25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 KASIM 2000 PAZARTESİ OLAYLAR VE G O R U Ş L E R olay.gorus@cumhuriyet.com.tr Yolsuzluk Uzerıne Prof. Dr. BetÜl ÇOTUKSÖKEN Maltepe Üni. Fen-Edebiyat Fak. • rısandünyasına birbirinden çok ay- I n düşünsel-btlgisel etkinliklerle bakabiliriz. Bu etkinlikler içinde özellikle felsefe, tekil olanla (du- rum), kavramsal ve dilsel olan (tümel) arasındaki gerilimli iliş- kiyi ınceleyen bir bilgi alanı olduğu için, ulaştığı sonuçlar bırçok düşûnsel çabaya katkı sağlayacak boyuttadır. Böyle bir katkının yanı sıra, felsefi bakışın doğru- dan ınsan gerçeğine kazandırdığı, "dün- yaya (varolana) bakç" ve "dünyada du- ruş" bağlamında çok büyük önem taşı- maktadır. Her şeye felsefe açısmdan bakabildi- ğimize göre, "yoisıızluk" gibi bır olgu- ya, bir soruna da bu açıdan bakmamız ola- sıdır. Felsefenın kavramsal ayırunlar yap- ma konusundaki titiz tutumu bizler için uyancı olabüir, hatta obnahdrr da. Insan- lar arasındaki kimi ilişki biçimlerini gös- termek üzere kullandığımız "volsuzhık" terimini/kavramını felsefe açısından bü- yüteç altına aldığımızda neleri görebüi- riz? Kuşkusuz kavramın ve dile yansıyan bıçimiyle terimin, sözcüğün salt dilsel çözümlemeleri de yapılabilir; dilbilimci- ler, anlambilımcilerbu çabayı üstlenebi- lirler. Kavramın özellikle insanlararası "kimi ilişkilerde" ortaya çıkması gibi bir ayırt edıcı özelligi de vardır. Günümüz- de de bu ilişkılenn çoğu, çıkara dayalı iliş- kilerdir; maddesel tabanı olan ılişkılerdir ve yine önünde sonunda bu tabana yöne- len S'UAJI"' elde etme çabalandır. Kavram, toplumbai yap: ınndeki kimi hak edil- memiş durumlann, yapılaruı »dnki hak edi- Iiyormuş gibi yeni bır kılığa büründürül- mesine de ışaret etmektedir. Bu bakım- dan kavram büyük ölçüde, etik ve hu- kukla da bağlantılıdır. Felsefi tutum, kavramın ve ardmdaki olgunun çok yönlülüğünü ilk ağızda bi- ze sezinletebilir. Ancak daha derinleme- sine iş gören bir felsefi tutum ise olgu- yu, oluşma koşullannı da gözler önüne serecek biçimde ele alabilir. "Yolsuz- tak"un ortaya çıkma koşullan içinde en asal olan yön, tek başına insanın böyle bir tutum içinde olamayacağına ilışkindır. Tek başına ınsan, bu terimle nitelenen bir oluşumu yaşama geçiremez, gerçekleş- tiremez. Oyleyse, ancak "biney* olma aşa- masında, yani toplumsal ilişküerde, top- lum-birey dinamikleri içerisinde böyle bir durum ortaya çıkabilir. Böyle bir or- tamda artık, birey-bırey, birey-grup, bi- rey-kurum; grup-birey, kurum-birey iliş- kileri bağlamında, "yolsuzhık" diye ni- telenebilecekyapılar, durumlar, oluşum- lar meydana gelebilir. Ükbakışta bu ilişkilerin edımcısı (ak- törü) olarak ortaya çıkanlarm birer ''ki- şi'' ve "yurttaş* olmasından söz edile- bilir. Günümüzün toplumsal örgütleni- şinde bu, bir bakıma böyledır: Bu insan- lar toplum içinde, belli etik ilişkiler bağ- lamında kişi; yine toplum içinde belli hu- kuk dizgeleri içinde ve toplumun devlet adı verilen bir yapı olarak kurumlaşma- sından dolayı da "yurttaş" olarak kabul edilebilirler. Ama aslında bu tür oluşum- lann öznesi konumunda olan "insanlar, bireyler, birer kişi midir, yurttaş mıdır" sorusunun sorulması gerekmektedir. Bir başka soru daha sorulabilır: "Bu birey- ler, gerçekten çağcıl (modern) ve çağdaş ilişkilerin taşryıası mıdır?" Öyleyse, bu- rada benimsenen ana yaklaşım ya da ana- sav da bir bakıma ortaya çıkmış oldu: Yaptığı işler, kurduğu ilişkileT, elde ettı- ğı kazançlar (maddı, manevi, paraya, ser- vete ilişkin olarak; daha üstün bir toplum- sai »tatü clde etmeye ılişkın olarak) "hak edilmemişlik" kavramıyla, nitelemesıy- le birlıkte gidıyorsa böyle bir eylemin ta- şıyıcısı olan insan ne kişidir ne de yurt- taşur, ne çağcıl ne de çağdaştır. Böyle bi- ri, toplumda salt bireydir; her nesnenin de önünde sonunda bir birey olması gi- bi: ancak bunun somut bir biçimde gös- terilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda "idşT, "yurttaş", «çağ- cü", "çağdaş" kavramlannırı özgül ay- nmlannı. onsuzolunmazlanru çözümle- mek büyük önem taşımaktadır. Kişi, ey- lemlerinin hesabuu açıkça verebilen, so- rumhıhıklannı yüklenebilen bireydir; etik ilişkinin. etik değerlerin taşıyıcısıdır; tüm eylemlerine, temelde etik ilişkinin, bilgi- nio, etik değerler bilgtsinin eşjik eröği bi- reydir (1). Bütün bunlan gerçekleştirdiği için de ozgürdür; özgürtüğün taşmcısıdır. Oysa, yolsuzluk gibi hak edilmemişükte- ri (kuşkusuz burada toplumsal örgütien- meyi ayaktatutan etik yapı ve hukukdü- zeninin beiüiemeleri öİçüttür) gerçekleş- tiren biri, bu hesap verme işine ne etik ne de hukuk bağlamında girişemez: ancak durum nesnedüzenine taşındığında, baş- ka bir deyişle bir konu haline geldiğinde, eyiemin taşryıasına hesap sorulabiBr: böy- le biri, bir kişi olmadığından kendi ken- dine ilişkin hesap sorma ve her şe>den önce kendine hesap verme işine girişe- mez. Etik ilişkilerin ön planda tutulma- dıgL, yurttaşlık bilincine dayah hukuk dü- zeninin olmadığı ya da iyi iştemediği top- lumsal ortamlarda, hesap sorma işine de pek girişUemez. Zaman zaman böyle bir hesap sorma işine guişiliyormuş gibi gö- rünmesüıe karşın, çabalar göstennetik olmaktan öte>e geçemez; uzun soluklu olamaz ve kısa zamanda neredev se her şey unurulur ve henüz kişileşmemiş bireyler asnnda içgüdusel düzeydetd yaşamlan- m, bu arada çağcıl olanaklan da en iyi bi- çimde kullanarak sürdürürier. Yaşamı, geleneksel olan ölçütlerle ya da çağcıl ve çağdaş ölçütlerle kurmak, dü- zenlemek arasındaki farklar son derece çarpıcıdır. Çağcıl olarak nitelenen araç ge- reçlenn kullanımı, bılımin sonucu olarak behren teknolojinin günlük yaşamda ağu-- lıklı olarak yerini alması. bır insanı. ger- çek anlamda "cagal kişi" yapmaz. Ala- in Touraine'ın Modernliğin Eleştirisi ad- lı yapıhnda yer alan şu düşünce, bizler için son derece uyancıdır: "Modern toplum- dan söz edebümek için bilimin teknolojik uygutamalannm oimasıyeteıü değOdir. Bu- na ek olarak entelektüel etkinliğin siyasal propagandalar ya da dinsel inançlardan korunmasu yasalann tarafsızhğınm kişi- leri torpik, adam ka>ırmaya, particiüge ve volsuzluklara karşı korumasu kamu ve özelyönetimlerin kişisel bir iktidann ara- a halinegehnemesi, üpkı ldsisel servetier- le devletin ya da işletmekrin bütçelerinin birbirinden ayn rurulması gibi özel ya- şamla Kamu yaşammın da birbirinden aynlması gerekmektedir" (2). Buradan da anlaşıldığı gibi, konumuz- la olan bağlantının ışığmda, "yobuzhık" kavTamı çağcıl yapılanmalarda belli bir imlemı (referans noktası) olan bir kavram- dır. Çağcıl olmayan, geleneksel ilişkile- rin, yaşama biçemlerinin geçerli olduğu ortamlarda ya "vobuzhık" diye bir belLr- leme söz konusu değildir ya da olsa olsa böyle belirlemeler, bu türden niteleme- ler, nesnel dayanaktan yoksundur; büyük ölçüde iktıdan tek başına ya da birgrup adına elinde bulunduramn öznel yaşama kurallanna göre değerlendirilen, içi dol- durulan bir kavramdır. Çok sonraki za- man kesitlerinde "yobuztuk" diye görü- lebilecek bu kavram ve ad altında yapı- labilecek değerlendirmeler, tam tersine yö- netimi elinde bulunduranlann doğal hak- kı olarak görülebılir. Ancak ıktidarlann kimi zaman zorla el değiştirmesinde, bü- yük çıkar çatışmalannın oluşması halin- de "yobuzhık" gibi bir kavrama başvu- rulabüir. Ama bu durumda toplumun bü- yük çoğunluğu, daha baştan yönlendiril- mektedir; sağlıklı değerlendirmeler böy- le bir ortamda hiçbir biçimde söz konu- su değildir. Yolsuzluk adı verilen ilişkiler toplamı bir varolan olarak öteden beri var kuş- kusuz; ama onun olgusallaştınhnası, far- kına vanünası, bir bakıma adının konul- ması, ne denli yaygın olduğunun anlaşıl- ması, ancak bıreylerin kişi ve yurttaş ola- rak ortaya çıkmalanyla olanaklı oknuş- tur denebilir. Vanlan bu nokta şöyle özet- lenebüir: Yolsuzluk varoluşça, yapıca, geleneksel formlann bir ürünü; ancak salt o yapı içinde kalındığında son dere- ce olağan bir durum. Ne zaman ki gele- neksel formlar aşınmaya ve aşılmaya baş- lamyor, özellikle gittikçe "shiDeşen" bir devlet yapısı oluşmaya başlıyor, işte o zaman, vaktiyle olağan sayüan durumlar yenı kavTamlarla ve terimlerle açıklanma- ya başlanıyor: Artık kimi eylemler *yol- suzluk" olarak niteleniyor. Oysa salt va- roluş bakımmdan, olgusal düzlemde bır farklıkk yok; ama asü değişimkavram pla- nında, düşûnsel düzlemde gerçekleşiyor. Öyleyse bir şeyin varolması ıle o varola- nm bılinmesinı, anlaşılmasını; bu düz- lem farkıru iyice açığa çıkarmak gereki- yor. Kuşkusuz en büyük sorun da, olup biteni yeni kavramsal yapılarla gün ışı- ğına çıkaran, ama öte yandan da alışılmış kalıplann dışına çıkmakta direnen toplum- sal yapılarda yaşamyor: Bireylerin bü- yük çoğunluğunun ve yöneticilerin henüz kişi ve yurttaş aşamasına gerçekten yük- selmedığı toplumlarda yaşamyor. Günümüzde katı hiyerarşiler yok gibi görünüyor bir bakıma; ama ne olursa ol- sun, önce yöneticiler, modernliği ve çağ- daşlığı yaşama geçirme şansı olan "kişi'' ve "yurttaş" olmahdırlar; önce kendile- rine hesap sormayı ve yine önce kendi- lenne hesap vermeyı başarabilmelidir- ler. Çünkü toplumda az ya da çok söz sa- hibi olan insanlar, bireysel eksenlerinin dışına çıkmadıkça ne yolsuzluklann so- nu gelecek ne de toplumlann acılan bi- tecektir. (1) Bh. ioanna Kuçuradi, Etik TürHye Fel- sefe Kurumu. Türk Felsefesı ya da Sımurg Dizisı, (Ihnci Baskı), Ankara 1996 (2) Alaın Touraine, Modernliğin Eleştırisi, Çeviren: Hülya Tufan, Yapı Kredi Yavınlan, Is- tanbul, 1994, s. 24. ARADA BİR Prof. Dr. COŞKU1N TECtMER Hematoloji - Onkoloji Uz., KadirHas Üni. Tıp Fak. Kanser Üzerine Bir Açıklama Bır süredir. Etyen Mahçupyan köşesinde kanserin nedeninın pleomorfik bır bakterı olduğunu ve ABD'de- ki Livingston Klıniğı'nde uyguianan değişik bir sağal- tım (tedavi) yöntemiyle hastalann yüzde 85'inin iyileş- tiğını yazmaktadır. Yine yazarın ıddiasına göre ıla^şir-., ketleri bu gerçeği dünya kamuoyundan gizlemekte, da- ha çok kazanabilmek için kemoterapi gibi pahalı bir tedavi yöntemini öne çıkarmaktadırtar. Kanser gibi çok komplike ve bilinmeyenleri olduk- ça fazla olan bir konuda bu tür iddialar ne ilktir, ne de son olacaktir. Kansere kesin çözüm bulununcaya de- ğin seçenek sağaltmı (altematif tedavi) uyguladığını ve kanseri iyileştirdtğini söyteyen klinikler ve bunlann savunuculan olacaktır. Etyen Mahçupyan'ın iddialan da bu bağlamda de- ğerlendirilebiür, üstünde pek fazla durulmayabilirdi. Ancak bunu yüzbinlerce kanser hastasının bulundu- ğu bir toplumda yüksek sesle sürekli olarak söyleme- si, birçok hastada tedirginliğe yol açmıştır. Bu neden- le bu yazıyı yazmak bir onkoloji uzmanı için zorunlu bir görev olmuştur. Günümüzde bilimsel bir konuda görüş ileri sürerken bunun bir dizi çalışmayla dogrulanması, tekrarlandı- ğında da aynı sonuçlann alınması gerekir. Tıp tarjhi bü- yük iddialarla ortaya çıkan birçok sağaltım yöntemi- ne tanıklık etmiş, ancak bunlar tekrarlanan denef mli çalışmalarda benzer sonuçlar alınamadığı için terk edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında onkoloji, sürekli ola- rak değişik tedavilerin denendiği, bunlardan büyükçe bir kısmının reddedildiği bir aJan olmuştur. Bu tedavi- lere değişik kemoterapi ilaçlannın yanı sıra beslenme, vitamin, aşı, psikolojik tedavi gibi seçenek yörrtemler de dahildir. Onkolojide bir sağaltımın standart olarak kabul edi- lebilmesi için üç aşamalı bir plandan geçmesi gerekir. Biıinci aşamada hiçbir umudu kalmamış kanser has- talanna bir ilaç -hastanın da onayı alınarak- giderek artan dozlarda verilir. Hastalann ilacı tolere edebilece- ği miktar sağaltım dozu olarak kabul edilir. Ikinci aşa- mada, sağaltımda etkili olduğu düşünülen ilaç bir grup hasta üzerinde uygulanıp yeteıii süre izlendikten son- ra sağattım oranlan tespit edilir. Üçüncü aşama araş- tırmalarda ise rasgele seçilen hastalıklı bir gruba yeni ilaç uygulanırken aynı hastalığı ve özellikleri olan de- netim grubuna eski sağaltım verilir. llacın eski sağal- tıma göre başanlı olduğu gösterilirse standart sağal- tım olarak kabul edilir. Etyen Mahçupyan, Livingston Kiiniği'nin küçük bir klinik olduğunu, sonuçlannı ya- yımlamadıklannı, yayımlasalardı daha iyi olacağını yaz- maktadır. Konu yayımlasaJardı daha iyi olurdu" ile ge- çiştirilemeyecek kadar ciddidir. Madem böyle bir id- dia vardır, bu klinik ya da bunlann savunuculan bilim- sel yöntemlere uygun olarak yaptıklan çalışma sonuç- lannı açıklamak zorundadırlar. Yüzde 85 oranında te- davi edildiği söylenen hastalar kimlerdir? Ne çeşit kan- serleri vardır? Hangi tip ilaç, hangi dozda, ne süreyle verilmiştir. Tüm kanserier aynı oranda mı sağaltılmış- tır? Hastalar ne kadar izlenmiştir? Denetim grubu kul- lanmışlar mıdır? Ben, bunlann hakemli dergilerde çı- kan ve tekrarlanan çalışmalarda benzer sonuçlannın alındtğı biryazısını anımsamıyorum. Bu sonuçlann ilaç şirketleri tarafından resmi tıbbın temsilcileri günümüz onkologlanna ulaştınlması bir şekilde engelleniyorsa iddia sahiplerinin internet aracılığıyla bunlan duyurma- lan uygun olur. Yoksa tüm söylenenler spekülasyon- dan öte bir anlam taşımaz ve bilim dünyasında kabul edilmez. Kanser hastalannı kendi kör inanç ve hırsla- n için kullandıklan izlenimine yol açar. Etyen Mahçupyan bir yazısında "Altematif kuramın sahiplerinin öldüğünü, bu yüzden altematif kuramın artıkmakaleyayımlayamadığını"sQyüfyor. Bu iddia gü- lünç olduğu kadar yanlıştır da Bir kuram güçlü ise, bir ekol ya da okul olabilmişse öğrencileri tarafından ya- şatılmaya devam eder. Kaldı ki seçenek (altematif) sa- ğaltımla ilgili çalışmalar değişik merkezlerde denen- mektedir. Şu ana değin yayımlanan makaleler; bes- lenme, vitamin, aşı (bakteri aşısı değil) gibi yöntemle- rin standart sağaltım olarak kabul edilebilecek bir ba- şanda olmadığını göstermiştir. Günümüz yöntemleriy- le tedavi edilebilecek hastalarda "altematif tedavi" yöntemlerine kalkışmak en hafrf deyişle bilimsel ah- laka uygun olmayan bir davranış olur. Sokrates'in Savunmasının Sonu al ŞÖHRET DİRLİK Emekli Ögretmen "Sizden dilevtceğim bir şe>'daha kakh: Çocuk- larun büyüdükleri zaman Atinahlar, erdemden çok zenginJiğe \-a da beazeri herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizink na- sıl uğraşmışsam, siz de onlaria ö\ le uğraşın. On- lan cezalandınn; kendilerine, kendilerinde ouna- yan bir deger verir, önem vermeleri gereken şe- ye önem vermez. bir hiç olduklan halde kendi- lerini bir şey sanuiarsa, ben sizi nasıl azarlanuş- sam, siz de onlan öyle azariayın. Bunu yaparsa- nız bana da, oğuüanma da dogru davranmış oiursunuz. Artık aynlmanın zamanı geldi, yolumuza gi- delim; ben öhneye, siz yaşamaya. Hangısi da- ha iyi? Bunu Tanndan başka kirnse bilemez." Bu sözlerden sonra kendisine verilen baldı- ran zehirini içerek ölür. Sahi siz Sokrates'in Savunması'nı okumuş muydunuz? Platon'un bu eşsiz eserini vakit ge- çirmeden okuyım. Ölürken, çocuklannm, iyi terbiye edilmesini istiyor "Ev, apartman, yat, kat, tarla, tokat, bankada yüklüce bir hesap—" demiyor da: çocuklannın ıyı terbiye edilmesini istiyor ısrarla. İşte erdemlilik bu. Hakısz yere ölüme mahkûm edihnesini hoş kar- şılıyor. Öğrencilerinin kendisını kaçırma teklif- lenne de, "Ben sizeAtina kanunlanna karşı gel- meyi mi öğrettim?" diyerek karşı çıkıyor. Şimdi hapisten kaçanlara yardım edenleri, kı- sa zamanda aklanıp paklananlan, malı götüren- len gözümüzün önüne getırelim. Ağlanacak bir durum değil mi? İŞ, İŞ, İŞ Bîraz da TV izleseniz? CIMBC-e DÜNYANIN BIR NUMARALI EKONOMI KANALI. IZLEYIN. KARLI CIKIN. CUMHURİYETTEN OKURLARA ORHANERtVÇ Bakan Yaiova'nn Başı Kel mi? İçi boşaltlarak talan edilen bankalar sorunu nede- niyte hızlandıntan kamu bankalannın özelleştirilmesi gi- rişimini anlatmayı geçen hafta kaldığımız yerden sür- dürelim. Anımsayacağınız gibi koalisyon protokolü uyannca, kamu bankalanndan Emlak Bankası MHP'nin, Ziraat ve Halk bankalan DSP'nin, tam kamu bankası statü- sünde olmayan Vakıflar Bankası da ANAP'ın payına düşmüştü. Hükümet, kamu bankalan için hazırladığı tasanda da aynı payiaşımı sürdürdü. Üstelik, bu bankalar için yetkili kıldığı devlet bakan- lanna, bugüne kadar ömeği görülmemiş bir de kıyak çekti. Tasannın 3. maddesinin 5'inci bendine, "Bankalar- daki kamu hisseleri bankanın ilgili olduğu bakan ta- rafından temsil edilir" ibaresi ekleniverdi. Bu hükmün sonucu çok açık: İlgili bakanlar bir an- lamda hiçbir bedel ödemeden banka patronu olacak- lar. Eh.. Bize de yakışır doğrusu. Bankalar anonim şirket olarak örgütlenmişler ama, başlannda artık bir patronlan olacak. Bütün hisseleri kamuya ait olduğu için de genel kurullan da tek kişi- lik duruma gelecek. Bakanlar lütfedip ariyet hisse ve- rirterse canlannın istediği kişiler de genel kurullara gi- rebilecek. Türkiye Cumhuriyeti'nin 77 yıllık geleneğinde kamu paylan ve çıkarian söz konusu olduğunda tek yetkili sayılan Hazine de bu nedenle devre dışı bırakılıyor. Kamu bankalannın özelleştirilmesinı, politikacılann ellerini bankalardan çekmelerini savunanlann da elle- ri böğürlerinde kalıyor. Çünkü politikacılar, banka yönetimlerine baskı ya- parak eşe dosta ya da yandaşlara olanaklar sağlamak- iayetinmeyip, doğrudan yetkili olarak dizginten efleri- ne almayı yeğliyorlar. Oysa yürürlükteki 233 sayılı Kanun Hükmündeki Karamame, bu yapılanın tam tersini öngörüyor. 1984 yılında çıkanlmış olan söz konusu karamame kamu ban- kalannın özelleştirilmeden önce özerkleşmesini zo- runlu kılıyor. Kılıyor da kim dinliyor... Tasan yasalaşırsa devlet bakanlan Recep önal, Hüsamerbn özkan ve Faruk Bal, sırasıyla Ziraat Halk, Emlak bankalannın ilgili bakanlanyken patron ba- kanlan olacaklar. özelleştirme tamamlanmadan 58'inci hükümet ku- rulursa, yerlerine gelecek bakanlar aynı yetkiyi üstle- necek. Bu demektir ki koalisyon çalışmalanndaki ba- kanlık payiaşımı pazarlıklan daha kıran kırana olacak ve politikacının elleri kamu bankalannın üzerinden ek- sik olmayacak. Kamu bankalan için öngörülen uygulama, sıra, ser- mayesinin büyük kısmının kamuya ait olduğu Vakıflar Bankası'na gelince değişiyor. 16 Haziran 2000 tarihi- ni taşıyan tasan bu kez Vakıflar Bankası'nın patronu olarak Başbakan'ı yetkilendiriyor. Bankanın Genel Mü- dürü doğrudan "Başbakan tarafından atamr" diyor. Ya- ni şu andaki yetkili Devlet Bakanı Yüksel Yalova'nın, Vakıflar Genel Müdürtüğü eliyle kullanacağı yetki kal- dınlıyor. Vakıflar Bankası'nda üç grup pay senedi var. Vakıf- lar Genel Müdürfüğü'ne ait olanlar CV) gnjbu, mülhak vakrflara ait olanlar (B) grubu pay senetlen. C grubun- daki pay senetleri ise gerçek ve tüzelkişı ortaklarda Vakıflar Bankası'nın özelleştirilmesinde izlenecek yöntem de kendine özgü. önce mülhak vakrflara ait olan pay senetleri satılacak. Ondan sonra kamuya ait (A) grubu hisselerinin satışına geçilecek. Önce "mülhak vakrf" kavramını özetleyelim. Vakıf- lar, vakfı kuranlartarafından düzenlenen senette açtk- ça tanımlanan kişiler tarafından yönetilir. Ancak yüz- lerce yıl önce kurulmuş vakıflann, kuruculann soyun- dan gelenlere bırakılmış yönetimlerinde boşluklar do- ğar. "Mütevelli" denilen yönetici ya da yöneticiler d - mazsa, yönetime Vakıflar Genel Müdürlüğü el koyar. Vakfı çalıştınr, harcamalan yapar ve gelirden artan olur- sa vakrf kurucusunun soyundan geldiğini kanrtlayana payiaştırarak öder. Vakıflar Genel Müdüriüğü'nün bu- radaki rolü özel bir vakfı, vakrf senedine göre çalıştır- maktır. Vakıflar Bankası'nın özelleştirilmesi olayı işte bu özel hisselerin özelleştirilmesi ıle başlatılıyor. Peki bu va- kıflann hak sahiplerinden (örneğin Harirîzade Hacı Hüseyin Ağa Vakfı) izin alınmış mı? Bilen varsa beri gelsin. Koalisyon hükümetinin çoğu kendinden menkul ba- şanlanna, özel hisselerin özelleştirilmesini de ekleme- si doğrusu hepsinden büyük bir başandır. Ancak bu paylaşımda ANAP'ın devre dışı bırakılmış olmasına ne demeli? Vakıflar Bankası'yia ilgili Devlet Bakanı Yüksel Ya- lova'nın başı kel mi? • önümüzdeki pazartesiye kadar gönlünüzce bir haf- ta geçirmeniz dileği ve saygılanmızla. oerinc@cumhuriyetcom.tr Emin Çölaşan'ın Yeni Kitabı Cıktı!.. r Emin A / / ıı I) (; ı n ı - ıl tı n ı s t e n ı r ı z A KcmurScA.27/106640Kizılay/ANKARA Ö M ! Î Tet:(0312)4193826-27Faks:(0312)4175668
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle