Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
İbrahim Karaoğlu’ndan “Gölgeler ve Yelkovan” Karaoğlu’nun yazdıkları, 1980’lerden bugüne Cumhuriyet, Hürriyet, Güneş, Demokrat Ege, SiyahBeyaz gibi gazetelerle, başta Varlık olmak üzere, Temmuz, Dönemeç, Gösteri, E, Bilim ve Sanat, Somut, Artist, Dünyanın Öyküsü gibi dergilerde yayımlandı. Samim Kocagöz Öykü Ödülü, Altın Koza Film Festivali Yılmaz Güney Film Öyküsü Ödülü, Orhan Murat Arıburnu Film Öyküsü Ödülü ve Tarık Dursun K. Öykü Ödülü gibi birçok ödüle layık görülen Karaoğlu, “Gölgeler ve Yelkovan” kitabında yer alan beş uzun öyküyle okurunun karşısına çıktı. r İhsan TEVFİK azarlık serüvenine İzmir’de başlayan İbrahim Karaoğlu’nu yazın dünyası, plastik sanatlarla ilgili eleştiri yazılarıyla ve öykü, deneme, senaryo çalışmalarıyla tanıyor. Son olarak “Salvador DaliZodyak” sergisinin küratörlüğünü yapan Karaoğlu, yine yurtiçinde ve dışında birçok serginin küratörlüğünü üstlendi. Karaoğlu’nun ilk öykü kitabı Dalga Dibe Düştü 1985’te yayımlanmıştı. Uzun yıllardan sonra Gölgeler ve Yelkovan adlı kitabıyla okurlarına tekrar merhaba dedi. İNSANIN İNSANA YOLCULUĞU Karaoğlu’nun öyküleriyle ilgili olarak Doğan Hızlan şu belirlemeyi yapmış: “Karaoğlu’nun öyküleri, bir ruh muhasebesinin notları. Geçmişten bugüne, anıların izleğinde, çeşitli kentlerde hep içe tutulmuş bir ışıldak. İçinde bireysel ve toplumsal hüzün bir arada. Bir açlık grevini anlatan öykü, gerçekten bir kuşağın hatta her kuşağın bir noktalama durağı. Çocukluk, ilk gençlik saptamalarını bulamayınca bir hüzün travması yaşıyor. ‘İçimdeki yarayı giyiniyorum’ diyor. Öykü başlarındaki alıntılar, sevdiği şairlerin de öyküye bizi hazırlayan dizeleri, onun edebiyatı algılayış yolunu yeterince açıklıyor. Zaman üzerine çok düşünüyor ve birden, ‘kedere belendi zaman’ diyor. Öykülerin her satırında hep sonbaharı anımsıyorum.” Yazarın metne girerken ve bazen de metinden çıkarken (bir öykünün sonunun Furuğ şiiriyle bitmesi gibi) Furuğ Ferruhzad, Paul Valery, Franz Kafka, Marguerite Duras gibi şair ve yazarlardan yaptığı alıntılar bizi metne hazırlamakla kalmıyor, metnin omurgasını, dayandığı temel görüşü de işaret ediyor. Aslında öykülerin bütününe baktığımızda kendisinin de vurguladığı gibi “insanın insana yolculuğunu” naif S A Y F A 1 0 n 1 8 İçimizdeki yarayı gösteren öyküler ama kesin çizgilerle görmek mümkün. Yazarın anlattığı siyasal olaylar bir fon olarak kalıyor. Anlattığını politik düzlemden çıkarıp bireysel düzleme yerleştirmeyi seviyor. Bu, o günkü tabloyu görmezden gelme değil elbette çünkü bireyler üzerinden, her insanın biricik öyküsü üzerinden hayata bakmayı seviyor Karaoğlu. Hayat orada tökezliyor veya ayağa kalkıyor. Nerede? İnsanın insana insanca bakabildiği veya bakamadığı yerde... Bugün de hem ülkemizde hem özellikle Ortadoğu’da ve elbette dünyanın nice başka yerlerinde yaşanan, benzer acılar değil midir? Karaoğlu, kitabında yer alan öyküler için, “Bizim kuşağın tanık olduğu travmaların kitabıdır” diyor ve ekliyor: “Hangi öyküde hangi konudan söz edersem edeyim aslında insanın insana olan yolculuğunu anlatmak istiyorum. Hayatın küçük ayrıntılarla kuşatılmış biricik yanlarını anlatmayı seviyorum. İnsani olan her şeyi…” ACILARDAN YOL ALAN ÖYKÜLER Yazarın, Tarık Dursun K. Öykü Ödülü’nü alan “Ölü Deniz Mezarlığı”, kitabın ilk öyküsü. Yan yana gelen satırları alt alta yazın ve öyle okuyun, kendinizi bir öyküşiir karşısında buluyorsunuz. Aslında bir anlamda neredeyse mensur şiir, mensureler karşısındayız. Yazarın, kesinlikle şiirsel bir üslubu var ve bunu öyküyle birleştirince bir öyküşiir pratiği oluşuyor. İşte Furuğ’un “Bana düşen asılmış bir perdenin benden aldığı gökyüzüdür” öndeyişiyle başlayan öyküden güzel bir örnek: “Eski yağmurlar zamanıydı. Bir yosun kokusuyla başladı her şey. O nemli koku, belleğimin kuytularındaki aynaların lekelerini boyadı. Titredi aynaların buğulu yüzü. Ve buğular süzülerek ince bir damla gibi sızdı içime. Sırları döküldü aynaların.” İnsanı içine alan sıcak, samimi, yalın, süsten uzak ama çarpıcı şiirsel bir söylem… Öykünün bir yerinde “Anılara dokundu ellerim” diyor yazar ama sadece bu öyküde değil her öyküde anılara E Y L Ü L 2 0 1 4 Y Karaoğlu, kitabında yer alan öyküler için: “Bizim kuşağın tanık olduğu travmaların kitabıdır” diyor. dokunuyor, geçmişe dönüyor. Altın bir geçmişin hüzünlü sahillerinde dolaştırıyor bizleri. Hep iyilikler yok orada belki ama iyi olmaya çalışan insanların çabaları var. Yaşarken bize boz bulanık, hatta anlamsız ve karmaşık gelen hayat parçacıkları geçmişte kristalize edilmiş bir halde parlakaydınlık apaçık duruyor bir köşede. Yaşamın ve insanın gizini yıllar sonra geçmişe döndüğümüzde çözebiliyoruz ancak. İşte yine Furuğ konuşuyor yazar adına: “Kalbimin çocukluğumun mahallelerinden gizlediği bir sokak var.” İzmir, Karantina, Susuz Dede’ye adak adamaya giden anneler, yaz geceleri haşlanmış mısır yenilen ve gazoz içilen sokaklar… Ama sonra bir kâbus gibi çöken 67 Eylül olayları, mahalledeki Bayan Domina’nın yanık sesi, çocukluk arkadaşı Şirozer ve kaybolan yaşamlar… Yazarın söyleyişiyle: “Yüreği çorak olanların vicdanı, çürümüş balık kokusuna dönüşmüştü. Zamanın korkuya yenilmiş süzgecinden geçiyorduk, insanın insandan ve hayattan korktuğu anlardan. Ne de çoktu suç ortakları. Bilmediğimiz mahallelerden gelmişlerdi. Ve sen o korkuyla cumbadan aşağıya attığında kendini, ürkek gece kuşları bir o yana bir bu yana uçuşup durdular.” Yazarın deyişiyle o evlerin ruhları boşalır, denize girdikleri kıyılar ölür, keşkelerle geçer sokağından, çoktan kefenleyip gömdüğü ama içini terk etmeyen bir sürü garip acılarla. Bu uzun ve çarpıcı öykünün devamında Paul Valery’nin “Deniz Mezarlığı” şiirini okuyarak anıların rehberliğinde yeniden geçer oralardan ve arkadaşı Şirozer’in mezarında yine bir Furuğ şiiriyle son bulur öykü: “Bana düşen anılar bahçesinde hüzünlenerek dolaşmaktır/ ve ölmekte olan bir sesin bana hüzünle/ ‘ellerini seviyorum’ demesidir.” Kitabın ikinci öyküsü “Uzaklar ve Sonbahar”, 12 Eylül’ü işaret ediyor. Açlık grevinde ölen bir insanın hikâyesi ve devamında anneye teslim edilen eşyalarla geçmişe dönülüyor. Adli Tıp Kurumu Başkanlığı raporuyla başlıyor bu çarpıcı öykü ve açlık grevinde ölen gencin 1.72 boyunda, tahminen 40 kg ağırlığında ve 2025 yaşlarında olduğunu öğreniyoruz. Sonra ayrıntılı ölüm raporuyla birlikte yaşlı ve acılı anneye teslim edilen giysi dolu bir bavul, iki poşete doldurulmuş kitaplar ve bir tutam kâğıda yazılmış günceler… Genç doktor kız, annenin yere düşürdüğü açlık grevini yansıtan günceleri okuyor. Hem açlık grevinin ölümcül safhaları var hem de ölen gencin mahallesinden, geçmişten, anımsayabildiklerinden izler… Neredeyse “İnsan acıyla anımsamaktan ibarettir” diyesi geliyor insanın bu trajik günlükleri okuyunca. Bu öyküde de diğer öykülerde olduğu gibi bireyin trajedisi, arkaplanda dönemin karanlığının eşlik ettiği bir dekorla geçmişe dönülerek veriliyor. Değişmeyense insani duyarlılık, hem de en yüksek dozda. Hayatın bütününün sloganlarla verilemeyeceğini iyi biliyor yazar onun için tek tek bireylerin toplumsal iklimimizi belirleyen hikâyelerine eğiliyor. Toplumsalı anlatırken ve elbette dönemin karanlığını eleştirirken de bireyden yola çıkarak yapıyor bunu. Kitabın “Düş Bozumu” adlı son öyküsü yine 12 Eylül günlerinden yol alıyor. Ölüme yürüyen gencin hikâyesi önce annenin sonra sevgilinin ağzından veriliyor. Anne diyor ki: “(...) Felç olmuştu zaten yavrum. Son duruşmasıydı. Koltuk değnekleriyle getirmişlerdi. Gözlerime bakamadı. Görüş günlerinde de öyleydi hep, bakamazdı gözlerime. Dayanamazdı ağlamalarıma da ondan.” Birkaç gün sonra da mektubu gelir ve Mersin’deki çocukluk yaşamını yansıtan derin bir imge: “Ellerin portakal çiçeği kokuyordu annem” ve basit gibi duran kayalardan daha acı bir gerçek annenin ağzından verilir: “Hiç ana oğul olmadık ki doyasıya. Çarşamba günü giysilerini götürdüm. Ölüm haberi…” Acılı anne der ki oğlunun sevdiği kıza: “Beni sık sık ara, ne olur! Ondan kalan son yadigârsın” ve acılı sevgili der ki sevdiğine: “Bana da annen kaldı. Bir de o İzmir’deki ev. Annenle nasıl giderim oraya. O zaman daha da büyür acımız.” Hikâyeler bittiğinde bir anılar denizinin ortasında buluyoruz kendimizi. Daha çok acılardan yol almış hikâyeler. Dünyada savaşlar, kıyımlar sürdükçe gölgeler iyice yerleşiyor yelkovanın üstüne. İnsanın acısını yine de insan alır demek geliyor içimden. Dünyayı birbirine zindan kılan insanoğlunun içinin zehrini yine başka insanlar alacak, buna inanıyorum. Yazarak yaralarımızı iyileştireceğiz ve onları elbette birbirimize öykü olarak şiir olarak göstereceğiz. Karaoğlu da tüm vicdanlı yazarlar gibi bunu yapıyor. Bize bizi gösteriyor geçmişten bugüne anıların kucağında. n Gölgeler ve Yelkovan/ İbrahim Karaoğlu/ Noktürn Yayınları/ 88 s. K İ T A P S A Y I 1283 C U M H U R İ Y E T