17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 HAZİRAN 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Eylemde Yöntem Birlikteliği Ulus tümlüğüne ve ülke bütünlüğüne karşı olma yolunda birlik ve beraberlik sergileyen ‘‘Siyasal İslam’’ ve ‘‘Bölücü/Ayrılıkçı Hareket’’, artık amaçlarına erişebilmek için aynı yöntemleri kullanmaya başlamışlardır. Doğasında masumiyet olan çocukların ideolojik yaklaşımlı eylemlerle sokaklara itilmesi, meydanlara sürülmesi ya da kongrelere götürülmesi ya da saldırı hedefi haline getirilmesi her iki hareketin de gerçek yüzünü ortaya koymuştur!.. PENCERE Ankara Üniversitesi’nin 60’ıncı Yılında... Rektör Profesör Dr. Nusret Aras, Ankara Üniversitesi’nin 60’ıncı kuruluş yılında yaptığı konuşmada dedi ki: ‘‘ Yüce Önder Atatürk daha Türk İstiklal Savaşı kazanılmadan önce Ankara Üniversitesi’nin temellerini düşünsel olarak atmıştı. Mustafa Kemal Paşa Büyük Millet Meclisi’nde 1922 yılında yaptığı konuşmayla ve ilk kez fakülte ismini de kullanarak bir yükseköğretim kurumu kurulması için kesin kararını ortaya koymuş, bütçeye de gerekli ödenek konulmuştu.’’ Tarih kimi zaman insana masal gibi geliyor.. Peki, sonra ne oluyor: ‘‘ Ancak, bu ödenek birkaç ay sonra başlayacak olan ‘Büyük Taarruz’ için kullanılacak ve bu istek 1925 yılına kadar gecikecekti.’’ Ülke ve de başkenti işgal altındayken Atatürk, Ankara Üniversitesi’ni tohumlamayı düşünüyor... İnanılmaz bir tarih!.. Peki, anlamı ne bunun?.. ? İnsanlık, uygarlık, bilim, aydınlanma tarihlerini bilmeden Ankara Üniversitesi’nin kuruluşunu algılamak olanaksızdır... 1922’de İstanbul’da ‘Darülfünun’ var... Daha 1922’de Ankara’da bir ‘fakülte’ açmayı düşünmek ne demek?.. Hem de düşmanın top sesleri Ankara’da duyulurken böyle bir girişime geçmek, ulusal kurtuluşun bilimsel devrimle bütünleşmeden gerçekleşemeyeceğini bilen bir bilinç aydınlığının ülke işgal altındayken tarihe yazılması demek... Ya İstanbul’daki Darülfünun?.. Bilimsel devrimin Darülfünun’da gerçekleşmesi çeşitli nedenler yüzünden 1933’e dek bekleyecektir... ? Prof. Erdal İnönü insanlığa yeni bir yol açan ve Aydınlanma’yı gündeme getiren ‘Bilimsel Devrim’i şöyle özetliyor: ‘‘16 ve 17’nci yüzyıllarda gerçekleşen bu olgu, ‘yeni bilgi üretme yolunun bulunması’dır. Bilimsel devrimin temeli bu!.. Gözlem, deney ve matematiksel gösterime dayanan araştırma yöntemiyle yeni bilgi üretimi!.. Bilimsel devrimin hemen arkasından ‘Aydınlanma Çağı’ geliyor. Nedensellik ilkesine, mantıklı düşünceye dayanan araştırmaların yeni bilgiler üreterek dünyayı değiştirdiği görülünce, bu durum sosyal bilimleri de etkiliyor, demokratik yaşama özendiriyor.’’ İstanbul’da padişahlık ve hilafetin geçerli olduğu başkentte Darülfünun var!.. Al birini vur ötekine!.. Ankara’da işgal altındaki bir ülkenin direniş başkentinde Ankara Üniversitesi’ni tohumlamayı düşünmek, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğini ve doğuşunu vurguluyor... ? Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kökenlerini araştırırken insanlığın en büyük dönüm noktası sayılan Bilimsel Devrim’e de önemli bir pay ayırmak gerekir... Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme baş kaldırırken salt bir haksızlığa karşı direniş içinde değildik; bilimsel devrimi benimseyecek kadar uygarlığa sıcak yaklaşımın akılcı pusulasını da benimsiyorduk; bu ikisi Mustafa Kemal’in dehasında oluşan bir bütünün ayrılmaz parçalarıydı... ? Dünya tarihinde ve İslam coğrafyasında özel bir yeri ve uygarlığı simgeleyen bir anlamı olan laik Türkiye Cumhuriyeti, gericiliğin çukuruna batarak yok olacak mı?.. Günümüzün sorusu budur!.. Bu soru da Türkiye’de yaşayan uygarlıktan yana insanların günümüzdeki görevini belirliyor... Görevimiz Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndaki kadar önemli değil midir!.. Başbakan’dan Bakanlara Kadar ‘‘Dokunulmazlıklar Ne Olacak’’ başlıklı yazım kimi okurlarda ilgi uyandırdı. Mektuplar, telefonlar aldım. AKP’li ve CHP’li, DYP’li milletvekillerinin dosyaları mahkemelerde yıllardır bekliyor! Sayın Recep Tayyip Erdoğan, seçim öncesinde ‘‘Biz iktidara gelince milletvekili dokunulmazlıklarını kaldıracağız’’ demişti. Ama bu söz çoktan unutuldu! Sorunu ele alan Karma Komisyon, konuyu ‘‘devre sonu’’na bıraktı. Devre sonu, 22. TBMM’nin kapanış tarihidir. Yeni seçime kadar üç aylık bir süre yaşanacak. Türlü suçlamalar altındaki AKP’li, CHP’li milletvekilleri ya kendiliklerinden adalet önüne gidecekler ya da zorunlulukla!.. Gerçi CHP’liler ‘‘Dokunulmazlıklarımızı kaldırın, adalet önünde hesap verip aklanalım’’ demişlerdi, ama AKP’lilerden ses çıkmamıştı... Ankaralı bir okurum bana uzun mu uzun bir liste faksladı. ‘‘Anayasa ve Adalet komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyon’un gündeminde bulunan yasama dokunulmazlıkları hakkında Başbakanlık tezkeresi’’nin bir kopyasını gönderdi. Sayfalar tutan, neredeyse iki yüz parlamenteri kapsayan adlar dizisi!.. Suçlandıkları konu, tarihi, şu andaki durum... Gerçekte bu önemli adlar, durumlar konusunu inceden inceye ele almak gerekir... Yıllardır neden bir işlem yapılamadığı sorulmalı. Adalet önünde beş yıldır bekleyen, bu gidişle yakında ‘‘zamanaşımı’’na uğrayacak durumlar gündeme getirilmeli... Ben AKP’li ünlü kişilerle ilgili suçlamalardan birkaç örnekle yetineceğim: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: Görevi ihmal suçu... Zimmet, evrakta sahtecilik, cürüm işlemek için teşekkül kurmak... Kemal Unakıtan: 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’na muhalefet. Osman Pepe: 298 sayılı kanuna muhalefet... Abdullah Gül: Özel evrakta sahtecilik ve Siyasi Partiler Kanunu’na muhalefet... Abdülkadir Aksu: Özel evrakta sahtecilik ve Siyasi Partiler Kanunu’na muhalefet, TCK’nin 346. madde yollaması ile 345,80, 282/11. Dengir Mir Mehmet Fırat: Hakaret. Umarım bir gazete, özellikle ‘‘Cumhuriyet’’, Meclis’in Karma Komisyon gündemindeki suçlanan durumdaki milletvekillerinin ve bakanların tam bir dökümünü yayımlar da kamu bu konuda gereği gibi aydınlanır... Yurttaş olarak sormak zorundayız! Bu kişiler devre sonunda kendiliklerinden adalet önüne gidecekler mi? Gitmezlerse götürülecekler mi? Yoksa yeniden seçilip milletvekili olacaklar mı? Yıllardır dolaplarda tozlanmış dosyalar bir beş yıl daha bekleyecek mi? Neyi bekleyecek diyorsanız yanıt: ‘‘Zamanaşımı’’na uğramasını!.. Ankaralı sayın okuruma ilgisinden dolayı teşekkür ederim. O. Doğu SİLÂHÇIOĞLU ürkiye Cumhuriyeti karşıtlarınca yurdun dört bir yanında ortaya konan eylemler, bu eylemlerle sergilenen ibret dolu sahneler, suskunluk ve durgunluk içindeki Türk toplumunu giderek korku ve endişeye sevk etmektedir!.. Yurttaşların bir kısmı yaklaşmakta olan tehlikenin henüz kendilerine yönelmediğini ya da yönelmeyeceğini düşünerek olanları izlemekle yetinmektedir!.. Bir kısmı da tehlikenin boyutlarından zaten habersizdir!.. Bugüne kadar kadrolarında yalnızca yetişkinleri barındıran ve eylemlerinde onları kullanan ‘‘Siyasal İslam’’ ve ‘‘Bölücü/Ayrılıkçı Hareket’’ artık çocukları da kadrolarına almış; onları da eylemlerine katmaya başlamıştır. Bölücü/ayrılıkçıların yakın dönemde ‘‘Diyarbakır’’da, siyasal İslamcıların ‘‘Adıyaman’’da, her ne ad altında olursa olsun, gerçekleştirmiş oldukları eylemlerde, ilköğretim çağındaki çocukların sokaklara dökülmesi, meydanlara sürülmesi ya da siyasal parti kongrelerine götürülmesi, toplum vicdanında derin yaralar açmıştır. Bu arada, çocukları da ideolojik ayrıma tabi tutan iki gruptan bölücü/ayrılıkçıların ‘‘Hakkâri’’de ilköğretim çağındaki öğrencilere yönelik kanlı ve iğrenç saldırısı, her türlü duygudan yoksun; doğada örneği olmadığı için adlandırılmaları mümkün olmayan bu yaratıkların nasıl bir ruh hali içinde olduklarını ortaya koymuştur... Diyarbakır’dan, Adıyaman’dan, Hakkâri’den Türkiye’ye yayılan bu üç resim, yurdun her köşesinde, her yerde, her kesimde büyük bir irkintiye neden olmuş ve tiksin T ti yaratmıştır!.. Ama aynı zamanda, Türkiye’nin içinde bulunduğu tehdit ve tehlikelerin hangi boyutlara ulaştığını da kanıtlamıştır. Gerçeğin resmi Diyarbakır ve Adıyaman’daki eylemlerde, okulda ya da evlerinde olması gereken bir saatte, çocukların gösterilerde, kongrelerde birer militan gibi en ön saflara sürülmeleri, en ilerde boy göstermeleri, her iki hareketin insana bakış açısını ve amaçları uğruna yapabileceği şeyleri bir kez daha gözler önüne sermiştir. Toplum, karanlık ideolojilerle yüreği kararmış militanların maskesiz yüzünü en sonunda görmüştür. İdeolojik farklılığa rağmen her iki hareketin düşünsel, söylemsel ve eylemsel sığlığının farkına varmıştır. Büyük bir sarsıntı yaşamış ve bir şaşkınlık içine düşmüştür. Ulus tümlüğüne ve ülke bütünlüğüne karşı olma yolunda birlik ve beraberlik sergileyen ‘‘Siyasal İslam’’ ve ‘‘Bölücü/Ayrılıkçı Hareket’’ artık amaçlarına erişebilmek için aynı yöntemleri kullanmaya başlamıştır. Doğasında masumiyet olan çocukların ideolojik yaklaşımlı eylemlerle sokaklara itilmesi, meydanlara sürülmesi ya da kongrelere götürülmesi ya da saldırı hedefi haline getirilmesi her iki hareketin de gerçek yüzünü ortaya koymuştur!.. Ulus bir, ülkesi bir, dili bir, bayrağı bir tekil devlet olan, ulus devlet niteliğini özenle koruyan; laik, demokratik, sosyal hukuk devleti ‘‘Türkiye Cumhuriyeti’’ni hedef alanların; amaçlarına ulaşmak için her yolu, her yöntemi geçerli görenlerin nasıl bir ihanet içinde oldukları bir kez daha anlaşılmıştır!.. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullar, siyasal İslam yandaşlarının ve bölücü/ayrılıkçı militanların Cumhuriyet karşıtlığı yolundaki girişimlerini cesaretlendirmektedir. Onlar tarafından salonlara, sokaklara, meydanlara taşınan eylemler giderek daha da şiddetlenmektedir. Türkiye’de tutsak hale getirilen halk iradesinin özgürleştirilmesi için, üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerekenler artık sesini yükseltmelidirler. Toplumun suskunluk içinde olduğunu görenler, giderek daha saldırgan, giderek daha şuursuz, giderek daha acımasız ve daha ölçüsüz hareket eder hale gelmişlerdir. Çocukları bile ideolojik amaçlı eylemlerde kullanabilecek kadar insan kimliğinden sıyrılmışlar, insan duygularından arınmışlar ve insan benliğinden uzaklaşmışlardır!.. İlkel bir davranış dürtüsünden beslenen siyasal İslamın ve bölücü/ayrılıkçı hareketin bir başka yöntem beraberliğinin de şiddet olduğu geçmişte ve bugün yaşanan olaylarla kanıtlanmıştır. Bölücülüğü ve ayrımcılığı amaçlayan her iki ideolojinin çocuklarımıza yönelik çirkin girişimleri, belki de bu iki hareketin bugüne dek eriştiği en tehlikeli sınır olmuştur. Bu gidiş ‘‘Artık dur’’ denilmesi gereken bir noktaya varmıştır!.. Karanlık emellerine ulaşmak için her türlü yola başvuran her iki ideolojinin ortak hedefi, bölgesinde parlayan bir yıldız gibi ışık saçan ‘‘Türkiye Cumhuriyeti’’dir. Bölücü/ayrılıkçıların ve siyasal İslamcıların hedefi; o ışığın kaynağı olan ‘‘Atatürk İlke ve Devrimleri’’dir. Onlar o ışığın sönmesini istemektedirler. Onlar amaçlarına ulaşabilmek için, özlemlerine kavuşabilmek için bu ülkenin karanlıklar içinde olmasını düşlemektedirler. Ama bilmedikleri bir şey vardır!.. Bu ülkede hiçbir ideolojik hareketin gücü, o ışığın sönmesine yetmeyecektir. O ışığın aydınlığı hep sürecektir. O ışığa yönelik karanlık emeller bir gün mutlaka yok edilecektir... Gençler Coşkusuz mu? Coşkularının kırılmasına neden olabilecek bir başka temel etmen, fakültelerde süreduran eğitimöğretimdeki yetersizliğin yanı sıra eğitim dizgesindeki yanlış yöntemlerdir. Bugün ülkemizde ezberci eğitim sürmektedir. Koca koca kitapları nasıl ezberlerler, anlamış değilim. Prof. Dr. Necdet ADABAĞ u sütunlarda çıkan yazılarımı dostların zorlamasıyla bir araya getirdim ve kitap olarak ya B yımlattım. Adını da ‘‘Cumhuriyet Yazıları’’ koyduk. Gene dostların zorlamasıyla Kare Kitabevi’nde bir imza günü düzenlendi ve doğal olarak yapılan söyleşide söz sözü açınca Sayın Jülide Gülizar bana bir soru yöneltti: ‘‘Gençleri coşkulu buluyor musun?’’ Ben zaten yapım gereği öyle birdenbire gelen sorulara hemen yanıt veremem ya da verdiğim yanıtları daha sonra ya beğenmem ya da yetersiz bulurum. Özellikle kalabalık önünde daha zordur bu. Aslında çoğu kişinin sorduğu, ancak net bir yanıt veremediği ya da bulamadığı bir sorudur. Özellikle gençlerle gün geçiren biz öğretmenler bu ve benzeri soruları yanıtlamak çabasını gösteririz de doyurucu yanıt bulamayız. Kendisi de bir öğretmen olan Sayın Gülizar, belki de bunun için bana bu soruyu yöneltti. Bakalım şimdi bu yanıtı bulabilecek miyiz? Doğal olarak ben kendi öğrencilerimden kalkarak konuyu irdelemeye çalışacağım, ama üniversite gençliğinde çoğunlukla bu böyledir. Üniversite gençliğinin yüzde yetmişi, belki daha fazlası, dar ya da orta gelirli ailelerin çocuklarıdır ve çoğu zaman burs alarak ya da ufak işler yaparak geçimlerini sağlamak zorunda kalan gençlerdir. Ekonomik darlıkla boğuşan gencimiz sabah fakülteye gelmekte; karnını bir poğaça ve çayla doyurduktan sonra dersi olsun olmasın akşama kadar fakülteden çıkmamaktadır, çünkü gidecek yeri yoktur. Fakültede kalmakla kendini oyalayacak hiçbir spor ya da ekinsel etkinlik bulamamaktadır. Varsa da bu yönde eğitilmediği için ilgilenmemektedir. Dersin dışında gidebileceği bir tek kütüphane vardır, ama ders kitaplarının dışında genellikle kitap oku ma alışkanlığı olmayan toplumumuzun (6 kişi 1 yılda 1 kitap okumaktadır, oysa İngiltere’de adam başına düşen kitap sayısı 12, Japonya’da 25’tir) çocukları olarak zincirle bağlansalar da önlerine konulan kitabı okumamakta ısrar etmektedirler. Coşku kırıcı temel etmenlerden biri, parasal soruna dayalı olarak uğraş yetersizliğidir. Gerek bu nedenden gerekse yaşamın bir parçası sayılması gereken sanatla soğuk ilişkiler içinde olmalarından ötürü tiyatro, sinema, konser vb. dinlendirici, eğitici etkinliklerin kapısını çalamadıkları için yetişimlerinde oluşan ve bir daha kolay kolay kapatamayacakları açıklardan ötürü derinliğine bir doyumsuzluk yaşamaktadırlar. Coşkularının kırılmasına neden olabilecek bir başka temel etmen, fakültelerde süreduran eğitimöğretimdeki yetersizliğin yanı sıra eğitim dizgesindeki yanlış yöntemlerdir. Bugün ülkemizde ezberci eğitim sürmektedir. Koca koca kitapları nasıl ezberlerler, anlamış değilim. İnsanı bunaltan, kafasını karıştıran ve doğrudan doğruya bunalıma sokan bu dizgenin bir de içerik yetersizliği, gençlerimizi bana göre çileden çıkarmaktadır. Şimdiye kadar değişmeyen ezberci dizge eskiden de vardı, diyenleri duyar gibiyim, ama şimdiki gençler kendilerini yurtdışındaki yaştaşlarıyla daha kolay karşılaştırma olanağı buldukları için bu yanlışı çok daha çabuk algılıyor ve çok daha etkin biçimde bu yanlışın ezici baskısını duyumsuyorlar. Edebiyat fakültelerindeki gençler, ki çoğunlukla öteki fakültelerde de böyledir, ders izlencelerindeki yanlış uygulamalara dayalı olarak eğitimöğretimdeki içerik yetersizliğinden ötürü arkalarına baktıklarında hiçbir şey öğrenememiş olduklarını gördükleri için, ki bu büyük ölçüde doğrudur, daha çok bunalıma girmek te ve özgüvenlerini yitirmektedirler. Eğitimöğretimdeki yetersizliğe ek olarak fiziksel yetersizlikten ötürü dersliklerdeki boğucu kalabalık bir başka olumsuz etmendir, gençlerimizi hevessizliğe iten. Örneğin dil bölümlerinde yetmişseksen kişiyle ders yapmak gibi bir olumsuzluğu dünyanın bir başka ülkesinde yaşamak olanaklı mıdır ve bu koşullarda okuyan üniversite gencine aradığını bulup bulamadığını sormak doğru mudur, bilmiyorum. Bir başka etmen de fakülte mezunlarının yoğun kalabalığından ötürü gençlerin aralarındaki rekabete ve iş olanaklarının çok kısıtlı olmasına dayalı olarak gelecek kaygısıdır. Dediğim gibi çoğu fakülte için söz konusudur, ama gene edebiyat fakültelerinde bu rekabet artık tümüyle çözümsüz kalmaktadır. Çünkü ülkemizde 78 tane edebiyat fakültesi var. Şimdi açılacak olanlarla birlikte 103 tane olacak. Ortalama her yıl 200 öğrencinin mezun olduğunu varsayalım, ki bizde 1200’dür, yılda toplam 20 bin 600’dür mezun sayısı. Ve öğretmen olabilme hakları, yasal gerekçelerine karşın yok gibidir. Tüm bu saydığımız etmenlerin ötesinde daha dramatik ve daha coşku kırıcı olan, öğrenciler arasındaki kavgadır. Otuz yıldır sürmektedir. Hiç kimse de sonunun gelip gelmeyeceğini bilememektedir. Bence, biz büyükler, coşkularından önce gençlerin hayallerini kırdık, imgelem dünyalarını yıktık. Küreselleşen dünyada bizim gibi üretmeden tüketen toplumlarda gençlerimizi tinsel ve özdeksel doyumlarından yoksun ve yoksul bıraktık. Biliyorum, bizim yaştakiler, çok daha kısıtlı olanaklar içinde olmamıza karşın bizim, gençken daha coşkulu olduğumuzu söyleyecekler, ama biz, öğrenciliğimizde bu kadar çok ve bu kadar çeşitli kavga yaşamadık. Unutmamamız gerekir... Dosya No: 2005/336 Davacı Sabriye Cafer tarafından, davalı Zakir Mehmet Cafer aleyhine açılan gaiplik davasında: Sabriye ve Cafer'den olma 01.05.1934 Bulgaristan doğumlu, Apt, 2 D2530 Bathgate Avenue Bronx, New York 10458 USA'da ikamet adresi bildirilen Zakir Mehmet Cafer'in davacının öz amcası olduğu, ABD ülkesinde yerinin tesbit edilemediği, adli ve ticari kayıtlarda da bulunamadığı, 1993 yılında New York eyaletinde sürücü belgesini yenilediğini, doktor arkadaşı Hüseyin Bekirov'un en son olarak amcasını 15.11. 2001 tarihinde bir cafede gördüğünü, bunun dışında bilgisi olmadığını, muris amacasının Zakir Mehmet Cafer'in evli olmayıp, çocukları da bulunmamakta olduğunu ve yeğenleri olarak kendisinden başka mirasçısının olmadığını, sağ gözüktüğü, kendisinden haber alınamadığından gaipliğine karar verilmesi için 2005/336 Esas sayılı dosya ile dava açılmıştır. Davacı amcası Zakir Mehmet Cafer hakkında gaipliğine karar verilmesi istenildiğinden; Sağ olup olmadığının, ölü olup olmadığının bilenlerin, adı geçen hakkında bilgisi bulunanların ilanın yayınlandığı tarihten itibaren 6 ay içersinde mahkememizin 2005/336 Esas sayılı dosyasına başvurmaları, TMK 32 ve devamı maddeleri gereğince duyurulur. 11.4.2006. (Basın: 17158) BAKIRKÖY 5. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ HÂKİMLİĞİ'DEN CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle