01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 7 EKİM 1990 Türkçe ve Osmanlıca HIFZI VELDET VELİDEDEOĞLU Son haftalarda Irak'm Kuveyt'i işgalinden do- ğan ve bütün dünyayı ilgilendiren askersel, siya- sal olaylar ve iç politikadaki hareketlilik, özel- likle SHP olağanüstü kurultayı, tstanbul'da art arda yaşanan terör ve soygun olayları, kamuo- yunu öylesine meşgul etti ki, iki ayn yerde bir- birini izleyen dil kurultayları gazete haberlerin- de yaraşır oldukları yerleri bulamadı. Bugün bunlardan söz etmek istiyorum. Bu iki Türk dili kurultaylanndan birincisi Türk-İslam sentezcilerinin biraraya geldiği "Resmi Kurultay", öteki ise Atatürk milliyetçiierinin oluşturduğu özel Dil Deraeği'nin "Dilbilim Kunıltayı" idi. Ne yazık ki beni eve raıhlayan rahatsızlığım yüzun- den Ankara'ya gidip bunlan yerinde izleyeme- dira, gazete haberlerinden edindiğım bilgilere gö- re fikir yürüteceğim. Ekonomide serbestlik ilkesine sıkı sıkı sanlan ANAP iktidan, kültürde, özellikle dil konusun- da devletçilik ilkesini uyguluyor ve "Dil Devrimi" diye bir devrimin varhğıru kabul etmek istemi- yor. Bu nedenle resmi kurultayda Osmanlıca öv- güsünden tutun da Türk abecesinin Türkçeyi an- latmada yeterli olmadığı, Arap elifbasınm Türk- çeye daha uygun olduğu gibi garip savlar ortaya atıldı. Atatürk tarafından kurulmuş ve parasal kaynaklarının asıl bölumü O'nun vasiyetname- siyle sağlanmış olan özel Türk Dil Kurumu'nun 12 Eylül generallerince resmi daire durumuna ge- tirilmesinden sonra dil devrimine ve dolayısıyla Atatürk Devrimi'ne taban tabana ters düşen dü- şüncelerin açıklanması insana büyuk acı veriyor. "Ülkede düşünce özgurlüğü var, her düşünce el- bette açıklanabilir" denecek belki. Doğrudur. Ba- na acı veren, Atatürk'ün tinsel (manevi) ve pa- rasal desteğiyle kurulmuş olan ozel bir derneğin, amacından saptınhp devlet dairesi durumuna ge- tirilmesinden sonra orada, devleti arkasına alan- lann, az önce belirttiğim doğrultuda düşunce- ler ileri sürmesine fırsat verilmesidir. Yoksa ken- dileri özel bir dernek kurup onun kurultayında bu fikirler yansıtılsaydı, eleştirir, ama acı duy- mazdık. Doğnısunu isterseniz ben Osmanhca eğitim is- teyenlerin ve Arap elifbasım yeğleyenlerin Turk milliyetçisi olduklarından kuşku duyarım. Nite- kim Arap elifbasım İranlı bir Türkolog önermiş, ciddiye almmaya değmez. Osmanlıca üzerinde duranların amacı ne? Ba- na karamsar demeyiniz, uzun vadeli düşünüldü- ğünde bu önerilerde, Atatürk Devrimi'nin ve çağ- daş Türkiye'nin zamanla tersyüz edilmesi isteği- nin sezilmemesi olanaksız. Bu, karanhk bir is- tektir ve gerçek Türk milliyetçilerinden böyle bir istek çıkaraaz, çıkmaması gerekir. Uzun yıllar önce bu sütunlarda belirttim. İlk okuldan başlayarak bütün eğitimimi Osmanlıca olarak tamamladım. O zamanlar Osmanlıcanın nasıl karma, karmaşık ve uydurma bir dil oldu- ğunun bilincine henüz varmamıştık. Gerçi dil git- tikçe sadeleşiyordu. Ömer Seyfettin ve Ali Ca- nip (Yöntem) ile başlayan yeni Türkçe akımın- da, Osmanlıcadaki tamlamalar kaldınlmış, ama dilimizdeki Arapça, Farsça sözcüklere karşıhk arama girişimine henüz geçilmemişti. Mehmet Emin'nin (Yurdakul) öztürkçe kalıplar biçimin- deki şiirleri okulda alay konusu oluyordu. "Li- sanı Osmani" oğretmenlerimiz böyle şiirleri tut- muyorlardı. Ziya Gökalp'in Türkçe ezan öneri ve özlemini içeren şiirleri de genel ilgiden yok- sundu. Buna karşıhk Şinasi'nin "Münacaat" baş- hkh ve "Hak teâla azamet âleminin pâdişehi Lâmekândır olamaz devletinin tantgehi" dizeleriyle başlayan uzun bir şiirini, daha dokuz yaşındayken başından sonuna dek, sınıfça ezber- lemek zorunda kalmıştık; hem de içindeki Arap- ça, Farsça sözcüklerin Türkçe anlamlarını öğre- nerek. Yine aynı yıllarda yazışmalar "kitabeti resmiye" (resmi yazışma) ve "kitabeti hususiye" (özel yazışma) olarak ayrılmıştı. Bunlardan bi- rincisinde her resmi kata verilecek dilekçenin o makam için ayarlanmış Osmanlıca bir hitapla başlayıp yine Osmanlıca bir tümce ile bitmesi ko- şulu vardı. Özel yazışmada ise babaya yazılacak mektuplarda ayrı, anaya yazılacak mektuplarda yine ayrı hitap kahpları kullamlırdı. Bütün bun- ları ezberleyince biz öğrenciler "âlim olduk" sa- nırdık. Hiç unutmam Yozgat Ortaokulu'nda ya- tılı öğrenci bulunduğum sırada Çorum'daki ba- bama yazdığım mektuplara "Bais-i feyzü haya- tım, pederi muhteremim efendim" diye başlar- dım. Babam da mektuplarına başlarken bana "Ciğerpârem nur-ı aynım evladım" diye hitap ederdi. Mektuplarımda ne kadar çok Arapça, Farsça sözcuk ve tamlama kullanırsam o denli başarılı yazdığıma inanırdım. Ne boş çabalarmış bunlar. Mektuba "Sevgili babacığım" diye baş- lamak varken, yukandaki biçimde Arapça söz- cuk ve Osmanlıca tamlamalarla başlamak, gü- zel Türkçenin bilincine vardıktan sonra bana çok gülünç geldi. Ancak bu bilince erişebilmekliğim için tilkemizde dil devriminin gerçekleşmesi ge- rekiyormuş. Ama yine de uzun süre Osmanlıca- nın etkisinden kurtulamadım. 1942'de ve daha sonra Cumhuriyet'te çıkan ilk yazılanmda bu etkj görülür. Türkçe konusun'da beni bilinçlendiren bir et- ken de 1934 yılında Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Yuntaşlar Hukuku (Medeni Hu- kuk) doçenti olarak görevlendirildiğimde, İsviç- re'den bu dersin kursüsüne atanan Prof. A.B. Schvvarz'ın derslerini Almanca'dan Türkçeye çe- virmek zorunluğu oldu. 1926'da Yurttaşlar Ya- sası'nı (Medeni Kanun'u) yürürlüğe koyarak şe- riat hukuku sisteminden Roma-Cermen kökenine dayalı akılcı hukuk sistemine geçmiştik. Bu ye- ni sistemdeki kavramlan belirten birçok Almanca sözcuğun ne Türkçe ne de Osmanlıca karşıhğı vardı. Örneğin: Almanca "Leisten" (etmek) ey- leminden gelen "Leistung" sözcüğü daha önce "makudun aleyh" olarak çevrilmiş. Öğrenciler bu sözcuklerden