04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 MART 2008 SALI 6 İNCELEME En büyük devrim olan Tevhidi Tedrisat Yasası karşıdevrimci güçlerin en önemli hedefiydi SALI ORHAN BURSALI Yasa delindi çatışma başladı ALEV COŞKUN Bilim Savaşını Kazandık Bugün gazetemizde okuduğunuz bilim insanlarımızın evrensel başarı öyküsünün ardında, ciddi bir “bilim savaşı” yatıyor. Bilimcilerimiz, İngilizlerin her türlü üçkâğıtçılığına karşı durdular; Almanlarla giriştikleri “gen avı” savaşını da kazandılar! Önemli bilimsel çalışmaların ardında bazen böyle öyküler var. Ama önce, bu buluşun önemi üzerine birkaç söz: Türk bilimcilerin bu buluşu salt bir “hastalığı” tanımlama olayının çok ötesinde anlamı, derinliği var; 1) Üner Tan’ın ortaya attığı Üner Tan Sendromu’nun, Tayfun Özçelik ve arkadaşları tarafından genetik bulgularla desteklenmiştir; teori ve kanıtı bu topraklarda bulundu! 2) Bulgular, nitelikleri itibarıyla, insanın evrimsel gelişme öyküsünde başlı başına bir mihenk taşı olma güçlü iddiasındadır. 3) Bugüne kadar, insanın dört ayaklılardan ayrılarak iki ayak üzerine kalktığı, salt bir teori olarak varlığını sürdürüyordu ve fosil bulgular, bu konuda kesin bir bilgi vermekten uzaktı; iki ayak üzerinde yürüme teorisi bu nedenle güçlü bir desteğe ihtiyaç duyuyordu. 4) Şimdi ilk kez, bu teoriye aranan ilk destek, iki bilim adamımızın araştırmalarıyla bulunuyor ve bilim dünyasının tartışmasına sunuluyor! Bu olgu, önemli evrimsel olayların tedrici gelişmesiyle değil sıçramalarla gerçekleştiğine ilişkin de bir kanıt. 5) Düşünün ki, bulunan genin varlığı veya defolu olması, ya iki ayak üzerinde yürüdüğümüzü ya da bir kısım atalarımız gibi dört ayaklı duruma düşmemize yol açıyor! ??? Prof. Üner Tan ve Prof. Tayfun Özçelik, yıllardır, neredeyse Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergimizin yaşına yakın, 1520 yıldır tanıdığım başarılı bilim insanları. Üner Tan, deli dolu birisidir! Doğruları, inandıklarını küt diye söyler; olayların bütününü görme eğilimi güçlüdür. Bu anlamda teorisyendir! Ama, çevresindeki küçüklüklerden nefret eder, hepsiyle de kavga eder... Bu yüzden epey üniversite gezmiştir! Hatay’da “dört ayaklılık” olgusunu gördüğünde, bunun insanın evrimsel gelişmesinde çok önemli bir “canlı kanıt” olduğuna hükmeder ve teorisini kurar. Teoride, “geriyetersine evrim” görüşü bile vardır! Üner, bir aşamada, evrim konusunda araştırmaları olan tanınmış İngiliz bilim adamlarını işin içine sokar. İngiliz bilimciler, BBC kameramanlarıyla birlikte gelir, BBC’de yayın yaparlar. Vee en önemlisi, Üner Tan’ı dışlayarak ve bilim ahlaksızlığı göstererek, fakülteleri London School of Economics’in dergisinde, bir de bildiri yayımlarlar! Üner Tan, İngilizlerle bağları kopartır. İngilizler üstelik tamamen karşı bir tez ileri sürer: “Dört bacaklılık, beyincik hasarı ve çevresel faktörlerle (İslam kültürü) ortaya çıkan bir durum; bu beyincik hasarı yapan hastalık, tevekkül gibi inançların yaygın olduğu Müslüman bir ülkede ortaya çıkıyor. Bu hastalık bizde olsa hemen doktora götürülür ve hiçbir zaman dört bacaklı olmaz.” Oysa, Tayfun Özçelik’in verdiği bilgilere göre, Çanakkale ve Gaziantep’te aileler çocuklarını pek çok doktora götürmüş. Bir aile ferdi doktor ve annebaba, çocuklarını ayağa kaldırmak için denemediğini bırakmamış. Fakat çocuklar bir türlü iki ayak üzerinde yürümeyi tercih etmemiş. Tercihleri dört bacak üzerinde yürümek... Ayrıca, beyincik soğanı hasarından türeyen 50’den çok hastalık arasında, bir tane bile dört bacaklılık yok! Bunun ötesinde, Amerika kıtasında da dört bacaklılık olguları bildirilmiş, yani sadece Müslüman ülkeye özgün değil.. İngiliz bilimciler ayrıca, Hatay’daki hastalar üzerinde Türk bilimcilerin kan alıp genetik araştırma yapmalarını önlemek için de her türlü cambazlığı yapmış! Fakat, Üner Tan, Gaziantep ve Çanakkale’de yeni hastalar bularak bu engeli aşmış... ??? Anlı şanlı İngiliz bilimciler, şimdi, iki veya dört ayaklılık geninin ülkemizde bulunmasıyla tam mat olmuş durumda. Ayrıca, Türk bilimcilerin makalelerinin ünlü dergilerde yayımlanmaması için de ellerinden geleni yapmışlar! İkinci mücadele Alman bilimcilerle oldu. Max Planck Enstitüsü’nden bilim insanları da, iki yıldır, aynı geni avlamak için çalışıyordu. Bir makalelerinde de genin hangi kromozom üzerinde bulunduğunu açıklamışlardı. Ancak Tayfun Özçelik ve arkadaşları, geni ilk bulanlar oldu! Üner Tan diyor ki, “Bu makale ile aynı zamanda Üner Tan Sendromu da tescil edilmiş oluyor. Biliyorsun, Hulusi Behçet’ten beri, ülkemizden bir sendrom bildirilmemişti. (Bir de Prof. Yalçın Tüzün’ün Tüzün Sendromu var OB) Hem bilim tarihimiz hem de insan evriminin en önemli aşaması olan dört ayaklılıktan iki ayaklılığa geçişi sağlayan genin bulunması açısından son derece mutlu günlerimi yaşıyorum.” Emeği geçen herkesi kutluyorum! 4 yıl önce gerçekleştirilen Halifelik Makamı ile Şeriye Bakanlığı’nın kaldırılışına baktığımızda, özellikle bugünlerde ateşlenen tartışmalar, türban kavgaları ve karmaşası da dikkate alınınca, ne derece büyük bir devrimin gerçekleştiğini bir kez daha anlamış oluruz. O günleri yaşamış olan Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı ünlü kitabında bu olayı bir “din reformu” olarak yorumlar; Şimdi en büyük devrim Tevhidi Tedrisat üzerinde durmalıyız. 8 EĞİTİM BİRLİĞİ YASASI Osmanlı Devleti’nde, özellikle dinsel eğitim yapan okullar ve medreseler ayrı kuruluşlara ve makamlara bağlıydı. Devlet, dinsel öğrenim kurumlarında herhangi bir denetim uygulayamıyordu. Dini öğretim, eğitimin temeliydi. Arapça Kuran’ın ezberletilmesine dayanan medrese eğitiminde gramer, sözdizimi, kelam, Kuran tefsiri, hadis gibi dersler okutulurdu. Çeşitli tarikatlar da tekkelerde kendi başlarına eğitim sürdürürlerdi. Osmanlı toplumunda, eğitim üç kanaldan veriliyordu. 1. Mahalle mektepleri ve medreseler: Programları yoğun olarak Kuran okuma ve Arapça öğretime dayanıyordu. Bu sistemde Anadolu’da, il, ilçe ve kasabalara dek uzanan bir medrese ağı bulunuyordu. Ayrıca tarikatlar da kendilerine göre eğitim yaparlardı. Mahalle mekteplerinden mezun olanlar Kuran okur, Arap alfabesi bilirlerdi. Devlet din okullarını denetlemezdi. 2. Tanzimat okulları: Bunlar Tanzimat’la kurulmuş olan Rüştiye (ortaokul), idadi (lise), sultani (lise) gibi okullardır. Sayıları kısıtlıydı. Ayrıca askeri liseler, Harbiye ve Akademide, çağdaş eğitim yapılırdı. 3. Yabancı okullar: Misyoner okulları, yabancı kolejler ve azınlık okullarıydı. Sadece İstanbul’da 83 İngiliz, 44 Rus ve 24 İtalyan okulu vardı. (Mahmut Adem, Atatürkçü Düşünce Işığında Eğitim Politikamız, Cumhuriyet Kitapları, Ocak 2000, S. 2829) Karşıdevrimin gelişmesi 1950 yılında Türkiye’de ilk kez özgür, dürüst, gizli oyaçık sayım temeline dayalı ve yargı denetiminde bir genel seçim yapıldı. Siyasal iktidar barış içinde seçimleri kazanan DP’ye devredildi (14 Mayıs 1950). DP’nin ilk icraatı karşıdevrimcilere cesaret vericiydi. Türkçe ezan yerine Arapça ezanı koyan bir yasa Meclis’te kabul edildi (16 Haziran 1950). Hemen arkasından Halkevleri kapatıldı. Atatürk’ün heykellerine saldırılar başladı. Üniversite öğretim üyelerinin politika yapmaları yasaklandı (21 Temmuz 1951). CHP’nin bütün binaları ve malları elinden alındı (14 Aralık 1953). Başbakan tarafından tarikat liderlerinin arkası sıvazlanıyor, eli öpülüyordu. Başbakan Menderes, devrimleri, halk tarafından tutan ve tutmayan devrimler olarak ikiye ayırıyordu. 1960’tan sonraki siyasal yaşamımızda da sağ parti liderleri, dini siyasete alet etmenin daha da ilerisine gittiler. Tarikatların gelişmesine göz yumdular. İmam hatip okulları çığ gibi açılmaya devam etti. ARŞIDEVRİMCİLERİN EĞİTİM STRATEJİLERİ Laiklik karşıtı hareket, özellikle 1970’lerden sonra, “Çağdaş eğitimin gelişmesi nasıl durdurulacaktır” sorusuna cevap aradı. Çağdaşlaşmayı durdurmak için devlet kadrolarını ele geçirmek gerekiyordu. Bu konuda “Siyasal İslamcılar” eğitim yoluyla, kendi kültür referansları çerçevesinde kendi kuşaklarını yetiştirmek yoluyla devlet yönetiminde etkin olabileceklerini kavradılar. Dış güçlerin de yardımıyla dinsel eğitimin yolu açıldı. Bunun en önemli siyasal kazanımı olarak 1980 Askeri Darbesi’nden sonra, Evren’in de yönlendirmesi ve koruması altında “Türkİslam Sentezi” ideolojisi kabul edildi. K ÇATIŞMA Bu üç eğitim kanalından mezun olan kişiler, yaşam boyunca devamlı çatışma ve sürtüşme içindeydiler. Çünkü eğitim yoluyla insan yetiştiren bu üç kanalın dayandığı temel felsefe ve kültür farklıydı. İşte 3 Mart 1924’te kabul edilen Öğretim Birliği Yasası bu çelişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Laiklik ilkesine dayalı yepyeni bir eğitim sisteminin yerleştirilmesi amaçlanıyordu. Atatürk, hedeflenen çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için eğitime en büyük önemi vermiştir. 1923’te başlayan Türk aydınlanmasının altyapısı, ana ilkeleri bu çağdaş eğitimde yatmaktadır. TATÜRKÇÜ EĞİTİM İLKELERİ: 3 Mart 1924 günü kabul edilen yeni eğitim yasası, yepyeni bir eğitim sistemi öngörüyordu. Bu Atatürkçü eğitimin ana ilkeleri şöyle özetlenebilir. Eğitim: Ulusal, bilimsel, laik, karma ve uygulamalı oluyordu. Laik eğitim, temelleri dine dayanmayan bir eğitim sistemidir. Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi: “Laik eğitim, dinden emir almayan düşünce ve davranış sürecidir. Laik eğitim doğmatik değil, akılcı ve bilimsel eğitimdir.” Tunaya ilave ediyor: “Öğretimin laikliği, kapılarını bilimsel düşünceye açması gereken bir sistemin kurulmasına dayanır.” (Tarık Zafer Tunaya, Batılılaşma Hareketleri, İstanbul, 1999, s. 49, 51.) Eğitimin birleştirilmesiyle bu alanda büyük atılımlar yapıldı. Harf devriminin kabul edilişiyle yaygın eğitim başladı. Halkevleri, Köy Enstitüleri yepyeni bir toplumun oluşması için önemli kurumlardı. Atatürk’ün başlattığı “Çağdaşlaşma ve Aydınlanma” hareketi böylece kendi çağdaş eğitim sistemini yaratmıştır. Bu okullar, gerçek yol gösterici olarak bilimi kabul eden, sorgulayan, kişilikli, yeni bir kuşak yaratmak amacını taşımaktadır. Din baskısından ve dinin kalıplaşmış normlarından arınmış, Cumhuriyet ilkesine bağlı kuşaklar giderek büyüyen oranlarda yetişiyordu. Türk İslam sentezi uygulanıyor u dönemler (19601990) Soğuk Savaş’ın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını ortaya atmıştı. İslamiyet referansı NATO’nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. Bu dönemde Özal’ın da etkin yerlere getirilmesi “Türkİslam” sentezinin uygulamaya konulmasını kolaylaştırdı. 12 Eylül 1980 rejiminin kurduğu Atatürk Yüksek Kurulu, 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in başkanlığında toplanarak “Türkİslam sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti. Bu noktada, Atatürk devrimlerine ve laik Türk Cumhuriyeti’nin temellerine dinamit konulması, imam hatip okullarının sayılarının her iktidar tarafından arttırılmasıyla ortaya çıktı. Yandaki tablo bu durumu açıkça gösterir. EŞİL KUŞAK PROJESİ Görüldüğü gibi en fazla imam hatip lisesi 327 adetle Süleyman Demirel hükümetleri zamanında açılmıştı. Burada Sovyetler’in yayılmalarına karşı yeşil bir kuşak yaratmak projesi önem kazanmıştır. Bu proje, ABD’nin yarattığı bir projeydi. Din ağırlıklı bir eğitim ve imam hatip liselerinin çoğaltılması büyük itibar kazanıyordu. Evren, anayasaya zorunlu din dersi koydurdu. B A Y EVREN’İN EN BÜYÜK SUÇU Evren döneminde, Yeşil Kuşak Projesi en üstün günlerini yaşamış, özellikle 1983 yılında çıkarılan bir yasa ile Atatürk’ün Eğitim Birliği kuralı altüst edilmiştir. 12 Eylül yönetiminin ülkeye yaptığı en büyük kötülük, Eğitim Birliği Yasası’nı delmek için 30 yıldır uğraş veren karşıdevrimci siyasal oluşumlara olanak yaratmasıdır. Çünkü 12 Eylülcüler, 16.06.1983 tarihinde 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda bir değişiklik yaparak (md. 10), imam hatip liselerinden mezun olanların üniversitelerin istediği fakültesine girebilmesi olanağını vermiştir. Böylece bugün içinden çıkamadığımız toplumsal kaosu yaratmışlardır. İHANET Evren’in gerçekleştirdiği bu yasa sayesinde imam hatipten mezun doktor, yargıç, polis, kaymakam, vali, milletvekili, bakan ve başbakanlar ülkeyi yönetir hale gelmişlerdir. Bu yasa nedeniyle Kenan Evren, gelecek nesillerin gözünde en büyük suçlu, hatta Atatürk Devrimleri’ne ihanet eden bir kişi olarak kabul edilecektir. Bugün siyasal İslamcıların, tarikatların elinde yüzlerce öğrenci yurdu, vakıflar kanalıyla kurdukları, her düzeyde yüzlerce okulları ve üniversiteleri vardır. Bugünkü iktidar, karşıdevrimcilerin eğitim birliği yasasını delmelerinin ürünüdür. ATATÜRK DEVRİMLERİNE caktır. Çünkü iki ayrı kültür, iki ayrı eğitim referansı söz konusudur. Birisinin kaynağı kutsal kitap, diğerinin kaynağı ise çağdaş ve evrensel bilimdir. Bu iki ayrı kaynaktan yetişen bu ulusun çocukları, kendilerini anladıkları yetişkinlik dönemlerinde birbirlerine düşman olmaktadırlar. Kabahat bu insanlarda değil, onları çatışan değerler okullarında okutanlardır. İslamı referans alarak yetişmiş kuşakların özellikle polis, yargı ve idare kadrolarına egemen olmalarının yolu açılmıştır. Atatürk’ün çağdaş, ilerici ve birleştirici eğitim sistemi altüst edilmiştir. TATÜRK’ÜN SÖZLERİYLE DURUM DEĞERLENDİRMESİ Atatürk, en önemli devrimlerden biri olan Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası’nın yürürlüğe girmesinden hemen sonra bir yurtiçi gezisine çıktı. Bu gezide laik eğitimin ve öğretim birliğinin milli bütünlüğü sağlamadaki yaşamsal önemini açıkça vurguladı. İşte bu konuşmalardan birisi: “Eğitim ve öğretimde birlik sağlanmadıkça aynı fikirde, aynı düşüncede kişiler A BUGÜNKÜ ÇATIŞMA Nasıl Osmanlı Devleti’nde iki ayrı eğitim kurumundan (mahalle mektepleri ve çağdaş okullar) gelenler yaşamda birbirleriyle çatışıyorlarsa, bugün de Türkiye’de iki ayrı eğitim sisteminden gelenler yetişkinliklerinde çatışmaktadırlar. Bu konu böyle giderse, türban çatışması sürecek ve daha büyük boyutlarda çatışmalar yaşana den kurulu bir ulus yapmaya imkân aramak abesle uğraşmak (ipe sapa gelmez şeylerle vakit harcamak) olmaz mıydı? Dünya uygarlık ailesinde saygı toplayan bir yerin sahibi olmaya layık Türk milleti, evlatlarına vereceği eğitimi mektep ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma bölmeye katlanabilir miydi?” (Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi II, Ankara, YÖK yayını, 1987, s. 160.) Aslında Atatürk’ün bu düşüncesi, Eğitim Birliği Yasası’nın gerekçesinde çok açık bir biçimde gösterilmiştir. Saruhan Milletvekili Vasıf Çınar ve arkadaşları, yasa tasarısının gerekçesinde bu anafikri şöyle özetlemişlerdir: “Bir milletin kültür ve milli eğitim siyasetinde, milletin fikir ve duygu bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği, en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararlı görülmüş bir ilkedir... Bir millet fertleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir.” Atatürk’ün bu değerlendirmesinden ve Eğitim Birliği Yasası’nın bu gerekçesinden sonra söylenecek fazla bir şey kalmıyor. Atatürk’ün “iki parça halinde yaşayan milletler, zayıftır, hastadır” sözü hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu hastalık bugün ülkemizde geçerlidir. Ne yazık ki bu hastalığı kaldıracak siyasal güç ve siyasal uzlaşma şu anda Türk siyasal yaşamında görülmüyor, yakın gelecekte de böylesi umutlu bir gelişim olanaksızdır. Bu çözülemediği takdirde de Türk milletinin, Türk toplumunun huzur bulması olanaklı değildir. Kısır çekişmeler, dine dayalı politikalar sürecektir. Çünkü kutsal din duygularının kötüye kullanılmasıyla elde edilen politik rant çok yüksektir. Ne yazık ki Atatürk’ün sözünü yinelemek zorundayız: “İki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır...” BİTTİ Düzeltme: Dünkü yazıda 24 Nisan 1923’te imzalandı diye belirtilen Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır. obursali?cumhuriyet.com.tr CUMHURİYET 06 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle