikleri krediler azgelişmiş illerin gelirini arttırıcı bir etki yapmıyor. Araştırmacılar Önder ve Özyıldırım, “devlet bankalarının kredi verme tekniklerini özellikle azgelişmiş bölgelerde güçlendirerek, ekonominin bütününün gelişmesine katkı yapacak biçimde yeniden düzenlemeleri gerektiğinin” altını özenle çiziyor. Araştırma bir önceki on yılın durumunu ele alıyor. Daha yakın yıllarda zengin ve yoksul bölgeler arasında gelir farklılıklarının azaldığı öne sürülemezse de bu konu ayrıca araştırılmalıdır. Ancak Türkiye, ister yeni bir genel seçime giderken ister daha derin olan Kürt sorununa çözüm düzleminde olsun devlet bankalarının kredi uygulamalarını yeniden düzenlemeye yönelmelidir. Siyasetin iç kavga ve çatışmalarıyla iyice kararttığı ve kısırlaştırdığı konularla kamuoyunun başı dönüyor. Diğer önemli konular gibi bölgeler arası gelişme farklılıklarının azaltılması ve devlet bankalarının bu amaçla çalışması gibi konular hiç konuşulmuyor. Ekonomi büyüyor; ancak Türkiye bütünleşerek gelişmiyor! Neler yapılması gerektiğini, iki bilim insanı uluslararası bilim dünyasında saygın bir yer edinen araştırmaları ve getirdikleri çözüm önerileriyle gösteriyor. Ekonomi Servisi - Dünya ekonomisinde ağõrlõk yeni gelişen ülkelere kayarken dünya lideri ABD’nin, krizle birlikte dünya GSYH’sinden aldõğõ pay, gerileme trendine girdi. Çin ise bu alanda en büyük sõçramayõ yaptõ. Çin’in yükselen trendini 2009 ve 2010’da da sürdürmesi bekleniyor. Çin ayrõca, 2009’da yaptõğõ 1.2 trilyon dolarlõk ihracatla Almanya’nõn ihracattaki dünya liderliğini de elinden aldõ. AA’nõn Uluslararasõ Para Fonu (IMF) verilerinden yaptõğõ hesaplamalara göre, 1985’te dünya ekonomisinden yüzde 22.95 pay alan ABD’nin, 2009’da yüzde 20.02, bu yõl ise yüzde 19.59 pay almasõ bekleniyor. Avrupa ülkeleri ve Japonya’nõn ekonomisi ise hõzla kan kaybediyor. Dünya politikalarõna yön veren ülkelerden biri olan Almanya’nõn dünya GSYH’dan aldõğõ pay 2000’de yüzde 5.16 iken, 2005’te yüzde 4.47’ye geriledi. Almanya’nõn payõnõn 2009’da yüzde 4.08, 2010’da ise yüzde 3.95’e düşmesi bekleniyor. İngiltere’ye bakõldõğõnda, bu ülkenin 1985’te yüzde 3.79 olan payõ 2000’de yüzde 3.61’e, 2005’te yüzde 3.43’e gerilediği görülüyor. İngiltere’nin dünya ekonomisindeki payõnõn 2009’da yüzde 3.10’a, 2010’da ise yüzde 3.03’e gerileyeceği öngörülüyor. Türkiye’nin payı düşük Fransa da ekonomide kan kaybeden ülkeler arasõnda yer alõrken Fransa’nõn 2000’de yüzde 3.66 olan payõnõn 2009’da yüzde 2.98’e inmesi bekleniyor. Dünya ekonomisinde 1985’te yüzde 3.87 pay sahibi olan İtalya’nõn payõnõn 2009’da yüzde 2.55’e, 2010’da ise yüzde 2.46’ya gerileyeceği öngörülüyor. Japonya’nõn da dünya ticaret pastasõndan aldõğõ dilim küçüldü. Japonya’nõn 2000’de yüzde 7.66 olan payõnõn 2009’da yüzde 6.20’ye, 2010’da ise yüzde 6.04’e gerileyeceği öngörülüyor. Türkiye, dünya ekonomisindeki ağõrlõğõnõ çok büyük sõçrayõşlarla olmasa da yükseltmeye devam ediyor. 2000’de dünya ekonomisinde yüzde 1.22 pay alan Türkiye’nin payõnõn 2009’da yüzde 1.34, 2010’da da yüzde 1.35 olmasõ bekleniyor. 1985’te dünya ekonomisinden yüzde 2.47 pay alan Hindistan, payõnõ 1990’da yüzde 2.81’e, 1995’de yüzde 3.22’ye, 2000’de yüzde 3.63’e, 2005’de yüzde 4.19’a yükseltti. 2009’da söz konusu payõn yüzde 4.94’e ulaşmasõ öngörülürken, bu yõl da yüzde 5.09’a ulaşacağõ tahmin ediliyor. Rusya’nõn payõ 1995’de yüzde 2.95 iken, 2000’de yüzde 2.67, 2005’de yüzde 3.02 oldu. Rusya’nõn 2009’da yüzde 3.32 olan payõnõn, bu yõl yüzde 3.35 olmasõ bekleniyor. Tayvan’õn 1985 yüzde 0.58 olan payõnõn 2009 ve 2010’da yüzde 1.06 olacağõ, 1985’de yüzde 0.94 pay alan Endonezya’nõn, dünya GSYH’sinden alacağõ payõn 2009’da yüzde 1.33, 2010’da ise yüzde 1.36 olacağõ tahmin ediliyor. Süper güç ABD’nin, ekonomik krizle birlikte dünya GSYH’sinden aldõğõ pay, gerileme trendine girdi. Yeni lider Çin oluyor. Çin, Almanya’nõn ihracattaki dünya liderliğini de elinden aldõ. Çin yaptõğõ 1.2 trilyon dolarlõk ihracatla bir numara oldu. TÜPRAŞ’ı, PETKİM’i satmak yanlıştı, ders almalıyız ANKARA (AA) - TPAO’nun uluslararasõ yatõrõm şirketi Turkish Petroleum International Co. Ltd. (TPIC) Başkanõ Galip Özbek, yanlõş özelleştirmelerle TÜPRAŞ, PETKİM gibi TPAO’ya ait şirketlerin teker teker kopartõldõğõnõ belirtirken “Batılı şirketler böyle stratejik şirketlerine gözbebeği gibi bakıyorlar. Bizim de BP, Shell, Exxon Mobil gibi güçlü bir şirket yaratmamız için dikey entegrasyonu tamamlamış bir TPAO oluşturmamız gerekiyor” dedi. Özbek, Petrol Kurumu’nun kurulmasõyla TPAO’ya bağlõ PETKİM, TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, İpragaz vs. şirketlerin kurumdan kopartõldõğõnõ ve TPAO’da sadece arama-üretim bölümünün bõrakõldõğõnõ, bağlõ ortaklõklarõnõn ise teker teker özelleştirildiğini, BOTAŞ’õn da ayrõ bir şirket haline getirildiğini anlattõ. Özelleştirmeye petrol gibi stratejik bir alandan başlamanõn yanlõş olduğuna dikkat çeken Özbek, “Türkiye dünyadaki petrol kaynaklarının yaklaşık yüzde 72’sinin bulunduğu ülkelere komşu, Batı’da ise büyük tüketici ülkeler bulunuyor. Böyle bir coğrafyada yer alan Türkiye’nin çok güçlü bir petrol şirketi olması gerekiyor. Bizse ne yaptık, TPAO’yu ayırdık. Dünya ise ne yaptı? Birleşmeye ve daha güçlü olmaya gitti. Bu şirketleri tekrar bir araya getiremeyiz, ama bir ders almalıyız” diye konuştu. DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA [email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com Güçlü bir TPAO yoksa başarı da yok TPIC Başkanõ Özbek’e göre özelleştirmeye petrol gibi stratejik bir alandan başlanmasõ yanlõş oldu. TÜPRAŞ, PETKİM TPAO’dan kopartõlarak satõldõ. Batõlõlar bu şirketlere gözbebeği gibi bakõyorlar. TPIC olarak 2003’ten beri Irak’a yoğunlaşmış durumda olduklarını ve birçok petrol şirketinden önce Irak’a gittiklerini kaydeden Özbek, fakat finansal bakımdan küçük TPAO’nun ihalelerde başarılı olamadığını söyledi. Irak’ta üretim sahaları için ihaleye girecek şirketlerle ilgili eleme yapıldığını ve ilk elemede TPAO’nun liste dışı kaldığını hatırlatan Özbek, TPAO’nun geçememesinin nedenlerinden birinin de bu parçalanmış durum olduğunu kaydetti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle