03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURÎYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 17 KASIM 1990 Afganistan Savaşındaıı Körfez Savaşına»». Körfez savaşı da Afganistan savaşı gjbi hazırlanmıyor mu? Bir yutturmacadır gidiyor. Sorunu çözebilmek için ekonomik abluka yetmiyor mu? Mutlaka savaş mı gerekli? Tam Avrupa birliğinin gerçekleşeceği bir dönemde Avrupalılar yeni bir savaş istemiyorlar. HIFZI TOPUZ Son haftalarda Fransız televizyonlannda Soy- yetler Birliği'ndeki değişıklikleri yaratan olay- îarla ilgili belgeseller gösteriliyor. Tabular yıkı- Iıyor, gerçekler ortaya çıkıyor, şimdiye kadar hiç bilinmeyen birtakım koşullar aydınlanıyor ve tar- tışmaya açılıyor. Bu belgesellerin en ilginci "Savaşın Tozları" (Poussieres de Guerre) adh dizi oldu. Konu, Af- ganistan savaşı. Çekimi iki -Fransız yapmış. Adamlar savaşın yarattığı felaketleri ele almış- lar. Sovyetler, Afganistan'daki Komünist hükü- metin çağrısı üzerine Afganistan'a gidiyorlar. Ama çağnyı yapan topu topu 5 bin üyesi olan bir partinin hükümeti. Afganistan'ın o yıllardaki nüfusu ise 15 milyon. Sovyetler, en yeni silah- larla giriyorlar Afganistan'a. Az sonra mücahit- ler derme çatma araçlarla direnişe geçiyorlar. Sa- vaş on yıl sürilyor. Bir milyon kişi ölüyor bu sa- vaşta. Bu, Sovyetler için tam bir basansızhk. Savaştan acılarla dönenler... Filmde mücahitleri görüyorsunuz; hep uzak- tan yakından bildifimiz, sakallı, sankü, şaJvarlı kişiler... Yapımalar Sovyetler Birliği'ne gidiyorlar. Orada savaşta ölenler için törenler düzenlenmiş. Nutuklar çekiliyor: tnsanhk, özgürlük, kahra- manlık... Anıtlara çiçekler konuyor. Analar ba- balar "Biz Afganistan'ın adını bile duymamıştık" diyorlar. "Bize ne Afganistan'- dan?" ölenlerin arkadaşlan "Yöneticilerin ço- cukları hiç Afganistan'a gönderilmedi, hep bi- zim gibilerini yolladılar" diyorlar. Filmin ikinci bölümı»nde savaş uçaklannın Af- ganistan'dan dönüşü gösterilmiş. tçlerinden sa- katlar çıkıyor. Kiminin tek ayağı kalmış, kimi- nin tek kolu. Askerler sıra sıra dizilmiş, kahra- manlan selamlıyorlar. Kimsenin yüzü gülmüyor. Tam bir yas havası. Sonra mezarüğı gösteriyorlar. Afganistan'da ölenler için bir ırmağm ortasında, ufak bir ada- da bir mezarhk yapılmış. Bunun anlamı şuymuş: Yapayalnız ve susuz öldüler. Mezar başlarında, ölenlerin büstleri, heykel- leri var. Her biri yirmişer yaşlannda gencecik ço- cuklar. Aileler toplanmış mezarların başlanna. Orada gelenekmiş, mezar başlarında birer kadeh içki içiliyor. Ağlaya ağlaya içiyorlar bu içkiyi. Mezarlara birer de kırmızı elma bırakılıyor. Ga- zeteler, radyolar ve televizyonlar askerlerin Af- ganistan'da vurulduğunu hep gizlemişler. Çün- kü askerler oraya savaş için değil, halka yardım için gitmişler. Ölenlerin aüelerine "Oğlunuz Af- ganistan'da içtiği sudan zehirienerek öldü" di- ye bildirmişler. Kolunu yitinniş bir genç anlatıyor: "Keşke bu- raya hiç dönmeseydik" diyor, "Bize bir ada ver- selerdi. Orada yaşasaydık, yeni bir düzen kur- saydık. Nefret ediyorum bu toplumdan..." Ağlayan analar, babalar hep küfrediyor: "Biz Ruslar, banşçı insanlarız" diyorlar. "Neden bizi savaşa sürüklediler? Neden her şeyi gizlediler, yalan söylediler? Hiç utanmadılar mı?" Yine Afganistan'a geçiyoruz. Orada derme çatma mezarlıklan görüyoruz. Birer taş, birer ta- bela, bazen birer resim. Kimse büst yaptırama- rruş, heykel dikememiş. Orada da ağlayan, ağıt okuyan kadınlar. Yaşlılar Kuran okuyor, du* ediyorlar. Sovyetler'den göriinüşler Sovyet askerlerinin içinden kaçaklar da çık- mış, teslim olup mücahitlere katılmışlar. Kirni Rus, kimi Uzbek, kimi Türkmen. Mücahitlerin gjysilerini gjymiş, Müslüman olmuş, sakaJ bırak- mışlar. Ülkelerine dönmeye hiç niyetleri yok. Ki- misi de Avrupa'ya, Amerika'ya gitmenin yolla- nnı anyor. Filmin son sahnesi 2 Haziran 1989'da Mos- kova'da, Halk Sovyetleri Kongresi'nde geçiyor. Gorbaçov başta olmak üzere tüm yöneticiler, fco- mutanlar orada. Saharov konuşuyor, şöyle di- yor: "Bu savaş bir cinayetti. Bir milyon insan öldürüldü. Olayın yilkünü korkunç bir hata ola- rak omuzlarımızda taşıyonız. Bunun utancından kurtulmalıyız. Ben bu savaşı onaylamadığım için Gorki'ye sürüldüm..." Komutanlar homurda- nıyorlar, ama bütün kongre alkışlıyor Saha- rov'u. Film böyle bir hava içinde sona eriyor. Televizyon stüdyosunda bir de tarüşma düzen- lendi. Yapımcılar fılmi nasıl çektiklerini anlat- tılar. ölenlerden birinin annesini bulup stüdyo- ya getirmişler. Kadın, Sovyetler Birliği'nde bir dernek başkanlığına seçilmiş. Dernek, kadınlar- dan oluşan, banşçı bir örgüt. Kadının kocası da generalmiş. Uzun uzun olayları anlattı, rejimi suçladı. Kabil'de üç yıl görevde bulunmuş bir Sovyet büyükelçisi de konuştu, savaşı ve saldı- nyı kmadı. "Gorbaçov ve ekibi iş başına gelme- seydi bu savaş kolay kolay sona ermezdi" dedi. Şöyle bir sonuca vanldı: Her ülkenin yüzünü kızartan olaylar vardır. Fransızlar için Çin Hindi savaşı, Cezayir savaşı, Amerikalüar için Vietnam savaşı, Sovyetler için de Afganistan savaşı. Bun- lar ülkelerin başlanna felaketler getirmiştir. So- rumlular artık işbaşmda değildir, ama olaylar o ülkelerin tarihinde birer kara leke olarak kala- caktır. Bugün Sovyetler'de her şey konuşuluyor, ya- zılıyor, tartışılıyor, rejimi suçlayan yerÛ ve ya- bancı fîlmler gösteriliyor, bozukluklar vurgula- nıyor, tüm hoşnutsuzluklar ortaya dökülüyor, her şeyin hesabı soruluyor, basın bağımsız olu- yor, özgur dernekler kuruluyor, yurüyüşler, gös- teriler yapılıyor... KGB ve pohs seyirci kalıyor bu olaylara. Alışılmamış bir hoşgörü havası esi- yor bütün cumhuriyetlerde. önceleri her yerde bütün geleneksel sol takım "Gorbaçov Sovyet- ler Birliği'ni çökertti, rejimi yıktı, Sovyetler ar- tık can çekişiyor, parçalanıyor, pazar ekonomi- sine ve kapitalizme geçiliyor, cumhuriyetler ba- ğımsızlığa yöneldi, Sovyetler Birliği artık Ame- rika ile boy ölçüşebilecek bir dev güç olmaktan çıktı. Bütün dünya yalnız Amerika'nın yöneti- mine bırakılıyor" diye feryadı basmıştı; hâlâ da bu konu çok tartışılıyor. Doğru, ama kabahat Gorbaçov'un mu? O mu Sovyetler'i bu duruma getirdi? Sovyetler kendi içlerinden çökmüş zaten. Ekonomi iflas etmiş, tüketim ürünleri bulunmaz olmuş, karaborsa al- mış yürümüş. Ama bütün bunlar hep gizli tu- tulmuş. Uzay ve savaş endüstrisinin, sosyal si- gortalann, eğitimin ve bilim dallarının gelişme- si dışmda pek büyük başarılar elde edilememiş. Sovyetler'in güçlü görümünü bir paravana imiş meğer. Gorbaçov muazzam bir patlamayı hiç kan dö- kulmeden öaleraedi mi acaba? Ayaklanmalar olabilirdi, iç savaş çıkabilirdi... Uzay savaşlan- nın kokuları geb'yordu zaten. Nükleer silahlar her an kullanılabilirdi. Dünya korkunç bir kao- sa gidebiürdi. Olaylan biraz da bu açılardan de- ğerlendirmek gerekmiyor mu? Peki, diyelim ki iki süper güçten biri yıkıldı, yenik düştü, tek süper güç olarak Amerika kal- dı, ama onun da sorunları yok mu? Ekonomik alanda karşısında Japonlar ve Almanlar var. Dünyada en çok borcu olan ülkenin Birleşik Amerika olduğunu biliyor muyuz? Japonlar bir- çok alanda dünya pazarlannı ele geciriyorlar. Ozeltikle elektronik alanda Amerika yenik dü- şüyor. Almanya birleştikten sonra ekonomik alanda korkulu rüya olmaya başladı. Avrupa'- run birliği de Amerikalılan korkutuyor. Dolar can çekişiyor. Eğitim, sağlık ve sosyal hizmet- ler bakımından Amerika'nın durumu hiç iç açı- cı değil. 20-29 yaşlanndaki zencilerin %23'ü ce- zaevlerinde. Amerika, Körfez sonınunu da tek başına çözümleyemedi. Vietnam Savaşı'nın kor- kunç anıları hâlâ belleklerden silinemedi. Hal- kın <%73'ü Körfez sorununun silaha başvunıl- madan barışçı yollarla çözümlenmesini istiyor. Bu Amerika mı dünyaya jandarmalık edecek? Bu mu tek süper güç? Roma tmparatorluğu na- sıl çöktüyse Amerika, "yavaş yavaş" çökecek. Kendi iç çelişkileri çökertecek Amerika'yı. Savaşa hayır Körfez savaşı da Afganistan savaşı gibi hazır- lanmıyor mu? Bir yutturmacadır gidiyor. Soru- nu çözebilmek için ekonomik abluka yetmiyor mu? Mutlaka savaş mı gerekli? Tam Avrupa bir- liğinin gerçekleşeceği bir dönemde Avrupalılar yeni bir savaş istemiyorlar. Körfez savaşının bü- tün bölgeye yayılacağını herkes biliyor. Geçen akşam televizyonda konuşan eski Dışişleri Ba- kam Claude Cheysson "Amerika'nın bir enflas- yon sorunu var, borçlannın da altından kalka- mıyor. Savaş ekonomisi buna bir çözüm getire- bilir. Ama Avrupa'nm hiçbir çıkarı yok'1 dedi. öyleyse Avrupalılar neden bulaşsınlar bu işe? Hele bize ne bundan? Biz Amerika'nın muha- fız alayı mıyız? Alışılmış kalıplardan sıyrılmak ve yeni düşünceler üretmek gerekiyör. EVET/HAYIR OKT4yAKBAL "İrtica" Yine Gündemde... "Biz ilerici, medeniyetçi bir partiyiz" diyor Başbakan Yıl- dırım Akbulut! 'ilerici' partinin genel başkanı daha sonra şunları söyle- mekten çekinmiyor: "Demokrasimiz hürriyetler rejimi değil mi? Peki kopartı- lan yaygara nedir? Ne olmuş da laikliğe aykın hareket edil- miştir? Insanlar ibadetlerini yaparsa bu prensip ihlâl edilmiş mi olur? Kimsenin buna evet demesi mümkün değil. Bunu söylemeyip kafanızda mahkûm mu ediyorsunuz? O zaman Türkiye'nin yüzde 98'ini mahkûm edeceksinız." Konuyu yozlaştırmak işte böyle olur. İrtica kalkışmalan her gün daha güçlü biçımde kendini duyururken bir Başbakan bunu görmezlıkien geliyor! Üstelik bir de suçlamaya kalkı- şıyor. Ulusun yüzde 98'inin inancına karışan kim? Bu ülke- de altmış yedi yıldır kimsenin dinsel inancına karışılmamış- tır. Ama laikiiği, halkçılığı, demokrasiyi, Atatürk devriminin ilkelerini savunanlar birer birer öldürülürse evlere paket bi- çiminde bombalar yollanırsa, bütün bu cinayetler karanlık- ta kalırsa, gericilik heveslileri bildiriler yayımlayarak kimi der- nekleri, çevreleri, kişilen hedef gösterirse, o zaman Bay Ak- bulut'un bir şeyler sezmesi gerekmez mi? 'Camileri mi kapatalım' sözü çirkin bir saptırmadır. Baş- bakan yûzde 20'lik oy gücünü arttırmanın yolunu irtica kay- naklarına yakınlık göstermekle mi bulacağını sanıyor? İyi bil- sin, Refah'lardan, MÇP'lerden ANAP'aoy kalmaz. Dört eği- limi bir araya getiren ANAP'ta çözülme baslamıştır. Dört eği- lim kendi partilerine dağılmıştır. ANAP'ta kalan oy gücünün bugün genel bir seçım yapılsa yüzde yirminin de altına düş- tüğü görülecektır. Zaten bu korkudan değil mi, 'seçim' sö- züne kulaklarını tıkayıp ülkernizi bir savaş çıkmazına soka- rak iktidarlannı ayakta tutmaya kalkışıyorlar! Şu günlerde bir kitabımın, "Atatürk Bir Gün Gelecek"in yeni basısı çıktı. Bu kitap yalnız benim değil, Atatürk devri- minden yana tüm okurların. Ben 1950'den bugüne dek ön- ce yavaş, sonra hızlı hızlı Atatürk'ten kopma gerçeğini be- lirtmekten kaçınmayanlardanım. Atatürk Yaşadı mı?", "Ata- türk Bir Gün Gelecek" ve "Atatürkçülük Savaşı" başlıklı ki- taplarımda bir araya getirdiğim yazılar 1960'den 90'a kadar uzanan zaman parçasında ülkemizin durmaksızın gerilere düşmesinin gerçekçi gözlemlerıdir. Bu yüzden pek çok göz- dağı aldım. Pek çok saldırıyla karşılaştım. Bu tür korkutma- lar hâlâ sürüyor. 1975'te bir lise öğrencisinin yazdığı "Fatih Nesli" yazısı- nı göklere çıkaran, yeni kuşağın Atatürk ilkelerinden kopma- sını sevinçle karşılayanlarla ilgili bir yazımda şöyle diyordum: "1975 Türkiye'sinde eski deyimle "taassup" almış yürü- müştür. Irkçı, Turancı, seriatçı akımlar, poiitikalar, kişiler ken- (Arkaa 19. Sayfada) Bilim ve tİniv ersite Bilimin temel işlevi doğayı ve toplumu anlamaktır. AnJamanın kökeninde merak yatar. Merak etmek için ise çevreye ve olgulara duyarlı olmak gerekir. Doç. Dr. HALUK ERKUTİTÜ İşletme Fakültesi Yeni bir öğretim yılında bilginin, büimin ve üniversitelerin saygınlıklannın da gide- rek düşmekte olduğunu gözlemliyoruz. ön- celeri yerdeki bayrağın kaldınlıp kaldırıl- maması görüşü ile canlandınlan bu olgu, günümüzde bir borsacımn üniversite hoca- larını saldırgan, üniversiteyi de eli sopalı olarak nitelemesine ve nihayet borsacı ol- madıklannı ummak istediğimiz bir grubun yasayla korunan üniversite binalannı bas- masına kadar vardı. Bazı politikacılann, Türk öğretim üyelerinin akademik yüksel- melerinde Amerikalı profesörlerden refe- rans almaları zorunluğunu içeren yasa öne- rileri; bazı devlet kurumlarının üniversite binalannı inşaat müteahhidine veya para tüccarına bir kalemde verivermesi ise hiç unutulacak gibi değil! Tüm bu olaylarda ül- kenin genel değer yargılanndaki çarpık de^ ğişimin payı azımsanamaz kuşkusuz. Ama üniversitelerin de kendilerine yakışır görü- len bu davranışı hazırlamak için gösterdik- leri çabalan acıyla hatırlamamak da müm- kün değildir. tşte böylesi bir ortamda, ye- ni bir öğretim yılı başında bilimin anlamı ve üniversitelerin temel fonksiyonlan üze- rine bir kez daha düşünmek lüks bir gay- retkeşlik olarak karşılanmayacaktır herhal- d£ Düşünce eğitimi Bilimin temel işlevi, doğayı ve toplumu anlamaktır. Anlamanın kökeninde merak yatar. Merak etmek için ise çevreye ve ol- gulara duyarlı olmak gereki.-. Daha sonra da anlamak için çaba göstermek! Üniver- sitenin temel işlevi, bu "anlama çabası"na hizmet etmektir. Merak eden insanlar ye- tiştirmektir. Anlamaya çalışan düşünce ya- pılan oluşturmaktır. Üniversiteler çoğu za- man "bilgi aktaran" merkezler olarak da görülürler. Doğru mudur acaba? Üniver- sitelerin bilgiden önce bilimsel düşünceyi vermeleri gerekmez mi? Düşünmesini bil- meyen, bilgıyi ne yapacaktır ki?.. Ya süs ya da işporta malı. Bilgisinden kuşku duy- mayan, neyi arayacaktır ki?.. Bilgisini eleş- tiremeyen, nasıl gelişecektir ki?.. Bu anlam- da üniversitelerin temel işlevi "düşünce eğitimi" vermektir. Bilimsel düşünceyi bir dünya görüşu olarak egemen kılmaktır. Bil- giden önce bilmesini, düşünmesini ve öğ- renmesini öğretmektir. Bilimin bir başka önemli işlevi de doğa- ya egemen olmaktır. Bilimin uygulama so- nuçları toplum yaşammı her yönde etkile- mektedir. Bir televizyon, bir nükleer ener- ji ya da bir bilgisayar, toplum yaranna su- nulmuş bilimsel ürunlerdir. Bilimin uygu- lama sonuçları teknolojideki gelişme iie öl- çülür. Bu anlamıyla bilgi güçtür, kuwet- tir. Üniversitenin işlevi bu gucü göstermek, bilginin üstünlüğünü egemen kılmaktır. Bil- gıyi saygın kılmak; çokbilmişliğin, ciniigın, kurnazlığın, paranın ve kaba kuvvetin oluş- turduğu güç odaklanna karşı bilginin sa- bırlı ve hoşgörülü gücünü üstün kılmaktır. Üniversitenin işlevi bilginin bir üretim araa olduğunu, bilginin üretiminin insan yaşa- mını kolaylaştıran ürünlerde somutlaştığı- ru, bu anlamda bilginin bir yaşam kaynağı olduğunu öne çıkanmaktır. Şimdi soracak- sınız belki de, nostaljik duygularla kurulan "müze üniversiteler'Me yapılabilir mi bun- lar diye? Bilginin önemli ayn bir işlevi de toplu- mu değiştirmektir, toplumun geleceğini düşlemektir. Toplumun geleceğine yönelik öngörüler, hedefler vermektir. Toplumu ge- Ieceğe taşımaktır. Dönüştürmektir. Bu »n- lamda üniversitenin bir önemli işlevi de ekonomik, sosyal ve teknolojik boyutlanyla geleceğin toplumuna ilişkin görüşler oluş- turmaktır. Her bilimsel faaliyetin, her bi- limsel öğretinin kültürel içeriği, toplumsaJ sorumluluğu vardır. Üniversiteler bunları geriye itmemelidirler. Kısacası, her şeyden önce üniversitenin ulusun sonınlan ve ül- kenin geleceğine ilişkin söyleyecek sözü ol- mabdrr. Ancak bu söz, soğuk bir akademis- yen yaklaşımıyla değil, toplumuna ilgili bir düşünür olarak söylenmelidir. Bilimsel açı- dan... Benim çalışma alanıma göre... Aka- demik teoriler der ki... vb. gibi disiplinine sığınan bir akademisyen ya da bir üniver- siteli gibi değil, toplumu değiştirmeye du- yarlı bir aydın yaklaşımıyla söylenmelidir. Düşüncesiyle ve sözüyle üniversite önde git- melidir. BUim ışığıyla yön vermelidir. Sa- kın sormayın; 'istimi arkadan gelir' man- tığıyla apartman katlannda kurulan "gece- kondu" üniversitelerle mi, yoksa bir za- manlar büyük misyonlar gerçekleştirmiş, ancak kendini yenileyememiş, yeniden ya- pılanamamış, bilginin ve bilimsel işbirliği- nin değil, idari bürokrasideki hiyerarşinin üstünlüğüne dayanan "dinazor" üniversi- telerle mi yapılacaktır bunlar! Bilimin yukanda amlan işlevinin üniver- siteye yüklediği önemli bir yükümlülük var- dır: Yaşamla ilişki kurmak. Topluma du- yarlı olmak, akademisyenlik büyük bir ke- yiftir. Bilimsel araştırma engin bir haz kay- nağıdır. Ama üniversite bir keyif kulübü değildir. Üniversitenin yasama sırtını döne- meyeceği, yaşamla iç içe olması gerekliliği açıktır. Yaşamda söz sahibi, düşünen, ko- nuşan ve baskı oluşturan etkin bir kurum olmahdır üniversite. Evet* üniversite bir fil- dişi kule olmamaüdır. Ancak yasama du- yarlı olmanın yalnızca piyasaya ve piyasa- dan gelen işlere duyarlı olmak anlamına gel- mediği de unutulmamalıdır. Seçkinler ku- lübü olmayan üniversite, bir ticarethane hiç değildir! Kaynaklannı geliştirmek kaygısıy- la şirketleşen üniversite, para zengini ola- yım derken düşünce çölüne yuvarlanıverir bir bakarsınız. Bilginin ulusallığı Üniversitelerin, özenle kurulması ve ko- runması gereken bir özellikleri de ulusal ka- rakteridir. Her ulusun kendine özgü sesi vardır, rengi vardır. Her ulusun kendine öz- gü düşüncesi vardır, duygusu vardır. Üni- versiteler de en başta kendi uluslannın ger- çeklerini kavramak, ürettiklerini bu biri- kimler üzerine oturtmak durumundadırlar. Evet, biüm evrenseldir. Ama bu Türk üni- versitesinin bir başka toplumun sonınlan- nı incelemesi, çözmesi anlarrunı taşımaz. Kendi ülkesinin gerçekleri üzerinde başka- lanmn istediği gibi düşünmesi gerektiği an- lamına hiç gelmez. Başkalannın dilini, baş- kalannın tercih ve beğenisini ulusta egemen kılmak değildir bilimin evrenselliği. İthal malı değerlerle yoğrulmuş, Türk insanına ve Türk toplumuna yabanalaşmış "ziyaret- çiler"in kulüp üniversiteleri, ulusun kişili- ğini bir başka kültiirün boyunduruğuna sokmakta en büyük desteği yapacaklardır farkında olmadan. PENCERE Herkesin Bildiği Sıri Şükran Kurdakul'un 'Şairter ve Yazartar Sözlüğü'nde 'Nail V.' diye anılan Nail Çakırhan, Ulalıdır. Çakırhan yaklaşık 20 yıldan beri çevreyi Ula türünde evlerle donattı; yerel kültürü mimarlıkta uyguladığı için 'Ağa Han Ödülü'nü aldı. Nail'in ba- bası yörenin 'dediğim dedik, öttürdüğüm düdük' kişilerinden biriymiş. Ağa bir gün kahvede otururken tam karşıdaki tepe- nin doruğunda bir karaltı görür, yanındakilere: —Bakın, der, bir k&çil —Ağa, o keçi değil. —Yâne? —Kartal.. Keçidir, kartaldır tartışması başlamış; ağa, inatçı mı inatçı olduğundan direniyor; —Keçidirf Derken tepenin doruğundaki karaltı pırr diye havalanma- sın mı! Çevredekiler tartışmayı kazanmanın sevinciyle 'Uç- tu, uçtu' diye çığrışırken bizimki: —Uçsa da demiş, uçmasa da keçidir! * Batı Avrupa'da N/TO'nun içine yuyalanmış 'resmr bir te- rör örgütü keşfedıldi; Italya'da Venedıkli Savcı Caesorı 'Gladicf diye anılan örgütu kanıtlarıyla bırlıkte ortaya çıkardı. Oteki Av- rupa ulkelerı uyandılar; konu her bırınin gündemine geldi, parlamentolara yansıdı, hükümetler açıklamalar yaptılar, baş- bakanlar konuştular. Sonuç: CIA denetiminde 'Süper NATO' diye anılan bu tür örgüt her NATÖ ülkesinde var. Ya bizde? Yok. Neden yok? 197O'lı yıllarda dünyayı 'Lockheed skandalı' adıyla sarsan bir olay yaşandı. Amenkan Lockheed firmaşı^ uçaklarını sat mak içıaceşitlı ülkelerdeki etkili ve yetkili kişılere rüşvet da- öıtmıstı. Hgilı her ulkede rüşvet olayı ortaya çıkarıldı, ama Tur- feiye'de ne oldu? Betül Uncular'm 'Ses Duvanndaki GeneraHer1 adlı krtabını (Bilgi Yayınları) okursanız, bizde soruşturmanın nasıl hası- raltı edildiğini şaşkınlıkla öğrenirsiniz. Türkiye, Batı değildir; cihet-i askeriyeyi itgilendiren işler biz- de sır kalır. • 'NATO t&rör örgütü' üzerine gazetelerimizde çıkan haber- leri izledikçe gülüyorum. 196O'lı yılların ortalannda bir gün, yayıncı dostum EnverAy- tekin'e Cağaloğlu'nda rastladım. Bir kovuşturma için gözal- tına alınmış, yeni salıverilmişti. Ayaküstü konuşmaya başla- dık. Neler anlatıyordu: —Gözaltına alındıktan sonra ilk iş gözlerimi bağladılar, bir köşke götürdüler, zincire vurdular işkence yaptılar, üstüme kû- pek saldılar... Ne yalan söyleyeyim, Enver'in anlattıkları bana masal gi- bi gelmişti; ama dört beş yıl sonra 'Ziverbey Köşkü'nöe ağır- landığım zaman, gerçeği etimde, kemığimde duyumsayacak- tım. Kuşkusuz o sırada İtalya'da 'Gladio' olayı patiak verme- mişti; ama Türkiye'de her şey o kadar apaçık yaşanıyordu ki insan şaşırır. Yaşananlar, daha sonra anlatıldı, yazıldı, ya- yımlandı, belgelendi, kitaplaştı. Yine de Türkiye'de 'NATO'nun gizli terör örgütü' diye bir şey yok.. Uçsa da uçmasa da yok. • Terör ülkemizde yaklaşık çeyrek yüzyıldan beri, inişli çı- kışlı sürüyor. Dünyada benzeri görülmüş mü? Bugün de terör yoğun. Katiller bulunamıyor. Ortalık alaca- lı. Bir yandan savaş rüzgârları estıriliyor, öte yandan terör dal- gaları yükseliyor. Terörün ardında kim var? 12 Mart ve 12 Eylül'de yalnız demokrasi zarar gormödi, or- du da yara aldı. NATO'nun Türkiye'deki terör örgütünün açığa çıkarılması, ordu açısından yarartı bir iş olacaktır; çünkü bu örgüt top- lumda terörü körükleyerek 'istikrarsızlaştırma' yöntemlerini kullanıyor, askeri darbenin yolunu açıyor, ortamını hazırtıyor, orduyu istenmeyen bir yükümlülüğe doğru itryor. "SÜPER NATO", "DEVLET ÇETESİ", "GLADİO" ADLI CIA + NATp ÖRGÜTLERİNİN İÇ YÜZÜNÜ ÖĞRENMEK Mİ İSTİYORSUNUZ? AŞAĞIDAKİ KİTAPLARI OKUYUNUZ Talat Turhan BOMBA DAVASISAVUNMAI BOMBA DAVASISAVÜNMA If DORUKOPERASYONU • (Posta pulu karşılığmda gönderilir.) 9.OOOTL &OOOTL Sorun Yayınları Babıâli Caddesi No: 6/2 Kat/1 Cağaloğlu-İst 527 45 38 1986 YIU VE 86/10911 SAYILI 8AKANLAH KURULU KARARINA GORE SIGARA SAĞLIĞA 2ARARUDIR.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle