Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMHURİYET/10 PAZAR YAZILARI 21NİSAN1991
Paris'ten
Marlon, Tarita'ya
nasıl tutuldu?
Marlon Brando, inat alınlı, şehvet dudaklı, cesur
bakışlı... Üç kere evlendi, 9 çocuğu oldu.
Esmerliğe ihanet etmedi.
MİNE G. SAULNIER
PARİS — Paris geceleri ka-
ranük olmaz. Geceyansı uyanır,
pencereden sızan ışığa kanıp sa-
bah oluyor sanırsınız. Uzaktan,
Seine nehrinin 'sol' yakasında-
ki Beau Grenelle gökdelenleri-
nin ışıkh hayaletleri gözkırpar-
lar yamlgınıza. Hep aldatır in-
sanı Paris. Şakacıdır. Utangaç
bir gülücük açar içinizde. Üstü-
nüze bir hırka atıp, sessizce ka-
patıp kapıyı uykulu evin üstüne,
Seine nehrine doğru yürürsü-
nttz. Işte Grenelle köprüsü:
Amerika'ya ünlü Hürriyet Anı-
tı'nı armağan eden Fransızlar,
heykelin minik bir kopyasını bu
köprünün ortasına, Atlantik'e
koşan Seine'in üstüne dikmişler.
Acaba kaç kişi Grenelle köp-
rüsünden atlayarak intihar et-
miştir, güzelim Seine nehrinin
duygusuz sulanna?
Kuşkusuz hiç kimse.
Paris'te Seine nehri, çok
umutsuzun cesedini sürüklemiş-
tir, ama Seine nehrine beyaz taşh
ve Napolyon zamanından kalma
korkuluklar aşılarak atlanır öl-
mek için. Köprülerden değil.
Sinemalartn yalancısıyız.
Bunları düşüne düşüne, bir
gece yarısı ayaklannız yüzyıllık
yosunlann kapladığı arnavut-
kaldınmlı Seine kıyılarına indi-
rir sizi. Nehir, bir yılan sessizli-
ğiyle akmaktadır, arnavut taşlan
kaygandır. Özel olarak dertli de-
ğilsinizdir, ama ölümle yaşam
arasında gidip gelir yine de sa-
lıncak. Oysa Eyfel Kulesi tam
karşınızda ve iyi ki ışıkb geceli-
gini giyinmiştir.
Eyfel Kulesi'nin alt kaidesini
oluşturan kavisli dört ayağan bi-
çimini, rnimannın bir kadın jar-
tiyerinden esinlenerek çizdiğini
anlatır kimi Parisliler. İddia,
doğruluğu aranmayacak kadar
güzel olduğundan, olduğu gibi
bırakümalıdır. Az ileride ansızın
'Bir Hakeim' köprüsü çıkıverir
karşınıza. 1942'de, Libya çölle-
rinde, Alman ve Italyanlara kar-
şı direnerek Ingiliz kuvvetlerine
katılmayı başaran Fransız dire-
nişçilerinin anısını yasatır 'Bir
Hakeim' köprüsü. Ama en
önemlisi, Paris'te son tangosu-
nu yapan Marlon'un, Maria'yı
sevdiği esrarb apartman dairesi-
nin, görüş açısı içinde bulun-
maktadır.
öyle midir gerçekten? önemli
değil, belki de sizin aklınızda öy-
le kaimıştır. Bir gece saat birde,
Paris'te Seine nehri üzre ve ös-
tüste ayak seslerinizin yalnızlığı-
na kulak vererek Bir Hakeim
köprüsünün soğuk iskeletine tır-
manıp o evin pencerelerini arar-
sınız.
Marlon Brando... tnat alınlı,
şehvet dudakb, cesur bakışlı, Ih-
tiras Tramvayı. Birinci kansı
Hintli, ikincisi Meksikab, üçün-
cüsü Tahitiliydi. Kadmlara etti,
ama esmerliği ihanet etmedi.
Dokuz çocuk yaptı onlarla... En
çok, Cheyenne'in annesi Tarita
1
yı sevdi.
Nasıl secmişti bilir misiniz Ta-
rita'yı? Yıl 1961. Lewis Milesto-
ne ve 'Bounty tsymncdan' (Ge-
mide Isyan diye her zamanki gi-
bi saçma bir adla çevrUmişti
Türkçeye) ekibi, Tahiti'de film
çekimine 'başlayamamaktadır.'
Marlon Brando, bismillah de-
meden 6 tane senaristi işten at-
tırır, iki yönetmenin istifasını
sağlar ve henüz tek karesi çeki-
lemeyen 'Bounty'nin bütçesinde
birkaç milyon dolarbk bir delik
açar. Son kapris olarak, dişi sta-
n kendisi buhnaya karar verir.
Adanın en güzel bir düzine kı-
zını toplar ve onlarla bir otel
odasına kapanır.
Akbmza geleni yapmaz, ha-
yır... Kendisini balkondan atar
gibi yapar. Kızlann hiçbiri bir
heyecan belirtisi göstermeyince
hepsini kapı dışarı eder. Fakat
ertesi günü 19 yaşında, güzeller
güzeü bir Tahitiliyi, Lewis Miles-
tone*a şu sözlerle takdim eder:
"Adı Tarita. 170 yıl önce Bounty
isyanının etebaşısı, işle böyle bir
kıza tutulmuştu."
Marlon da Tarita'ya tutulur.
Tahiti'de bir ada alır ve oraya
yerleşir. Bir oğul, bir de kızlan
olur Marlon ile Tarita'nın. Mar-
lon en çok kızı Cheyenne'i sever.
Cheyenne şimdi bir akıl has-
tanesinde. Ağabeyi Christian, 10
yıl ağır hapis. Marlon Brando,
geçen mart ayı Tahiti'deki ada-
sı Tetiaro'yu Japon işadamlan-
na sattı. Kızılderililerin onuru-
nu kendince ve sonuna dek sa-
vunan Zapata'run son sığmaydı
Teüaro.
Hep düşünürsünüz, bilirim.
Kendi düşlerinden yola çıkarak
'Son Tango'yu yazan Bertoluc-
d mi daha yakışıkbdır, yoksa
'Son Tango'da ilk kez kamera-
ya bu denli teslim olan Brando
mu diye.
Bilmem.
Bir Hakeim köprüsüne bakan
pencerelerde gizli bunun cevabı.
Âssuari'dan
Ağa Han'atek bir gül
BU AŞKIN ÜRÜNLERİ -Marlon ile Tarita'nın aşklannın iininlerindeıı Cheyenne şimdi aiul hasta-
mesinde, Christian da hapiste.
Elaphantine adasının pembemsi kumlan üzerinde
yükselen Ağa Han'ın mozolesine eşi Begümher
gün bir kırmızı gül bırakıyor. Assuanlılar ise bıınu
hiç anlamıyor.
önce uzun palmiye ağaçlannın
egzotik siluetleri su üzerinde ga-
rip etkiler yaratıyor. Karşıda,
Elaphantine adasının pembem-
si kumlan üzerinde yükselen
Ağa Han'ın küçük bir Taç Ma-
hal'i andıran mozolesi bu egzo-
tik günbatımında bir masal öğe-
si gibi duruyor. Içi fildişinden
yapılmış Kuran süreleri oymala-
nyla süslü olduğu anlatılan mo-
zolenin hemen altında Ağanın
karısı Begum'ün evi bulunuyor.
Begüm ya da bahçıvanı her gün
Ağa'nın mezanna bir kırmızı
gül bırakıyor. Assuanlılar bunu
hiç anlamıyorlar. "Ağa Han"di-
yorlar 'Begüm'e ağırhğı kadar
para bıraktı. O buna karşılık ko-
casına bir tek gülden fazlasını
layık görmuyor.."
Assuan halkının anlamadığı
tek şey Ağa Han'ın mezarının
üzerinde her gün solan tek gül
değil. Turistlere "feluca" turu
yaptıran fellahlar her zaman tu-
ristlerle dolu olan Nil'in aldığı
bu garip inükamı hiç anlamıyor-
lar. Assuan'la Kahire arasında
nehirde gidip gelen yüzen-otel
tarzlı 180 geminin şimdi yalnız
onda biri çahşıyor. Bolluk gün-
lerinde aşırı dolu gidip gelen ve
arada bir de devrilen bu 4-5 katb
gemilerin çoğu şimdi kıyıda bir-
NtLGÜN CERRAHOĞLU
ASSUAN — Körfez savaşının
stenmeyen etkileri, "Old
Cataract" otelinin akşam çayla-
rmda servis yaptığı bayat biskü-
vilerde kendisini hissettiriyor.
\gatha Christine'nin Nil üzerin-
de kurduğu polisiye öyküleri ile
unlenen; hatta terasında yazdı-
|ı "Nil'de Cinayet" ile dünyanın
efsanevi otelleri arasına giren
"Old Cataracf'ta turistlere şim-
diye dek böylesine bayat biskü-
vi çıkarıldığı görülmemiş. Ama
Arap tara kemerleri ve yüzyıbn
başından kalma salonlarıyla ün-
lü otelin resepsiyonunda da "Va-
cant Rooms" (Bos Oda Vardır)
yazıyor. Ve restoran "Club
1902"de ise hep aynı "tika usu-
lü tavuk" servis ediliyor.
Bu tip "küçük aksaklıklara"
rağmen bizim gibi Körfez sava-
şı sonrasının ilk Nil yolculuğu-
nu yapan birkaç talihU turist te-
rasta yaşamlanrun en güzel gün-
batımını içlerine dolduruyorlar.
Akşamüstü altı ile yedi arasın-
da güneşle birlikte Nil'in renk-
leri de kurşuniden gümüşiye,
turkuvaza, mor, pembe ve tu-
runcuya dönüşüyor. Bir kelebek
hafifliğinde yol alan sessiz "fe-
luca"lann bembeyaz yelkenleri.
biri ardına demir almış duruyor.
tçinde çoğu kez yalnız mürette-
batın yaşadığı gemilerin boş gü-
vertelerinde gemiciler köfte pi-
şiriyorlar. "Neden" diyor biri,
"tam beialar bizi buluyor. As-
suan barajı yapılana dek sık sık
k felaketi a>-
Fînningeriden
Üç canavar: Kadınlar, su ve ateşFinningen'de 1834 yılında kurulmuş olan lokantada,
tuvalete giderken duvarda bu sözlerle
karşılaşıyorsunuz... Kapının girişinde bir şitamşiş,
etrafmda 6 yaşlı Alman, biralarını yudumluyor.
REFİK DURBAŞ
FINNINGEN — Finningen, Nue-
Ulm'a dört, Ulm'a yedi küometre uzak-
lıkta bir yerleşim birimi. Finnıngen'in
özelliği beş kuşaktan beri çahştırılan
Landgasthof Hirsch, yani Geyik Lokan-
tası.
Kapının girişinde 100 yıl öncesinden
kalma bir at arabası. tçeri girer girmez
sağda şitamşiş. Şitamşiş bir büyük yu-
varlak masa. Masanın çevresinde altı
yaşlı Alman büyük porselen bardaklar-
da biralarını >'udumluyor. Şitamşişin
özel bir önemi var. Bu masada yüksek
politika konuşuluyor. Öyle ki Alman po-
litikacıları, "Halkın ne dediğine bakma-
yın, şitamşişle konuşulanlara kulak
verin" diyorlar...
Barın solunda, salona giriş kapısının
iki yanında bir büyük domuz ve geyik
başı. İkisi de oldukça canlı. Dokunsanız
konuşacak gibiler. Karşı duvarda bir ko-
ca kızak. O da 100 yıl önceden kaimış
gibi. Duvarda yan yana asıbnış üç un çu-
valı. Altındaİci tarihlere bakıyorum:
1898, 1900, 1909. Şömine, geçen yüzyıl-
dan kaimış oraklar, tırpanlar da öyle...
Lokanta 1834 yılında kurulmuş. O sı-
ralar her aile topladığı ürünün yüzde
onunu krala vergi olarak veriyormuş. Lo-
kantanın bulunduğu bina da bu vergile-
rin toplandı|ı yermiş. 'Zehnstadel' diyor-
lar Almanlar... Kurucusu Baron Buxhe-
im. 1989'da 5. kuşak lokantaya bir de
otel eklemiş.
Alt katında tuvalet var. Tuvalete ini-
lirken porselen üzerine bir yazı dikkati
çekiyor: "Kadınlar, su ve ateş. İşte üç ca-
navar."
Garson kızlar çevrenin geleneksel giy-
sileriyle servis yapıyor. Listeye bakıyo-
rum ne yiyebilirim diye. Her yemek ken-
dine özgü.
Önce salata geliyor. Bir büyük sera-
mik kapta lahana, turp, havuç, patates,
marul. Turp ve havuç rendelenmiş. Pa-
tates, bizim patates salatası gibi ekşili.
Bir dilim de domates var tabakta.
Ardından brokoli krem çorbası geli-
yor. Brokoli suda kaynatılmış, ama do-
mates sosu konmamış. Üzerine sulandı-
nlmış krema sıkılmış.
Yaban tavşanınm budundan bir yemek
var, ama ben yemiyorum. O da şöyle ya-
pılıyor: Yaban tavşanının budu tatlı kuş
üzümü. kremalı sosla pişiriliv'or. Yanın-
da ev >apımı erişte veriliyor. Özelliği eriş-
tesinde. Bildiğimiz erişte büyük süzgeç-
lerde suzülüyor, fındık büyüklüğündeki
bu erişteler yağda kızartıhyor. Bir buyük
porselen tabakta yemeğin yanında gar-
nitür olarak veriliyor.
Kuzu budu bifteği söylüyorum. Bif-
tek, icine yeşil bitkilerin kunıtulmuş ba-
harı konulmuş tereyağında pişiriliyor.
Yanında ise küçük yuvarlaklar halinde
kızartılmış patates püresi. Bifteğin so-
sunda taze karabiberin kokusu hâlâ da-
mağımda...
Bugün kabare Knobi - Bonbon'un tam
6. kuruluş yılı. Muhsin Ornurca, Şinasi
Dikmen ve eşi 'Geburtstag'ı, yani doğum
gününü kutluyoruz. Muhsin Omurca bi-
ra içiyor, biz üçümüz 'Fleiner', yani kır-
mızı şarap.
Pınl pırıl porselen tabaklarda yemek-
ler bitiyor, küçük sürahilerde gelen şa-
raplar da... Gelen hesap pusulasma göz
atıyorum* Dört kişi için 130 mark.
Kapının girişinde, şitamşişin üstünde
bir çan var. Bu çanı kim çalarsa lokan-
tadaki herkese bir içki ısmarlamak zo-
runda. Dileyen hangi içkiyi içecekse ta-
bii. Bu, vazgeçilmez bir kural. Şakayla
da olsa çanı çaldın mı, içkileri ısmarla-
yacaksın.
Elimi çana uzatıyonım, sonra vazge-
çiyorum.
nımıza okurdo. Şimdi de 6 ay-
lık Körfez krizi turist bereketi-
ni kesti..."
Tüm bölge ülkelerinin aynı
kaderden hissesine düşen payı
aldığını söylemek, Mısırblan te-
selli etmiyor. Türkiye'nin son
birkaç yılda yaptığı turizm sıç-
ramasına gıpta ve biraz da kıs-
kançlıkla bakan Mısıriı ilgililer
"yok" diyorlar. "Bizim duru-
mumuz öyle Türkiye gibi falan
degil. Türkiye turizm mevsimi-
nin en canlı dönemini yaz ayla-
rında yaşıyor. Durumu kısmeu
kurtarabilir. Biz ise krize Mısır-
ın en yüksek sezonu olan kış ay-
lannda yakalandık. Nisandan
sonra bastıran sıcaklar ile ölii se-
zon başlar ve buraya ancak Arap
turist gelir..."
Arap turist ile Batıb turist ay-
rımı Mısır'da çok büyük önem
taşıyor. Arap dünyasının en
"snob" ulkesi olan Mısır; para-
sı bol, görgüsü kıt Körfez Arap-
larından hoşlanmıyor. Tarihten
yoksun saydığı Magreb ülkeleri-
ni ciddiye almıyor. Yanıbaşında-
ki Libya'yı ise develerle yaşayan
çöl. bedevisi sayıyor. Sempati
duyduğu tek Arap ülkesi olan
Suriye ve Lübnan da şu sırada
pek turizm yapacak durumda
görünmüyor.
Mısır, Körfez krizine tam tu-
rizm politikasında büyük bir
aşama yaptığı sıra yakalanmış.
Yaşamlannda yalnız bir kez pi-
ramitleri görmek için Mısır'a ge-
len turistten, Mısır'da tekrar tek-
rar tatil geçirmeye gelecek turist-
lere dönmeye çalışan Turizm Ba-
kanı Fuat Sultan; Sina yarıma-
dasında, Hurghada ve Sharm El
Sheikh'de Kızıldeniz turizmini
geliştirmek üzere birkaç yıl ön-
ce büyük bir hamleye kalkışmış.
Turizmin şimdi eski düzeyine
ne zaman ulaşacağını kimse tah-
min edemiyor. Agatha Christi-
ne'nin hayaleünin dolaştığı "Old
Cataract" Mısırlılara turistlere
verdiği fiyattan (130$) daha dü-
şük bir fiyat (75.000 TL.) uygu-
layarak durumu kurtarmaya ça-
hşıyor. Luksor'da Kral Faruk-
un kışlarını geçirdiği "Winter
Palace" ise bomboş geçirdiği bu
ilk kişında restorasyon bahane-
siyle kapüarını kapamayı yeğli-
yor. Kahire'de Nil kenarını çev-
releyen "Mariotf, "Sheraton",
"Meridien" gibi büyük otellerin
boş iskeletleri ise işsiz kalan Mı-
sırlılara bu savaşın henüz bitme-
diğini hatırlatıyor...
LoııisviUerlerı
'Sigarayı siz için'FÜSUN ÖZBtLGEN
LOUISVILLE — ABD'nin
göbeğindeki eyaletlerden Ken-
tucky'nin bir kenti Lousville Bu
kent, geniş tanm arazileri ve
Kentucky piliçlerinden çok
ABD'nin tüm dünyaya yayılan
sigara fabrikalannın merkezi
oluşu ile tamnıyor. Türkiye'de
bol miktarda tüketilen Marlbo-
ro, Parüament gibi sigaralann
Ureticisi Philip Morris şirketinin
fabrikalan ve merkezi bu kent-
te.
Fabrikalann olduğu yerde
havaya yoğun bir kırılmış kuru
tütün kokusu yayılıyor. Fabri-
nız. Zaten lokantarun girişinde
garson sizi karşıbyor ve ilk so-
rusu şu oluyor: "Sigara içiyor
musunuz?"
Cevabımz 'evet' ise, lokanta-
nın en arkalannda sigara içen-
l l k
den çıkarıp verecek. Şöyle pa-
keti görüp de alayım diyemez-
siniz. Hangi cins, kısa mı uzun
mu, rdtreh' mi diye sorup seçti-
ğiniz sigarayı elinize uzatıyor.
Tabii sigaralann üstüne öylesi-
i i ilere aynlmış kötü bir masaya ne vergi bindirmişler ki, bir pa-
buyur ediyor. Asla şöyle man- ket sigara 2 ila 2,5 dolar arasın-
zara gören veya yola bakan iyi
bir yere oturma şansınız yok.
Çünkü sigara içiyorsunuz.
San Francisco'da sigara iç-
mek için getirilen kısıtlamalara
Dünyanın en çok sigara
üreten ülkelerinden biri
olan ABD'de insanlar
kanın içini 45 dakikalık bir tur sigarayı 'birakmiş'.
ile gezmek mümkün. Yörenin p . , . , ' __ . , *I-_J_
vietnam'danmüite- J^uyaaçık yerlerde
gözle baküıyor.
satış konusu da eklenmiş. Cali-
fornia eyaleti kendi yasalannı
yaparken sigara konusunda öy-
lesine kısıtlama getirmiş ki, si-
garayı vitrinlerde göremiyorsu-
nuz. Vitrin ne kelime, bir dük-
kâna girdiğinizde normaJ olarak
dükkânın herhangi bir yerinde
sigaralann bulunduğu bir raf
yok. Peki sigara satılan dükkân-
lardan nasıl sigara alabUirsiniz?
Tezgâhtara söyleyeceksiniz.
Size tezgâh altında gizli bir yer-
zencileri ve
ci olarak gebp yerleştirilenlerin
bir bölümü, bu fabrikalarda ça-
bşıyor.
LousvüVin en etkili yerel ga-
zetesi Courier Journal'ı ziyaret
ederken, ABD'deki sigara ve tü-
tün düşmanhğı ile sigara sana-
yii arasındaki çelişkiyi soruyo-
nız meslektaşlanmıza. Gülerek
şu karşıbğı veriyorlar:
"Bu konuda Türkiye'ye te-
şekkör borçhıyuz. Türkiye'de
çok fazla sigara içiliyor ve bizim
bölgenin fabrikalan sizin ve
benzeri ülkelerin çok fazla siga-
ra içmesi sayesinde ayakta ka-
lıyor. Bu bölgenin iş olanaklan
için sizlerin sigara içmesi çok
önemli. Aksi halde bölgemizde ı r -\r j «>
önemli birişsizlikprobkmido- ll€W UJTKUUl
ğabilir." .
Bu konuşmalan yaparken sa-
londa tabii ki sigara içilmiyor ve
dünyanın en çok sigara içen in-
sanlan arasında sayılan gazete-
ciler, dumansız bir atmosferde
sohbet ediyor. Kuşkusuz Türk
meslektaşlanmız sigara içeme-
mekten dolayı sıkıntıb, ABD'-
liler ise sigarayı çoktan terk et-
tikleri veya hiç başlamadıklan
için gayet rahat.
ABD'de sigaraya adeta bir
'terörist' gözü ile bakılmaya
başlanmış. Toplu yerlerde siga-
ra içmek ne haddinize. Hemen
gelip, oldukça da kaba bir bi-
çimde uyanveriyorlar: "Derhal
sigaranızı söndüriin."
Lokantalarda bile sigara iç-
mek için izin abnak zorundası-
da satıbyor. Yani 7-8 bin lira ci-
vannda bir fıyat ile Türkiye'de-
ki satış fıyatından daha pahab.
Böylece ABD'liler sigara ko-
nusunda yaptıklan terör ile ken-
di vatandaşlannı sigaradan uzak
tutmayı başarmışlar. Bu konu-
da en başansız olduklan ken'
New York diyebiliriz. New
York zaten o kadar kozmopo-
lit ve ABD'nin diğer yerleşim
bölgelerindeki 'uslu' insanların
benzerlerinin bulunmadığı bir
kesinlikle Sİgaraİçilmiyor, kent ki, tümüyle sıra dışı. Ama
dışanda içenlere de kötü N e w Y o r k
dışmda uyuşturucu-
nun en yaygın olduğu San Fran-
cisco'da bile sigara konusu böy-
lesine yaygın yasaklamalar için-
de.
ABD'liler, sigaralannı bizim
gibi azgelişmiş ülkelere satıyor
ve bunun için yüzümüze karşı
gülerek açıkça teşekkür ediyor-
lar. Zaten ABD'de sigara içen
insanJara da ikind, hatta 5. sı-
nıf insan muamelesi çeküiyor.
"Bu insanlar ancak denizaşın
ülkelerde sigara içen ve bize ka-
zandıran azgelişmişlerden biri-
dir" diye küçümseyici bir bakış-
Sofyu'dan
Birotobüste37gazeteci
Birbirini çok az tanıyan veya hiç tanırnayan
37 kişi 10 gün boyunca bir otobüsün içinde
ülke ülke gezerse ne olur? Günde en azından
16 saat yüz yüze yaşayan insanlann tüm
karakter özellikleri bir bir ortaya dökülür
elbette. Kavgaların ve tatsızhkların da
yaşandığı gezinin sonunda, yılların anılarına
bir 10 gün daha eklenmiştir.
Batüılann sigara konusunda aklı başına geldi. Ancak hftlfl re-
kor kırmaya çalışanlar da var.
YONCA ÖZKAYA
SOFYA — Birbirini çok az ya
da bir ölçüde tanıyan ve hiç tanı-
mayan 37 kişi Istanbul'dan Var-
na'ya oradan Bükreş'e, sonra da
Budapeşte'ye ve Belgrad üzerin-
den Sofya'ya doğru bilgi, görgü
artırma gezisine otobüsle çıkar-
sa ne olur? Yolculuğun ilk gün-
lerinde geziye çıkarken geride
bırakılan dünyaların etkisi bü-
yüktür. Diyaloglar 'siz'le başlar,
karşıhkb suzmeler çaktınbna-
dan sürdürülür.
Otobüs yolculuğu, yıllar bo-
yu sürdufünü > aşama ve siyaset
yapma biçimlerini değiştirmiş ve
'Batı yolu'na sapmış Bulgaris-
tan, Romanya ve Macaristan'a
doğru yapıhyorsa, elde olmadan
bu ülkelere son zamanlarda git-
miş oian arkadaşların öğütleri
dinlenir. Yani kilolarca meyve,
kutularla içecek ve temizlik
maddesi alınır. AIDS'e karşı on-
lem paketleri de çantalara atılır.
Tıpkı Kanadalı yönetmen
Cynthia Scott'un çevirdiği ve
Quebec kıriannda otobüsleri
bozulan birbirine yabancı 7 ka-
dının zamanla kaynaşmasuu an-
latan 'Yabano DosJlar" filmin-
deki gibi biz de 30 gazeteci, 2 şo-
för 5 hükümet görevlisi, 10 gun-
lük Doğu Avrupa yolculuğu sü-
resince adım adım birbirimize
yakınlaştık. Bu yakınlaşmalar,
insanoğlunun yaşadığı her yer-
de olduğu gibi 'öndekiler' ve
"arkadakikr' şeklinde kemikkş-
ti.
Geride bırakılan yılların, gün-
lerin anılannı kimimiz sözlere
döktük, kimımizinse beyninden
sessizce akıp geçti. Bilgi, görgü
arttırma gezisini çok ciddiye alıp
almamak gerektiği, gezinin ta-
til ya da iş gezisi olup olmadığı
10 günlük 'ikametgâhınuz'da
yaptığunız tartışmalardan biri-
ni oluşturdu.
Adım atılan eski Avrupa ül-
keleri topraklarında sadece ge-
celemek için terk ettiğimiz ika-
metgâhımızda, yolcuların ka-
rakter özellikleri bir bir ortaya
Amazon yağmur ormanlanndan kenteŞEBNEM ATİYAS
NEW YORK — New York'ta yaşa-
yanlar her türlü tuhaflığa bağışıkbk ka-
zanmış olduklanndan, etrafta kendile-
rini ilgiyle izleyen dünyaya pek aldınş
etmeden hayatlannı sürdürürler. Ziya-
retçiler ise bu vurdurhduymazlar ken-
tini kendilerine göre gözlemler, yorum-
lar ve tanımlar. Yeryüzünde ne kadar
çeşit insan varsa New York'un tanımı
da o kadar çeşitlidir. New York'un kö-
şe başlannı buram buram kokutan şiş
kebaplarını satanlan görenlerden bazı-
ları burayı "Amerika'nın Adanası" ola-
rak nitelendirir.
Davi Kopenawa Yanomami, beyaz
adamların saçtıklan dehşeti duyurabil-
mek amacıyla Amazon'daki yağmur
ormanlannın derinliklerinden kabile-
sini ve e\'ini bırakıp Nevv York'a geldi.
Tropikal papağan tuylerinden ve bitki
çekirdeklerinden oluşan dizi dizi bo>oın
süsü ile Time Meydanı'na geldiğinde
umutsuzluğunu ve sıkıntısını anlatacak
kimseyi bulamadı. Yanomami'nin mut-
suzluğu beyaz adamların yağmur or-
manlarına yaptıklan kötülüklerle baş-
ladı. Hiçbir şeyin duzenli işlemediği,
saatlerce geciken uçakların, bitap va-
ziyette bekleyen insanların doluştuğu
Nevv York Havaalanf nda gümrük me-
murlannın yayını ve okunu zaptetme-
leriyle Yanomami'nin mutsuzluğu iki
kat arttı. Yanomami, arkadaşına hediye
getirdiği yayını ve okunu gümrük me-
murlarının almasını, doğduğundan bu
yana kendine yapılan en büyük haka-
ret olara^ nitelendirdi. Brezilya'nm
vahşi ormanlarında biri bu denli büyük
bir hakarete girişseydi, cezası acımasız
bir ölüm olurdu. Yanomami, dünyanın
en büyuk yerli kabilesini temsil ediyor-
du. Amerika'ya bu kabileden giren ilk
ziyaretçiydi.
Üç >ıl kadar önce beyaz adamlar,
tropikal kabileler içinde en acımasızı,
en vahşisi olarak bilinen Yanomami ka-
bilesinin yaşadığı yağmur ormanların-
da altın bulmak için felaketler saçma-
ya başladılar. Kabilenin nehirlerini kir- "Kendilerine yardımdan aciz olan be-
İettiler, maymunlarını korkuttular, sıt-
ma, tuberküloz ve grip gibi ölümcül
hastalıklan beraberlerinde getirip or-
mana yaydılar. Yanomamiler, doğal ko-
şullarda normal hayatlannı sürdüren,
ancak yabancı olduklan hastalıklara
karşı dirençleri olmayan yerbler. Beyaz
adamların getirdikleri bu hastalıklar
karşısında direnemeyip öimeye başla-
dılar. Yanomami, bütün bunları Birleş-
miş Milletler Genel Sekreterbği'nde ust
düzeydeki görevlilere, Dünya Bankası
yetküilerine anlatacak ve felaketin dur-
durubnası için yardım isteyecek.
Ancak Nevv York'taki izlenimleri,
Yanomami'yi pek umutlandırmadı.
yaz adamların yağmur ormanlannı
kürtaracaklannı beklemenin pek de
akıllıca bir şey olmadığını" düşündü-
ğünü ifade etti. New York'un yüksek
gökdelenlerinden pek fazla etkilenme-
yen ve yağmur ormanlarındaki bitki-
lerin tütsüleriyle insanın çok daha yük-
seklere "uçabildiğjni" çekinmeden an-
latan Yanomami, Empire State binası-
nın tepesinden Nevv York'u izlerken,
Amazon'u kurtarmamn imkânsız oldu-
ğuna karar verdi: "Dünyadaki her şey
burada, her şey birbirine karışmış, bü-
tün ırklar birbirine karışmış, hiçbir şey
ayrı degil, kimsenin kanı kendi kanı
degil" diye konuştu.
çıktı. Kimimizin ne kadar esp-
ritüel, kimimizin yaşam dolu,
kimimizin ise ne kadar alıngan
olduğu hayretle keşfedildi.
Sohbetler koyulaşırken, çay
ve kahve servisi durmaksızm
sürdü. Her türlü müzik zevkine
hitap eden çeşili kasetler arka
arkaya dinlendi. öndekilerle ar-
kadakiler arasındaki soğuk sa-
vaşlar 'duayen' gazeteci ağabe-
yimiz tarafından tatlıya bağlan-
dı!..
Sabahtan akşama kadar sü-
ren toplantılardan fırsat bulun-
dukça, Rumenlerin, Bulgarla-
nn, Macarlann yaşama biçim-
leri incelenmeye çalışıldı. Kimi
halkın tükettiği mallara, kimi
düşünce kimi de 'ekmek parası
çıkarma' yöntemlerine ilgi gös-
terdi. Bu arada para birimleri
ley, leva, forint ve dinarlann bü-
yüklüklerini ve değerlerini öğ-
renme çabası da eksik olmadı.
Yemek saatleri başka renkli
dakikalannı oluşturdu 37 kişilik
otobüs yolculuğumuzun. Otel ve
lokanta görevlilerinin en iyi ser-
visi yapma telaşıyla biftek sun-
ma çabası, dini inançlanna bağlı
olan arkadaşlarımızla öğle-
akşam aym serviste maruz ka-
lanlanmızın acıkb bakışlarıyla
karşılandı. Kimimiz gezi sonra-
sı *vejetaryen' olma kararı bile
aldı.
Bir insan geziye çıkarsa, hele
mesleği gazetecibk olursa fotoğ-
raf makinesiz olur mu? Olmaz
tabii. Ancak basılacak fotoğraf-
larda, gazetecinin kareyi düzgün
oluşturma, ışığı iyi ayarlama en-
dişesi ile fotoğrafı çekilen kişi-
lerin girdiği kuyruklara sürdür-
düğü yaşama patlayan flaşlara
şaşkın bakışlarının karşı karşı-
ya kaldığı unutulabilir.
On günlük Doğu Avrupa tu-
ru sona ererken, stok edilen er-
zaklar bir bir tükendi. Yılların
anılarına 10 gün daha eklendi.
Gönül ve ruh yaralarına en çok
hitap eden iki Türk sanatçısının
kasetleri ikametgâhın marşı' ol-
maya hak kazandı. Yeni tanışı-
lan dünya vatandaşları, dünya
görüşleri, görülen dünya manza-
ralan yanımıza kâr kaldı. Bir de
yorgunluk ve uykusuzluk tabii.
Bıraktığımız dünyalara geri
donerken, "Otobüs yolculuğu-
na çıktık da ne oldu? sorusuna
'Hiç de kötü olmadı' yanıtını ve-
renler herhalde çoğunluğumuzu
oluşturuyordu.