hiçbir şey anlamıyordu. Buna, "etmek" eyleminden ürettiğim "edim" karşılığı- nı buldum. Bir borç ilişkisinde, iki şeyden birini seçme hakkı alacakhya tanınırsa, böyle borçla- ra daha önce "hıyar-ı tayin ile muayyen borçlar" denilmiş; bundan da bir şey anlamıyorlardı. Al- manca terim "wahlobligation"du. Buna da "se- çimlik borçlar" dedim, bu terim de tuttu. Böy- lece gördüm ki eğer istenirse her yeni terime Türkçe karşıhk bulunabilirdi ve bulunmalıydı. Bu yolda yürudüm. Uzun yıllar sonra genç profe- sörler de aynı yolu tuttu, özellikle Prof. tsmet Sungurbey daha da ileri giderek öztürkçe hu- kuk terimlerini içeren bir sözlük yayımladı. Ne var ki Osmanh darülfünunundan 1933'te yeni üniversiteye geçmiş olan öğretim üyelerinin kürsülerinde yetişen gençlerden bir bölümü bu yolu tutmadı. Böylece gerek ozel hukuk gerekse kamu hukuku alanı, yani devlet dili Osmanlıca- nın ve Arapça terimlerin etkisinden hâlâ kurtu- lamadı, Karamanoğlu Mehmet Bey'in yüzyülar önceki buyrultusuyla açıkladığı özlem henüz tü- müyle gerçekleşemedi. Üstelik ANAP iktidan Türklere Arapça sözcükler öğretmek için orta- ögTetimde Osmanlıca eğitim yapmayı tasarlıyor. Oysa 900 yüzyıl önce Kaşgarlı Mahmut admda- ki milliyetçi bir Türk, Araplara Türkçe öğretmek için Divan-ı Lugat-it Türk adlı yapıtını yazmış- tı. Türk milliyetçiliği bunu gerektirirdi. Osmanhca öğretimi eğer divan edebiyatını an- lamak için ise bu edebiyatın ürünleri derslerde, şimdiye değin olduğu gibi Türkçe anlatımlarla açıklanabilir. Yok eğer devlet arşivlerindeki Os- manlıca metinleri okumak için ise bu yalnız dil bakımından değil, yazı biçimleri bakımından da bir uzmanlık işidir. Ortaoku! ve liselerde, daha- sı, üniversitede Osmanlıca öğreîmekle bu metin- leri okuyup anlama olanağı yoktur. Kendimden örnek vereyim; yukanda belirttiğim gibi Ukokul- dan başlayıp bütün öğrenim aşamalannda Os- manlıca eğitim gördüm. Öyle olduğu halde bu- gün ben bile arşivdeki Osmanh metinlerinden ço- ğunu okuyup tam anlayacak durumda değilim. Dedim ya, bu, ayrı bir uzmanlık konusudur. Resmi kurultayda bir de 200 tnilyon Türkün anlayabileceği bir "ortak dil" yaratmak kararı alınmış. Olabilir mi böyle şey. Uzun yüz yülardan beri Orta Asya Türk boylarında, Azerbaycan Türklerinde kendiliğinden oluşmayan ortak dil şimdi nasıl yaratılacak? Orta Asya Türklerinin birçoğunda "güzel" yerine "yahşi" sözcüğü kul- lanılır. Bu ahşkanhğı nasıl kaldınp onlara "gü- zel", ya da Anadolu Türklerine "yahşi" dedirte- ceksiniz! Bunun gibi binlerce örnek verilebilir. Ortak dilin yaptırımı ne olacak? Bunu kim uy- gulamaya geçirecek? Her dil kendi akışı doğrul- tusunda gelişir ve geliştirilir. Meşrutiyet'ten sonra Turan düşleri ardında ko- şanlar büyük bir yamlgıya ve düş kırıkhğma uğ- ramışlardır. Eğer yukarıki öneriyi yapanlar Is- lamcı düşünceden hareket ediyorlarsa o zaman kendilerine milliyetçi değil "ümmetçi" desinler. Kaldı ki Ortaasya Türklerini ümmetçilik bile bir- leştirememiştir. Avrupa sınırlanna kadar uzanan Müslüman Türk imparatorluklan, onları oluş- turan boyları, arasında kültür birliği olmadığı ve imparatorluk zayıfiadığı zaman birbirlerine düş- tüğü, birbirleriyle savaştığı için yok olup gitmiş- lerdir. Osmanhca eğitimini ve öteki Türk Ulkeleriyle ortak dil konusunu bir yana bırakıp kendi dili- mizi Türkçe kaynaklardan üretip türeterek bilim, felsefe ve teknik alanda her konuyu anlatacak duruma getirmek, kendi çağdaş kültürümüzü oluşturmaya çalışmak daha gerçekçi bir davra- nış olmaz mı? ABADABIR AGAH XTÂXAnadolu Üni. ÎIBFÖğ. Gör. Ara Seçim Zorunluİktidar partisi çevrelerinin, anayasanın ara seçimı zorunlu görmediği ve iktidann "isterse" bu seçimleri yapabileceği yo- lundaki görüşteri bir süre önce bazı bastn organlarımızda yer aldı. Ancak Ortadoğu bunalımı nedenıyle olsa gerek, hak et- tiği ilgiyi ne yazık ki görmedi. Adı geçen çevreler, anayasa- nın 78. maddesindeki hükmün bir zorunluluk taşımadığını ve tartışmaya açık bir hüküm nrteliğinde olduğunu ileri sürmek- teydiler. Biz bu eğilimin ardında yatan siyasal nedenlerin neler ola- bileceğini, yani konunun siyasal yönünü bir yana bırakarak, var olan hukuksal durumun kısa bir değerlendirmesini yap- maya çalışacağız. 1982 Anayasası'nın 78. maddesi, esasen hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Maddenin 3. fıkrasına göre "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliklerinde boşalma olması halınde, ara seçime gidilir. Ara seçim, her seçım dönemin- de i)ir defa yaptlır ve genel seçimden otuz ay geçmedikçe ara seçime gidilemez. Ancak, boşalan üyeliklerin sayısı, üye tamsayısının yüzde beşini buldugu hallerde, ara seçimlerin üç ay içinde yapılmasına karar verilir". Aynı maddenin son fıkrasında ise "genel seçimlere bir yıl kala, ara seçim yapılamayacağı" hükme bağlanmıştır. Görüldüğü üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliklerin- de meydana gelen boşalma, sayısı ne olursa olsun, ara se- çime gidilmesini zorunlu kılrnaktadır. Anayasa metninde kul- lanılan terimlerin seçilişıne iyıce dikkat etmek, bu gerçeğin görülebilmesi için yeterlidir. Maddede yer alan "gidilir", "yapılır" ve "karar verilir" sözcükleri bir zorunluluğun ifade- sidir. Eğer, ara seçime gidip gitmemek yasamanın takdirine bağlı olsaydı, metinde bu şekilde değil, anayasa termınolojı- sine uygun olarak, "gidilebilir", "yapılabilir", "karar verilebilir" şeklinde formüle edilirdi. Anayasa, ara seçimı zorunlu saymıştır, ama boşalan üye- likler için gelişigüzel seçim yapılmasını da önlemiştir. Ara se- çim, her seçim döneminde an- cak bir kez yapılacaktır. Her ne nedenle olursa olsun, beş yıl- lık seçim dönemi boyunca bir- den fazla seçim yapılması ola- naksızdır. Anayasaya göre ara seçimın yapılması için genel seçimin üzerinden en az otuz aylık bir sürenin geçmiş olması gerek- mektedir. Genel kural budur. is- tisnai olarak eğer boşalan üye- liklerin sayısı, üye tamsayısının yüzde beşini bulmuş ise genel seçimin üzerinden otuz ay geç- mesi beklenmeksizin, ara se- çimlerin en geç üç ay içinde yapılması qerekecektir. Anayasada, genel seçimlere bir yıl kala ara seçim yapılama- yacağı da hükme bağlanmıştır. Yani, boşalan üyeliklerin sayı- sı, üye tamsayısının yüzde be- şini bulduğu ya da geçtiği hal- lerde dahi, şayet genel seçim- iere bir yıl ya da daha az bir za- man kalmışsa ara seçime gidil- mesi mümkün olmayacaktır. Bu hükmün yerindeliği tartışı- labilir. Siyasal konjonktüre bağ- lı olarak boşalma oranının yüz- de beşlerin çok üstüne çıktığı durumlarda bile ara seçime olanak tanımamak, hangi ge- rekçeye dayandınlırsa dayandı- rılsın izahı güç bir düzenleme- dir. Şu ya da bu nedele mey- dana gelen boşalmaların önemli bir orana ulaşması ha- linde, süre koşulu aranmaksı- zın, ara seçimlere gidilebilme- si gerekirdi. Tüm bu açıklamalardan son- ra tekrar başa dönerek şunu söyleyebiliriz: İktidar, hiç kuş- kusuz, kendisini güçlü gördü- ğü an seçime gidecek ve an- cak o zaman parlamentoyu ha- rekete geçirecektir. Ancak bu, "iktidarın siyasal ortamı uygun bulmadığı takdirde hiç bir za- man ara seçime gitmeyebi- leceği" anlamına gelmez. ikti- dar, "anayasada belirtilen za- man sınırlan içinde kalmak ko- şuluyla", ara seçim tarihinin belirlenmesi hususunda bir serbestliğe sahiptir. o kadar. Yoksa ara seçim yapıp yapma- mak iktidarın kişisel iradesıne bırakılmış bir husus değildir. +Z0NGULDAK1IMADEN IŞÇILERI AYAKTA /vv 2.000 TL. I EMPERYALISTLERIN İSCİ DÜSMANIASKERİ ORGÜTÜ ATO'YU Oı: ONUN ORTADOĞU'YA UZANOIRMAK İSTEDİKLERİ KOLU mro'vu o SAVASA SAVAS ACACAK KİTLESEL BİR EMEKCİ EYLEMİYLE ETO EDEÜK 5. sayı Çıktı. Bayilerde Yönetim Yeri: Nakilbent Sk. No:49/3 Tel: 516 84 54 Sultanahmet-İST. MESLEKTAŞLARIMIZA DUYURU Yaklaşan Baro seçimlerivle ilgili çalışmalan göriişüp yürütmek amacıyla Istanbul Barosu binasında yapacağımızbuluşma 10.10.1990 günü saat 16.00'da, Istiklal Caddesi'ndeki KARACA TtYATROSLTna abnmışbr. ÇAĞDAŞ AVUKATLAR GRUBU MENSUPLARINA DÖYURIMJR AVUKAT TURGUT KAZAN FRANSIZ KULTUR MERKEZİ'NDE FRANSIZCA KURSLARI Birinci dönem kayıtları: 8-13 Ekim 90 Saat: 10.00-18.00 arası (Cumartesi günü saat 13.00'e kadar) Kurs başlangıç tarihi: 15 Ekim 90 Fransa Başkonsolosluğu - İstiklâl Cad. Nö: 8 Taksim Tel: 152 02 62 - 144 44 95 - 149 48 95 FİKRET-FİLİZ OTYAM Reâm ve özgûn dokuma sergisi Kaleiçi Sanatevi-ANTALYA 11 ekime dek açık kalacaktır PENCERE Agop Ağacı Agop Arad çok konuşmazdı; gerekli birkaç söz söyler su- sardı; kimi zaman da tek sözcükle yetinirdi; ama sıcak mı sıcak bir insandı... Resimleri gibi... Ağaç, deniz, çocuk, çiçek, kuş, ev, pencere, duvar, balıl çı, ihtiyar, sokak var Arad'ın resimlerinde... — Bu ağaç ne ağacı? — Erik... — Hayır... — Kiraz... — Hayır... — Peki, ne ağacı? Sen söyle!.. — Agop ağacı!.. Ya bu ağaç ne ağacı? — Meşe... — Hayır, bu ağaç da Agop ağacı... Sonra şu çocuk, şu balıkçı, şu deniz, şu çay bardağı, şu ev, şu pencere, şu bulut, şu çiçek... — Ne çiçeği bu çiçek? — Agop çiçeği... — Şu kapı? — Agop kapısı... — Vur o kapıya üç kez!.. Tak... tak... tak... — Kim ooo? — Ben... Açıl susam açıl, kapı açılır, girersin içeri, işte bir oda, bir masa, masanın üstünde bir vazo, vazonun içinde bir gül... — Bu gül ne gülü? — Agop gülü... Hep düşünürüm, özgün ressam öldüğünde yarattığı dün- yaya mı göçer? • Agop Arad uzun yıllar Cumhuriyet'te çalıştı, son yıllarda çalışmasa da yine Cumhuriyet'teydi; kimi gün erkence gelir, Oktay Akbal'ın odasında otururdu, yalnız, sessiz; düşünce- li... Ne düşündüğü de belli olmazdı; usta idi; ustalar çok kr> nuşmazlar, saat ustası, su ustası, duvar ustası, minare usta- sı, köprü ustası gibi bir ustaydı Agop, işini düşünürdü, ku- ram yapmazdı, fırçasını alır çalışırdı, çok konuşmaya ne ge- rek var, iş, nasıi olsa kendini gösterecek. Bogaz'ı severdi Agop; ama senin benim gibi sevmezdi; resim yapmak için severdi; çiçeği, vazoyu, balıkçıyı, kahvedeki iskemleyi cardak- taki asmayı, parktaki sırayı sevdiği gibi severdi. Fötr şapka- sı, belli belirsiz bıyığı, çıplak başı, kalın giyimi, sağlam ayak- kabılanyla Agop'u gören sıradan adam sanırdı, ama özgün- dü; Hıristiyandı, ama minare ustasıydı; Ermeni'ydi, ama Türt tü; İstanbulluydu, ama Anadoluluydu; kaba görünürdü, am& inceydi; basit sanılırdı, ama sadeydi; doyumunu paletınde tu- val'ınde arayan tam bir sanat emekçisi... Uzun yıllar Tarabya'da Hristo'nun üstünde bir katta yaşa- dıktan sonra Boyacıköy'e geçti. Boğaz'ın kıyısından tepesi- ne taşınmıştı. Kaç kez arabayla evine bıraktım... Bir dar sokak... Bir zemin kat... Bir küçük kapı... — Canikom, teşekkür, zahmet oldu, işte burası, allahaıs- marladık, yine görüşelim... Agop kapıyı açar, girer... Kapının arkasında yalnızdı. • Yakındığını hiç duymadım, gerçek sanatçının dünyası ken- disine yeter. Az konuşan Agop hastaydı, resimlerindeki gibi çocuksuydu. Çocuklar "acıktım, susadım, çişim geldi" der- ler ya bir gün Boğaz'da dolaşırken Agop en güzel köşeleri gösterdi: — Ben burada resim yaptım... Sonra bir başka köşede Agop yine dile geldi: „ — Burada da resim yaptım... llık bir gündü. Durdum. Doğaya baktım. Karşı kıyı güneş- te yakın görünüyordu. Tepemizde bir ağaç. Ayaklarımızın aJ- tında ağacın gölgesı. Yanımda Agop. Boğaz akıyordu. Su ma- viydi. Bu mavı ne mavisi? Agop mavisi. Bu ağaç ne ağacı?' Agop ağacı. Boğaz akacak. ağaç duracak, Agop ölecekti. Ölüm ancak yaşarken duyumsanabilir, öldükten sonra de- ğil D.OKTOR VE HEMŞİRELER ARIYOR Türk Kalp Vakfı, pratisyen hanım doktor ve hemşireler aranıyor. Tel: 175 12 44/45
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle