03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 NİSAN 2008 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Kabile Devleti mi? Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri ile anayasal demokrasiyi içselleştirememiş düşüncenin iktidarda bulunduğu dönemlerde keyfi davranışların egemen olması kaçınılmazdır. PENCERE kanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer’in, yasaları bir kez daha görüşülmesi için TBMM’ye geri göndermesi ve/veya Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın gerçekleştirilmiştir. Bu düzenlemelerin çoğu, bir yasada bulunması gereken genel, soyut, nesnel olma ve kamu yararı amacına uygun bulunma gibi evrensel öğelerden yoksundur; tam tersine öznel, somut ve kişi yararı amacıyla, tek kişinin durumunu düzeltmek için çıkarılmış yasalardır. Anayasa değişikliğine gerek olmadığı zaman, aynı yaklaşımla yapılan yasal düzenlemeler ya da yönetmelik düzenlemeleri, vahametin boyutunu göstermesi yönünden ibret verici örneklerdir. Şimdi de bir siyasal partiye ilişkin kapatma davasını etkisiz kılmak için yapılacak anayasa değişikliğinden söz edilmektedir. Anayasa’nın 138. maddesinin bu konuda yasa görüşmesi yapılmasına olur vermeyeceği açıktır. Çünkü, maddedeki yasağın amacı, yargıya müdahaleyi önlemektir. Daha... Salıverildikten sonra yayımlanan ilk yazımda, uzak bir iklimden bir alıntı yapmıştım... Neydi o?.. Hastene yatağında anımsayabildiğim kadarıyla yazıyorum: “Huanito o gün öğleden sonra yaşayacağı olayı yıllarca sonra idam mangasının karşısında kurşuna dizilirken anımsayacaktı...” ? Yaşanan olayları iç içe geçirerek yorumlamak hayatın hem eğlencesidir, hem anlamını verir, her şeyin gelgeç olduğunu vurgular... Peki, kalıcı olan nedir?.. İşte önemli olan o... Hayatın özü o... Emniyet, gazete, hastane, vb. arasında hızlı bir trafiği yaşarken her şeye karşın hayatı daha yoğun olarak duyumsadığımı anladım; çünkü bugün Türkiye’de kuşaklar boyu sürecek bir ortak yazgının hesaplaşmasını hep birlikte yaşıyoruz, bakalım bu sınavı onurla verebilecek miyiz?.. Bu bizim ortak hayatımız... Gelgitlerin içinde yaşandığı için görüntüler aldatıcı da olabilir, esasını algılamaya yönelik bir mantığı üretebilecek kadar tarihsel bilince sahip olmalıyız... Çünkü o tarihe sahibiz... ? Daha sonra yaşayacağımız olayları yaşamadan ya da yaşadıktan daha sonra tüm gerçekliğiyle algılayabilmek talihine sahip olabilmek bir bilinç işidir... İnsan neyi, nasıl yaşayabileceğini nasıl bilebilir ki... Ama her şeyi algılayabilir... Emniyet’te nalları dikmek, hastanede ayvayı yemek ya da her ikisinden sonra nar suyu içmek talihine kavuşmak bizim dışımızdaki yazgımızın bileceği komedyanın çeşitli perdeleri... İşte bunları yaşamak için çaba gösterirken okurlarımdan birkaç gün izin istiyorum... Sanırım bir yılı aşkın bir süreden beri dinlenceye çıkmamıştım... Zamanı geldi... Görüşmek üzere... 50 Yıl mı Geçmiş! “Dini siyasete alet eden ve vatandaşın haysiyet ve şerefini çiğneyen hareketler, nüfuzlu çevreleri, vasıtaları ve müsamahalarıyla en geniş faaliyet içindedir. Din yolu ile vatandaş emniyetine kasteden bu derece zararlı teşebbüsler, belki geçmiş tarihimizin hiçbir devrinde bu kadar uzun müddet takip edilmemiştir. Bütün bu teşebbüslerin hiçbir maddi ve fiili neticesi olmayacağını, yani hiçbir zararlı hadisenin vuku bulmayacağını tahmin etmek mümkün değildir! Biz medeniyet ve Cumhuriyetimizin temelini teşkil eden inkılaplar aleyhindeki kasıtların en nihayet muvaffakatiyetsizliğe uğrayacağından kesin olarak emin bulunuyoruz.” Bu konuşma 21 Mart 1959 günü yapılmıştı. Konuşan, İsmet İnönü’ydü. ??? Bayar’lı, Menderes’li DP iktidarının, bugünkü AKP gibi; hemen hemen aynı amaçla, aynı yoldan, aynı hevesle yürüyüşü karşısında CHP lideri böyle konuşuyordu: “1959 Türkiye’sinde büyük inkılapların tahrip edileceğine, hilafetin geri geleceğine ihtimal vermek mümkün değildir. İnsan haklarını, demokratik rejimin, Cumhuriyet inkılaplarının teminatını, biz kırk yaşına yaklaşan, yeni harflerle yetişmiş nesillerde görüyoruz.” ??? Açtım eski gazeteleri, dergileri, kitapları, biraz karıştırdım. Karşıma CHP lideri İsmet İnönü’nün 21 Mart 1959’daki konuşması çıktı. Al o satırları bugüne getir, bugünkü iktidarın karşısında sergile, dedim içimden... Elil yıl geçmiş, gelip dayanmışız yine hilafet, irtica, gerilik tartışmalarına, Atatürk Cumhuriyeti düşmanlığına! Yüzde 47 seçmen desteğiyle mi, yoksa yoksul halka onu bunu dağıtarak ellerinden koparılan oylara güvenerek mi? 1959’larda boyuna uyarıcı yazı yazdık bizler de!.. Hâlâ da yazmaktayız... Başbakan, “Ben niye geri adım atayım? Ben ileriye, daha ileriye gitmek isterim. Beş yıl sustum, bekledim” demekte direniyor. Elli yıl önce de şimdiki AKP’liler gibi bir şeyleri bekleyenler, direnenler vardı. Ama umduklarının tam tersi yaşandı. Bir daha mı? Akıl, sağduyu büsbütün uçup gitmediyse... Bülent SERİM (YÖK Üyesi, Emekli Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı) A nayasa değişikliğinin yine gündemde olması, bir hukuk devletinde mi, yoksa kabile yaşamı sürdüren bir devlet düzeninde mi yaşadığımız konusunda ciddi kaygıya kapılmamıza neden oluyor. Anayasalar, devletin kuruluşunu, örgüt yapısını, ideolojik rejimini, temel hak ve özgürlükleri düzenleyip güvenceye alan temel hukuk belgeleridir. Bu nitelikleri onlara üstünlük sağlamakta, dokunulmamasını gerektirmekte; hukuk devleti ilkesi de buna özen gösterilmesini zorunlu kılmaktadır. Yüzyıllardır, noktasına dokunulmadan aynı anayasa ile yönetilen çağdaş demokratik ülkelerin sayısı hiç de az değildir. Yüzde kaç oy alırsa alsın, bir siyasal partinin öncelikle anayasal düzene uygun davranmak zorunda olduğunu unutmaması gerekir. Anayasanın başlangıcında, egemenliği ulus adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun “bu anayasada gösterilen özgürlükçü demokrasi ve bunun gerekleriyle belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı”; 6. maddesinde de, “Türk ulusunun egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanacağı” belirtilmiştir. Anayasal ilkeler ve anayasal kurallarla biçimlendirilen devlet rejimi, iktidar gücünün sınırını oluşturmaktadır. ğalmaktadır. Bir siyasal parti başkanının milletvekili seçilebilmesi ve başbakan olabilmesi, ormanlık alanların talanı, RTÜK üyelerinin TBMM’ce seçilebilmesi, Cumhurbaşkanı’nın seçimi ve türban yasağının kaldırılmasında, anayasal sistemin nasıl yara aldığı düşünülmeden hep aynı yöntem izlenmiştir. Şimdi de yine bir siyasal partiye ilişkin kapatma davasından kurtulabilmek için anayasa değişikliğinden medet umulmaktadır. Aralık 2002’de anayasanın 76. maddesi değiştirilerek ideolojik ve anarşik eylemlerden ya da bu eylemlere tahrik ve teşvikten ceza almış olanların milletvekili seçilmesine olanak sağlanmış; 78. maddesinde yapılan değişiklikle de belli seçim bölgesinde seçimin yenilenmesine olanak yaratılarak bir siyasal parti başkanı başbakan yapılmıştır. Yine onyıllardır uygulanagelen çarpık eğitim sisteminde yetişen gençleri kendi arka bahçesi görenler, anayasanın 76. maddesini değiştirerek seçmen yaşını 30’dan 25’e indirmişlerdir. Parti kapatma Değişiklikle, siyasal partilerin kapatılması olanaksız kılınmak istenilmektedir. Böylece, laik, demokratik anayasal düzenin kendini koruma refleksi yok edilmeye çalışılmaktadır. Atatürkçü Cumhuriyet’in, şiddetle değil, söylem ve eylemlere dayalı uygulamalarla da içi boşaltılarak dönüştürülebileceği unutulmamalıdır. Hiçbir çağdaş demokraside siyasal partilerin, kendi çıkarları ve dünya görüşleri doğrultusunda anayasalarıyla bu denli çok oynadıkları görülmemiştir. Kuşkusuz bu saptama, anayasal rejimi ile sorunu olmayan iktidarların bulunduğu demokrasiler için geçerlidir. Ülkemizde de hiçbir dönemde, bir siyasal parti ya da kişi çıkarı için bu kadar keyfi ve yoğun anayasa değişikliği yapılmamıştır. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri ile anayasal demokrasiyi içselleştirememiş düşüncenin iktidarda bulunduğu dönemlerde keyfi davranışların egemen olması kaçınılmazdır. Hukuka inanmış kişilerin hiç aklına gelmeyecek, bir davadan kurtulabilmek için anayasayı değiştirme düşüncesi, iktidar gücünün verdiği keyfilikle gündeme getirilebilmektedir. Ama unutulmamalıdır ki, böyle bir rejimin adı demokrasi olamaz. Yanlı düzenleme Anayasa Mahkemesi’nin “367” kararı nedeniyle istedikleri kişiyi cumhurbaşkanı seçtiremeyeceklerini anlayanlar, anayasal konumu gereği cumhurbaşkanının uzlaşmayla seçilmesi zorunluluğunu göz ardı ederek cumhurbaşkanını halka seçtirebilmek için Haziran 2007’de anayasa değişikliği yapmışlardır. Anayasa Mahkemesi kararını aşabilmek ve üyelerini TBMM’ye seçtirebilmek için, medyayı denetleyen RTÜK, anayasanın 133. maddesi değiştirilerek anayasal kurum durumuna getirilmiştir. Yine yüksek mahkeme kararlarına karşın siyasal İslamın simgesi olan türbanın yükseköğretim kurumlarında serbest bırakılması amacıyla Şubat 2008’de anayasanın 10. ve 42. maddeleri değiştirilmiştir. Üstelik tüm bu değişiklikler, Cumhurbaş Anayasa değişikliği Devlet rejimini oluşturan anayasal ilkelerle çatışarak siyaset yapılması anayasa ile bağdaşmayacağı gibi, her kezinde anayasayı değiştirme çabası da anayasal düzenin yıpranmasına neden olmaktadır. “Yok kanun, yap kanun” yaklaşımı, iktidarı oyçokluğuyla ele geçirmiş, ancak, hukuk devletinden ve demokrasiden nasibini almamış totaliter yönetimlerin yöntemidir. Yapılan her hukuksal yanlışı yasa çıkararak meşrulaştıracağını sanan hukuk yoksunu zihniyet, ne yazık ki giderek ço Afganistan ve Türkiye Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV T ürkiye’ye gelen ABD Başkan Yardımcısı Dick Che ney, tekelci sermayenin küreye egemen olmasında, bunun güvencesi olarak Amerikan silahlı kuvvetlerinin görevlendirilmesinde ve bu yolda akacak ka na ortak bulmada bir üst düzey yöneticisidir. AKP hükümeti saydam olmadığından, bu yabancının Türk askerini Afganistan’daki kanlı olayların içine itme önerisini yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Öte yandan, ülkemizin Atatürk yıllarında ve hemen sonrasında Afganistan’la kıvançla anımsayacağımız, örnek bir dostluk ilişkisi olmuştur. Dünyadaki ve Türkiye’deki kararvericiler kötüye doğru öylesine değiştiler ki, bu ülkeyle Atatürk damgalı dış siyaseti bu bağlamda anımsamakta yarar var. Önce, Ankara’daki TBMM yönetimini 1 Mart 1921’de ilk tanıyan Afganistan’dı. Bu tanıma o denli önemliydi ki, Kızılay’da bu devlete verilen iki katlı yapının balkonuna Mustafa Kemal’in kendi çıkarak bayrağı direğe o çekti. Bunun fotoğrafını basınımızda 1970’li yıllarda yayımlamıştım. Afganistan Cumhurbaşkanı Necibullah, bana 15 Kasım 1991’de yazdığı bir mektupta aynı resmi imzalayarak yolladı. Ankara’nın ilk kez tanınması benim için de öyle önemliydi ki, (her yıl değil ama) kimi 1 Mart’larda bu ülke için basınımıza bir yazı vermeye kendimi alıştırmıştım. Kurtuluş Savaşımızın ve Kemalist Devrim’in emperyalizme karşı olan (özellikle Asya) ülkelerinde öylesine olumlu etkileri oldu ki, Afganistan’ın aydın Emiri Amanullah Han 1928’in ortasında Türkiye’ye geldi. Eşi halkçı düşünür Mahmut Tarzi’nin kızıydı. 25 Mayıs 1928’de imzalanan antlaşma, gerçek dostluk dışında, çıkar beklemeyen örnek bir teknik yardımdı. İlk maddesi aradaki barışın ve dostluğun “sonsuza dek” olacağını belirtiyordu. Bu kapsamda, Türkiye’den Afganistan’a tıptan askerliğe, hayvan bakımından psikolojiye, eczacılıktan resme ve müzikten devletler hukukuna, maaşları tarafımızdan ödenmesi ve en az iki yıl kalmak koşuluyla, çok sayıda uzman yollandı. Ayrıca, Afgan gençlerine burslar verildi; bunlar ülkemiz de daha çok tıp ve askerlik eğitimi gördüler. İçlerinde 18 yıl kalan da oldu. Doktorlarımız Kâbil’de ilk tıp okulunu ve ona bağlı hastaneyi, ilk doğum kliniğini kurdular. Bu okul şimdi Kâbil Üniversitesi’dir. Afganlılar meslek dergilerini uzmanlarımıza açtılar. Bahçesindeki görkemli anıtta bu doktorlardan birkaçının (bu arada büyük dayım Dr. Kâmil’in de) adlarının mermere yazılmış olduğunu gördüm. Ressam olanın hazırladığı renkli resimlerle donanmış ve Dari dilindeki alfabe, uluslararası yarışma sonunda, tüm Afgan okulları için ders kitabı olarak kabul edilmişti. Yıllar sonra, Afgan hükümeti yaşamlarını sürdürenlere (ve bu arada bana da) birer Afgan Hizmet Madalyası verdi. Necibullah yukarıda sözünü ettiğim mektubunda benim doktor dayım gibi ülkesine yardım ettiğimin altını çiziyor, “Güç durumumuzu anlayın ve bize yardımınızı sürdürün!” demek istiyordu. Atatürk Türkiye’sinin yaptığı ve yapması gereken budur. ABD’nin oradaki varlığı ise Hazer Denizi’nin içinde ve çevresindeki petrol ve doğalgazı Afgan ve Pakistan topraklarından yararlanarak kendi ülkesine yönlendirmek ve o bölgede askeri varlık yoluyla kendine rakip olabilecek Çin, Rusya ve Hindistan gibi devletleri çevrelemek, onların stratejik hammadde kanallarını tıkamaktır. Türkiye’nin Afganistan’la bağlantılı olarak böyle bir rol oynaması yanlış ve çıkarlarımıza terstir. Gene doğru yol Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği yoldur. İngilizler yüzyılın bu en büyük siyaset adamını düşürememiş, ama Amanullah’ı kendi adamlarına devirtmişlerdi. 10 Kasım 1938’den hemen sonra İstanbul’a gelip Dolmabahçe’de onun önünden geçen Amanullah Han kendini tanıyan gazetecilerimize “Onun yerine ben ölseydim, bu ülkeye ve dünyaya onun vereceği daha çok şeyler vardı” demişti. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle