04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 NİSAN 2008 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Milli İrade ve Başbakan Ünlü hukukçu Leon Duguit ne diyor: “Millet, diriler kadar ölüleri de kapsayan geçmiş ve gelecek kuşakları da içine alan teorik ve soyut bir kavramdır… İrade ise, sadece gerçek kişilere ait bir olgudur. Soyut kavramaların iradesi olmaz. Öyle ise milli irade ya da hâkimiyet diye bir şey olamaz ve tamamen efsaneden ibarettir. Bir edebiyat sözcüğüdür”. Hoş Geldin Tanzimat OSMANLI’NIN Ondokuzuncu Yüzyılı, neredeyse baştan başa, içle dışın, iç durumla dış politikanın, dış tehditle iç gelişmenin birbirine karıştığı bir tarih kesitidir. Aslında Tanzimat Fermanı’yla başlamaz ve o dönemin sona ermesiyle bitmez ama 1839 tarihli Ferman bütün yüzyılın genel niteliğine adını vermiştir. Nedir o nitelik? Aslında, can çekişen koca bir imparatorluk vardır. İçteki düzen çökmüş, Rumeli ve Anadolu “âyan”ı ayaklanmış, padişah yönetimi yeni bir derebeyliğin tehdidi altına girmiştir. Mısır Valisi Arnavut kökenli Mehmet Ali Paşa kolay kabul edilmez isteklerle ortaya çıkmıştır. Öte yandan, “Hasta Adam”ın terekesini paylaşmak isteyen Batılı sömürgeciler ve Rus Çarlığı, “gayrimüslim azınlıkların haklarına sahip çıkmak” gibi etkili bir bahane bulmuşlardır. Zayıflamış Osmanlı ayakta kalmak için hem bu istekleri genel olarak karşılamak, hem de durumlara göre şu ya da bu büyük devletin korumasına sığınmak çabasındadır. Çabalar, ekonomik teslimiyetçilikten reformcu girişimlere kadar çeşitli yöntemlerle yürütülür. Baltalimanı Antlaşması gümrük kapılarını önce İngilizlere ve ardından Batı Avrupa devletlerine açmanın başlangıcıdır; bir yıl sonra Mustafa Reşit Paşa’nın okuduğu Gülhane Hattı Hümayun’u azınlıkların işine de yarayacak olan bir hukuk reformunun… Mısır Valisi’nin oğlu İbrahim Paşa’nın Nizip’ten sonra payitahta yürümesini önleyen de İngiltere olacaktır. Birinci Meşrutiyet bile aynı zincirin halkalarından biri sayılır. Ahmet Midhat Paşa Kasımpaşa’daki Tersane Konferansı’nda başının etini yiyen o zamanki Batılı “insan hakları”cılarını susturmak için ilan edilmiş ilk anayasa şerefine atılan topların sesini dinletir onlara. ddianame üzerine önce efelenen, durumun “vahamet”ini anlayınca da telaşa kapılan Sayın Başbakan’ın “Avrupai reform paketi”ni anımsaması ilginç değil mi? Peki, ünlü dergi The Economist ile Londra’daki sermaye çevrelerinin gazetesi The Financial Times yazarlarının birden bire “İslamist demokrasi” havarisi kesilip hukuka karşı salvo atışlarına başlamaları daha mı az ilginç? Genişlemeci Olli Rehn apar topar Ankara’ya koştuğuna göre, Türkiye Başbakanı’nın da İsveç’te konuşurken tam üyelik kartını oynaması akıllıca bir “diplomasi” sayılmaz mı? nlar Batı uygarlığının şanlı bayrağını taşıyan 26 üyeli büyük Avrupa Birliği’nin temsilcileri ise bizler de deneyimsiz devletlerin birkaç yılda haritadan silindiği Ondokuzuncu Yüzyıl boyunca hastalığını ustaca manevralarla sürdürüp Yirminci Yüzyıl’a kadar yaşamayı başarmış koca Osmanlı’nın becerikli torunları değil miyiz? Tarihten yanlış dersler çıkarıyor olsak da. Alev COŞKUN argıtay Başsavcısı’nın laiklik karşıtı odak oluşturması nedeniyle AKP’ye karşı açtığı davadan sonra Anayasa Mahkemesi’nde açılan davadan sonra Başbakan Erdoğan hemen her yaptığı konuşmada “milli irade”den söz etmeye başladı. Açılan dava ile milli iradeye karşı gelindiğini söylüyor. Bu yanlışlığın tarihsel ve anayasal altyapısını ve geçmişini özetleyerek anlatmamız gerekiyor. Hâkimiyet (egemenlik) kavramı, ortaçağlarda kendisinden başka ve üstün bir kuvvet tanımayan mutlak bir güç anlamında kullanılmıştır. Tanrısal bir kökeni olduğuna inanılan bu güce monarklar, krallar sahiptiler. Hâkimiyetin Tanrı’da olduğu ve yeryüzünde Tanrı adına hükümdar tarafından kullanıldığı kabul ediliyordu. (*) Kralların ve monarşilerin teorik temellerini oluşturan bu mutlak hâkimiyet anlayışına göre yasama, yürütme ve yargı erkleri de hükümdarda toplanıyordu. Y İ cisi olarak millet adına kullanmaya başladı. Bu anlayışa göre seçimle gelmiş parlamentolar milli egemenliği, milli iradeyi temsil ediyordu ve çıkardıkları kanunlara uymak yeterliydi. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Avrupa’nın en ileri toplumları Almanya ve İtalya’da yaşananlar, “milli irade” anlayışında sarsıcı ve derin etkiler yaratmıştır. Demokratik seçimlerle meclis çoğunluğunu ele geçiren siyasal parti ve liderlerin, Almanya’da Hitler’in Nazi, İtalya’da Mussolini’nin faşist diktatörlüklerini kurmaları karşısında, milli egemenlik ve milli irade kavramları altüst oldu, demokrasinin, hak ve özgürlüklerin korunmasında meclislere güveni sarsıldı. Sözü edilen her iki yönetim demokratik yollardan iktidara gelmiş, yasama organında sayısal çoğunluğu ele geçirerek demokrasiyi tahrip etmişti. Hukuk devleti Bu nedenle II. Dünya Savaşı’ndan sonra çağdaş demokrasilerde “egemenlik” ve “milli irade” kavramları çok önemli yapısal değişikliklere uğradı. Egemenlik ve milli irade nasıl 1789 ihtilali ve tanrısal olma niteliğini kaybetti ise bu kez de ‘sınırsız ve mutlak olma’ niteliğini kaybetti. Meclisten çıkan her kararın ve yasanın ‘meşruiyet ve yasallık’ kazanması yerine, “hukukun üstünlüğü” ilkesi önem kazandı. Hukuk devleti kavramı ve çerçevesinde egemenliğin kaynağı, dayanağı ve sınırı artık anayasa ve hukuk devleti oldu. Milli irade, milli egemenlik, günümüzde kazandığı yeni içerik ve kapsamla hukuka bağlı bir yetkiye dönüştü. Egemen O Aydınlanma felsefesi İktidarın kaynağını ilahi güçten alan bu düşünce, aydınlanma felsefesinin gelişmesiyle yıkıldı ve akıl temeline oturtuldu. Rönesans ve reform hareketleri, artık yalnızca inanan, itaat eden, biat eden değil, fakat düşünen ve olup biteni akıl terazisinde yargılayan insanı yarattı. Böylece, Tanrı’dan aldığı hâkimiyeti kullanan kral yerine, üstün güç olarak halk egemenliği kavramı gelişti. Bu aslında 1789 Fransız İhtilali’nin en önemli sonucudur. Seçimle işbaşına gelen meclisler, hâkimiyeti milletin temsil [email protected] ? Arkası 8. Sayfada C MY B C MY B lik ve milli irade hukuk alanı içinde ve anayasanın koyduğu kurallar ve kuvvetler ayrılığı temelinde kullanılabilen bir yetki oldu. Bu yeni anayasal görüş Avrupa’daki bütün çağdaş demokrasilerde ana kural olarak benimsendi. Meclisten çıkan yasaların hukuka bağlılığını denetlemek üzere çağdaş demokrasilerde anayasa mahkemeleri kuruldu. Böylece hukukun üstünlüğü ilkesi çağdaş demokrasinin vazgeçilmez en önemli niteliği oldu. İşte bu tarihsel gelişim nedeniyle, sandıktan çıkan çoğunlukla bütün bir milletin temsil edildiği, buna karşı gelinmesi durumunda da ‘milli irade’ye karşı gelindiğinin ileriye sürülmesi kabul edilemez bir görüş haline geldi. Millet Meclisi’nde çoğunluğun her şeye egemen olacağı görüşü bir yandan meclisteki muhalefetin varlığını hiçe sayma, öte yandan da başka devlet organlarının, özellikle mahkemelerin egemenliği kullanırken açıkladıkları iradenin, millet iradesi olarak kabul edilmeyeceği sonucunu doğurur. (E. Teziç Anayasa Hukuku, s. 96 ) Böylesi bir durum mecliste sayısal çoğunluğu ele geçirmiş bir siyasal iktidarın her türlü denetimden kurtulmasına bir gerekçe hazırlar. Siyaset bilimci ve anayasa hukukçusu Tarık Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi ‘milli irade’ teorisi 1789 İhtilali’nin ürünüdür. Amacı da, ‘egemenlik’ tacını kralın başından alıp milletin başına koymaktır. (Tunaya, Siyasi Kurumlar ve Anayasa Hukuku, s. 153 ) Başbakan’ın dilinden düşürmediği ‘milli irade’ kuramı, bugün hukuksal yönden tartışmalı bir konudur. Milli iradenin, tüzel bir kişi olan millete ait sübjektif bir hak ya da irade oluşu düşüncesi zaten AngloAmerikan hukukunda kabul edilmiyor. Bu fikrin doğuş yeri olan Fransa’da da, I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yaşanan deneyimler nedeniyle tepkiyle karşılanıyor. Bakınız ünlü Fransız kamu hukukçusu Leon Duguit ne diyor: “Millet, diriler kadar ölüleri de kapsayan geçmiş ve gelecek kuşakları da içine alan teorik ve soyut bir kavramdır… İrade ise, sadece gerçek kişilere ait bir olgudur. Soyut kavramların iradesi olmaz. Öyle ise milli irade ya da hâkimiyet diye bir şey olamaz ve tamamen efsaneden ibarettir. Bir edebiyat sözcüğüdür”. (Leon Duguit’ten aktaran T. Z. Tunaya, s. 154155) Erdoğan ve yandaşları bu bilimsel verileri kabul etmekte zorlanacaklar. Bu nedenle, bu kesimin itibar ettiği bir başka anayasa hukukçusundan aktarma yapalım: Prof. Dr. Ali Fuat Başgil diyor ki: “… Millet iradesi denilen şey, realitede, bütün milletin iradesi değildir. … Bu tarzda imal ve müdafaa edilen milli hâkimiyet doktrini faydasızdır, hatta ferdi hürriyetler için zararlıdır. Hükümet adamlarının arkasında millet manevi şahsı diye bir irade ve kuvvet kaynağı farz etmede (gerçek diye bakmakta) hukuki bir netice ve fayda yoktur. Bu tasavvur (tasarım) sadece, arkasını millete dayayarak en açık haksızlıkları bile, mefruz (varsayılmış) bir millet iradesi ile meşrulaştırma yolunu tutan hükümetlerin işine yaramaktadır.” ( A. F. Başgil, Esas Teşkilat Hukuku, s. 211) Öyle ise genel seçimlerde beliren sonuç ‘milli irade değil’ fakat seçimlerde oy kullanmış seçmenlerin siyasal tercihidir. (Ali Nail Kubalı, Anayasa Hukuku Dersleri, s. 259270 ) Bu yazdıklarımız günümüzde milli irade kavramının Erdoğan’ın anladığı gibi olamadığını açıkça gösteriyor. Parlamentoda sayısal üstünlüğü elde ederek her türlü kararı almak ve her türlü yasayı yapmak ve bu sayısal üstünlüğe dayanarak “meşruiyet” ileriye sürmek çağdaş demokrasilerde terk edilmiştir. Parlamentoların yaptığı yasaların üstünlüğü yerine artık “anayasaların üstünlüğüne” dayalı “hukuk devleti” ve hukukun üstünlüğü anlayışı geçerlidir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle