28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
4ŞUBAT2001 PAZAR CUMHURİYET SAYFA KULTUR kultur@cumhuriyet.com.tr 15 Celile Hanım-Nâzım Hikmet Portreler sergileri Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde yer alıyor Çankm 1940, tuval ûzerine yağhboya. Nâznn Hikmet Bursa Cezaevi'nde, kontrplak üzerine yağlıboya 1946. Piraye Hanım, 1940, kağrt üzerine pasteL Nâztm'ın resmedüşkünlüğü• Piraye Hanım'ın koleksiyonundan derlenen bölümde büyük ozanın özellikle hapishane döneminde yaptığı portreler, desenler, defterler ve elişleri ilk kez sergileniyor. Oğul ve ana, yıllar sonra aynı çatı altında yan yana geliyor. Sergiye Memet Fuat'ın yazdığı Nâzım Hikmet kitabı eşlik ediyor. MEMET FUAT Nâzanresimyapmaya annesine özenerek baş- lamış olmalı. Celile Hanım'ın ressamlığı var- lıklı bir kadının oyalanmak için seçtiği birho- bi değil, bir tutkuydu. Ressam olmak için evi- ni barkını dağıtıp Paris'e gıttiği söylenirdi. Kadıköy'de oturduğumuz yıllarda, Nâzım, annem, ben aradabir ona gıderdik. Odalan yap- tığı tablolarla doluydu. Evı tam anlamıyla bir ressamın eviydi. Resimden başka bir şey dü- şünmediği açıktı. Yalnız yaşıyortMTSfiM herzaman çok sSfe- lüydü. Güzelliğe vurgun bir insan olarak anı- lırdı. Yüzünü aşın boyadığı için Nâzım kızar, söylenır. "Şimdi hepsini silmezsen, çılap gkti- yorum'' diye kapıya yönelirdi. Celile Hanım boyalannı silmeye yanımız- dan aynlınca, annem, "Nâznn, niye böyle ya- pıyorsun, o bir ressam, yüzünü de bir tabio gi- bi boyuyor, niye anlamryorsun!" diye fisıldar- dı. Ben de merakla bakırurdım iş nereye vara- cakdiye... Nâzun'ın resim yaptığını ilk Mithat Paşa köşkünde oturduğumuz yıllarda görmüştüm. Ama bunlar yaghboya ya da pastel resimler değildi. Karakalemle mı, ya da yumuşak bir kurşunkalemle mi, bilmiyorum, evdeki herke- sin yandan kafalannı çizmişti. Hani eğlence yerlerinde ressamlar vardır, belli bir para karşılığı resminizi çiziverirler, on- lar gibi... O gün salondakı şöminenin önüne Adnan Ağabey'ın çizim tahtasını yerleştirerek ken- dine bir yer yapmış, biz de sırayla gidip kar- şısma oturmuştuk. Bayağı da benzetiyordu. Vedat Başar, her zaman olduğu gibi işin gır- gınndaydı. "Nâzım, sen aç kalmazsın" diye ta- kılıyor, bır panayırda tezgâh açsa günde kaç para kazanacağını hesaplıyordu. O çizimlerin yok olup gıttiğini sanıyordum. Yıllar sonra bir gün Maslak 'ta Adam Yayın- lan'nda otururken, Rasih Nuri tleri'nin üst katımızda, AnaBritannica'da çalışan oğlu Sup- hi Nuri İJeri elınde onlardan ıkısiyle geldi: "Bunlan babam bir sahafta bulup almış, si- ze göstermek istedün." Çok şaşırmıştım... Nasıl olmuş da bir saha- Ne güzel şey hatjrlamak seni: ölüm ve zafer haberieri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Ne güzel şey hatıriamak seni: bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan eiin ve saçlannda vakur yumuşaklığı canımın içi Istanbul toprağının... Içimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti... Parmaklann ucunda kalan kokusu sardunya yaprağmın, güneşli bir rahatlık ve etin daveti: kıpkızıl çizgilerie bölünmüş sıcak koyu bir karanlık... Ne güzel şey hatıriamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek: filânca gün, falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edasındaki dünya... Ne güzel şey hatıriamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine: bir çekmece bir yüzük, ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım. Ve hemen fırlayarak yerimden penceremde demirlere yapışarak hürriyetjn sütbeyaz maviliğine sana yazdıklanmı bağıra bağıra okumalıyım... Ne güzel şey hatıriamak seni: ölüm ve zafer haberieri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... tt&fti fın eline gelmişlerdi? Vedat Başar, Fahamet Teyzemin, Flfı'nın kocası. Leman Teyze ise Fifi'nin çok sevdiği bir arkadaşı, ona da "teyze" derdim. Kadı- köy'deki apartmandayken bizimle otururdu, Mithat Paşa Köşkü'ne de sık sık gelip gece ya- tısına kalırdı. Ötekı resimler kim bilir nerede, kimlerdey- di? Nenem, Fifi, annem. Setma Teyzem, Ad- nan Ağabey, ben, evde kım varsa, hepimiz sı- rayla oturmuştuk Nâzun'ın karşısına. O günün dışında Nâzım'ı resim yaparken gör- düğümü arumsamıyorum. Bir de işte kitap okurken kurşunkalemle ka- paklara, kapak içlerine, kenar boşluklara çi- zimler yapardı. Genellikle gemi, yelkenli, çi- çek, el, göz çizimleri, korkunç suratlar... Resim yapmaya düşkünlüğu Istanbul Tev- kiflıanesi 'nde başlayıp Çankın Cezaevi 'nde tam anlamıyla patlak verdi. Yaghboya, guvaş, pastel, karakalem... Cezaevinin içinden görünümler, mahkûm- lann, Piraye'nın, kendısinin portreleri... Sonra Bursa Cezaevi'nde de arada bir yo- ğunlaşarak sürdü. Sanınm bu onun ıçın dinlendirici, oyalayı- cıbiruğraştı. "Bugünlerde kendimi bütünüyie resme ver- dim" deyip başka her şeyi bıraktığı olurdu. Balaban'ın yeteneğıni sezip gereçlerini ona armağan ettikten sonra resim yapmadığı söy- lenir, ama açhk grevi sırasında Üsküdar Pa- şakapısı Cezaevi'nde kendisini görmeye git- tiğim bir gün, bana akrabası olan Mehmet AH Aybar'ı tanımaktan duyduğu mutluluğu aktar- mış, "BiriiKte resim yapıyoruz, o benden da- ha iyi ressam" demışti. Cezaevinden çıktıktan sonra, Türkiye'de ya da Sovyetler Birliği'nde resim yapıp yapma- dığını bilmiyorum. Piraye'nin resimlerinde Nâzım'ın onun iç dünyasını yansıtmayı çok iyi başardığı kanı- sındayım. Bunu kendisi de biliyordu. 1940'ta Çankm'da yapıp neneme gönderdi- ği pastel bir Piraye resminin altına şöyle yaz- mıştı: "Anne, ancak sen ve ben onu böyle gö- rürüz, veancaksanayahutbana kızdığızaman bu kadar şirin olur." Bir başkasına da şöyle: "Atüğuı taş dediğin kuşu vurmuyor." Çizdıklen Piraye'nın belh durumlardaki gö- rünümleriydi... Annemi tanıyanlar, "İyi vakalamjş" derler- di. Nâzım'ın resimlennde toplumsal bir bildi- ri yoktu. Yalnızca. Bursa Cezaevi'nde yaptı- ğı iki resimde bunu denemiş, doktor kapısın- da sıra bekleyen hastalar ile savaşa giden as- kerleri renklerle etkili kılmaya çalışmıştı. Cesıır, öncü ve üretkendi Samiye ve Hikmet Yararnn (km ve torunu) 1940. Kültür Servisi - Yaghboya, desen. pastel ve suluboyalan sergılenen Ceiile Hanım (Selanik 1880 - Ankara 1956), babası Enver Paşa tarafından çok özenle yetiştirilir. Vals yapmayı, piyano çalmayı, Fransızca ve AJmanca konuşmayı erken yaşlarda öğrenir. Padişahın özel ressamı İtalyan ressam Fausto Zonaro'dan aldığı özel derslerin yanı sıra eğitimini Roma ve Paris'te sürdürür. Ileri düşünceye sahip, çağının çok ötesinde bir kadın olarak karşımıza çıkar Celile Hanım. 1900'lü yıllann başında Istanbul'da güzelliği "duTere destan"dır. Bir düğünde tanışarak evlendiğı HikmetBey'den 1. Dünya Savaşı'nın sonlanna doğru boşanır. Berlin'e giderek yoğun resim çalışmaya başlar. Celile Hanım kırk yaşuıdan sonra Paris'e, resim akademisinde eğitim almaya gider. Daha önce ağu"hk verdiği portre ressamlığmdan sonra bu kez çıplak etütler ve nü resmine yoğunlaşır. Yurda geri döndüğünde ilk Türk kadın ressamlanndan biri olarak yaşarrum Otoportre, kağıt üzerine kanşık teknik. resme adar. Eğitimini aldığı resim tarzuıın Türkiye'de geçerlik kazanabilmesi için nü resmıni hamam resmine. uyarlar.Yaşamınm büyükçe bir bölümünü sıkıntı ve mücadele ile geçiren oğlu Nâzım'a çok defa arka çıkar Celile Hanım. Nâzım'ın Bursa'da geçirdiği hapishane yıllan boyunca ona yakın olabilmek için Bursa'da ev tutar. Düşündüğünden dönmeyen, başı dik bir insan olan Celile Hanım, Nâzım'ın açlık grevi yaptığı dönemde, destek amacıyla Galata Köprüsü üzerinde pankart açarak imza toplar. Çok üretken bir ressam olan Celile Hanım, sabahtan akşama kadar köşesinde zor rastlanır bir titizlikle çalışır. Belli bir yaştan sonra gözlerine katarakt indiğinde resim çahşmalannı sürdürebihnek için üç gözlük üst üste takar. Çok sayıda resim üreten Celile Hannrı, bunlann çoğunu etrafindakilere seve seve dağıtır. Bu yüzden aile çevresi dışında da çok sayıda resmi bulunmaktadır. Özellikle hamam resimlerine çok sayıda talep gelir. Ancak, hamam resimlerini verirken bir koşul öne sürer Celile Hanım: "Bunu yatak odasuıa değil, satona asın lütfen~" KUŞBAKIŞI MEMET BAYDUR Uykusuz Düşler Aşağıdakı satırtarfızik bilımcısı AJan Ughtman'ın "Einstein'ın Düşlen" adlı kısacıkenfes romanından. (Çeviri: Ergin Koparan). "Marktgasse 'de yürûrken insan garip birmanza- rayla karşılaşır. Meyve satıcılannın tezgâhlanndaki çilekler muntazam sıralanmış, şapkacı dükkânın- daki şapkaJar tertemiz istiflenmiş, balkonlardaki çi- çekler kusursuz bir simetriyle düzenlenmiştir. Fın- nın zemininde tek bir ekmek kınntısı görûlmez, pey- nircinin mermeri üzerine bir damla bile süt dökül- memiştir. Hiçbirşey düzeni bozamaz. Neşeli bir çift lokantadan çıkarken masalar eski- sinden daha düzenli. Hafif bir rûzgar caddede es- tiğinde, cadde temizleniyor, toz toprak kentin öbiır ucuna taşınıyor. Dalgalar kıyıyı dövdüğünde nhtım kendinıyeniliyor. Ağaçlardan düşen yapraklar, Vbi- çiminde uçan kuşlargibidûzenle yere ınıyorlar. Bu- lutlar bir araya gelip insan yüzleri oluşturduğunda, bu yüzler bozulmuyor. Birpipo odaya duman sal- dığında is odanın köşesine gidip temiz havaya yer açıyor. Yağlıboyalı balkonlar rüzgân karşılıyor, yağ- mur daha parlak hale geliyor. Gökgürûltüsünün se- si, kınlan vazonun onanlması gibi aynlan parçacık- lannı hassasiyetle bulup yeniden birleştiriyor. Yol- dan geçen tarçın arabasının ardından koku azala- cağına giderek artıyor. Bütün bu olup bitenler garip değil mi? Bu dünyada zamanın akıp geçmesi artan bir dü- zenibiriikte getiriyor. Dûzen doğanın yasası, evren- sel eğilim, kozmikyön. Eğer zaman bir ok ise, ok dûzene yönelmiş. Gelecek bir şablon, düzen, bir- lik, yoğunlaşma; geçmiş ise rasgelelik, kanşıklık, aynşma, israf. Dûşünürler, dûzene doğru biryönelme olmazsa zamanın anlamınıyitireceğini öne sürüyoriar. Gele- ceğın geçmişten aynlamayacağını. Olaylann binler- ce romartdan alınmış rastlantısal sahneler olacağı- nı. Tarih, ağaç tepelerinde akşamlan yavaş yavaş biriken çiğ gibi belli belirsiz olurdu. Böyle bir dünyada, düzensiz evlerinde oturan in- sanlar yataklanna uzanır, doğa güçlerinin pencere pervazlanndaki tozu süpürmesini, dolaplanndaki ayakkabılan düzeltmesini bekleherdi. Belirsiz ışler- de çalışan ınsanlar, programlan düzenlenir, rande- vulan ayarianır, bilançolan çıkanlırken pikniğe gider- lerdi. Rujlar, saç fırçalan, mektuplar, kendi kendile- rine dûzene girecekJerini düşünmenin verdiğirahat- lıkla çantalara gelişigüzel tıkıştınlırdı. Bahçeler hiç budanmaz, yabani otlar ayıklanmazdı. Masalar her akşam temiz hale gelir, akşam yere atılan elbiseler, sabah iskemlelere asılı olurdu. Kaybolan çoraplar yeniden ortaya çıkardı. Kente ilkbaharda gelecek olsanız, bir başka ga- rip manzara sızikarşılar. Çünkü baharda ınsanlarha- yatlannı saran düzenden iyıce sıkılıriar. Baharda in- sanlar gözleri dönmüş bir halde evlenndekı gerek- siz eşyayı atartar. Tozlan süpürür, iskemleleri par- çalar, camlan kırariar. Baharda Aarbergergasse ve- ya başka bir butvara yolu düşenler camlann kınldı- ğını, bağınşlan, havlama seslerini ve kahkahalan duyar. Baharda insanlar düzensiz olarak bir araya gelir, randevu defterierini yakar, saatlerini atar, ge- ce sabahlara kadar içerier. Bu isterik kendini koyu- verişyaza kadar sürer. Sonra ınsanlaryeniden akıl- lannı başlanna toplar ve dûzene gen dönerler." Bu nefis kitapta Einstein'ın 11 Mayıs 1905'te gör- düğü düşü okudunuz. Aslında kendisi de Einstein gibi bir fizık bilimcisi olan Alan Ughtman'ın ona yaraştırdığı bir düşü oku- duk. Bilimsel bir kuramı ya da kuramlan, o kuramın ya da kuramlann özünü bir nebze olsun zedeleme- den düşler aracılığıyla sayfaya dökmek kolay iş de- ğildir. Yalnızca bilimsel ya da yazınsal bir ustalık ye- terii değildir bu zor işi kotarmaya. Bir de görgü ge- rekir bol miktarda! Bu pazar Kuşbakışı neredeyse tümuyle alıntılar- dan mürekkep! Alan Ughtman'ın kitabını kim bilir ka- çıncı kez kanştınp okurken bir başka bilimcinin iki üç hafta önce gazetemızin bılım ekinde çıkan enfes uyansı, soğuk su gibi çarpıyor yüzümuze Görgü ol- madan hiçbir şey olmaz, diyor Sayın A.M.C. Şen- gör. "Türkiye'nin trajedisi, 1946'dagörgüyü ve bil- giyi eğitimin başından kovalamış olmasıdır. Mane- viyatımız diye akıl dûşmanlığı, milli kültürümüz di- ye bağnazlık ve cehalet baş tacı edilmiş, kırsal kûl- türün kara cahillerine halkın geleceğı teslim edilmiş- tir. Sonuç ne maneviyaün ne de milli kültürün ayak- ta kalabılmesi olmuştur. Türkiye tam biruygaıiıkyı- kımı içindedir." Gozterimi yumuyorum, Einstein'ın düş- lerini düşüneceğim, ama Sayın Şengör'un uyansı çın- lıyor kulaklanmda. Düş gormek bıle bir gorgu ışidir bir bakıma. Yönetmen Jack Cardifre 'Yaşam Boyıı Omıp Ödülü' • Kültür Servisi - Ingiliz sinemasının yetiştirdiği isimlerden yönetmen \e görüntü yönetmeni Jack Cardiff, bu yıl^apılacak Oscar töreninde 'Yaşam Boyu Onur Odülü' alacak. Cardiff ilk kez 1947 yılında 'Black Narcissus' filmi ile Oscar ödülüne değer görülmüştü. Daha önce 'Savaş ve Banş', 'Funny' ve 'Ogullar ve Sevgililer' filmleriyle de üç kez Oscar'a aday gösterilmiştı. Yaşam Boyu Onur Ödülü alan isimler arasında Federico Fellini, Deborah Kerr ve Kirk Douglas da bulunuyor. 86 yaşuıdaki Jack Cardiff, görüntü yönetmeni sıfatıyla bu ödülü alan ilk kişi olacak. MüjdatfiezenSanat Merkezi'nden Melih Cevdet Anday'a ödül • Kültür Servisi - Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nin (MSM) eğitim verdiği yedi daldaki 'MSM Sanat Odülleri'nin üçüncüsü sahiplerini buluyor. 'Yazarlık ve Yaratıcılık' dalındaki ödüle bu yıl yazın sanatma katkılanndan dolayı Melih Cevdet Anday layık görüldü. Evrensel alanda tiyatromuza 'Mikado'nun Çöpleri', 'Içerdekiler', 'Ölümsüzler' gibi önemli oyunlar kazandıran Anday'a ödülü. 7 Şubat Çarşamba günü Büyükada'daki evinde düzenlenecek bir törenle verilecek. (346 51 09) BUGÜN • CEMAL REŞİT RE Y KONSER SALONlTnda I. Uluslararası Barok Günlen Kapsammda saat 17. 00'de Cristopher Czaja Sager'in piyano resitali, saat 20.00'de ise Ayşe Nil Menteş - BüJent Evdl'ın flüt dinletileri izlenebilir. (232 98 30)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle