26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

Prof. Dr. Fuat Bozkurt’tan “Türk İmgesi” Kendini arayan ulus mu, yoksa bir ulus arayışı mı? Prof. Dr. Fuat Bozkurt kitabında belirli kavramsal savlardan, klişelerden hareket etmek yerine toplum yaşamında karşılaşılan olayları incelemiş, sonuçlara böyle ulaşmış. Kendi ifadesiyle “... çalışmanın asıl kaynağı, Türklerin yabancılarda gördükleri ve yabancıların Türklerde gördükleri davranışları sergileyen anılar ve gözlemler”. Yararlandığı eserlerin bu alandan seçilmiş olması da bunun açık göstergesi. r Ertuğrul TOKDEMİR (*) ürk İmgesi Prof. Dr. Fuat Bozkurt’un son kitabı. Akıcı, sade, yalın bir dille kaleme alınmış, yazım hatası neredeyse olmayan, temaları iyi belirlenmiş ve sınırları iyi çizilmiş kapsamlı bir eser. Bu derecede kapsamlı ve farklı bilim dallarıyla iç içe geçmiş inceleme konusu, kitabın planı ve içeriği açısından büyük önem taşıyor. Zira sosyolojiden antropolojiye, siyasetten tarihe birçok bilim dalının ara kesitini oluşturan, ağırlık merkezi filolojide yer bulan böyle bir çalışmada yönünü kaybetme tehlikesi vardır. Hatta ‘Tuttum Aynayı Yüzüme’ alt başlığı bile – en azından benim algıladığım şekliyle – yazarın kendini sonu olmayan bir maceraya attığının işaretidir. Başlangıç gayet açık, zamanda ve mekânda bir yolculuk. Türk İmgesi bu yolculuğun güzergâhını ve bütün ana ve tâli duraklarını filoloji bilim dalı içinde, ulus denen insan topluluğunun karmaşık yapısındaki kimlikleri belirleyen payandalar olarak incelemektedir. Bir okuyucu olarak benim için kitapta en temel hareket noktası, bu filoloji kavramıdır. Yukarıda çeşitli disiplinlerin kavşağında bir ara kesit diye nitelediğimiz eser, ulusların tarih, dil, kültür, arkeoloji ve folklor kollarına ilişkin çözümler yapan filoloji bilim dalına tekabül etmektedir. Bu bizi çeşitli şekillerde öğrendiğimiz, bildiğimiz veya tanıdığımız olayları bir toplumun, bir ulusun kimliğini oluşturmadaki rolleri, katkıları açısından yeniden düşünmeye, algılamaya götürecektir. Prof. Dr. Fuat Bozkurt Türk İmgesi’nde esas itibarıyla belirli kavramsal savlardan, klişe ve kalıplardan hareket etmek yerine ‘toplum yaşamında karşılaşılan olayları alıp incelemiş, sonuçlara böyle ulaşmıştır. KenS A Y F A 4 2 n 1 3 T di ifadesiyle ‘... çalışmanın asıl kaynağı, Türklerin yabancılarda gördükleri ve yabancıların Türklerde gördükleri davranışları sergileyen anılar ve gözlemlerdir (s. 23). Yararlandığı çok sayıdaki eserin bu alandan seçilmiş olması da bunun açık göstergesidir. Kitapta bildiğimiz, hatta sıradan diyebileceğimiz olay ve konuları yeniden düşünme ve algılama çerçevesinde çok sayıdaki örnekten biri komşu İran’la ilgilidir: ‘Yenilmek ve yıkılmak’, ‘milli ve milliyetçi’ ifadeleri, Fars kimliği açıklamasında çok aydınlatıcıdır. Eserdeki anlatımı aynen alıyorum: “642 yılında Araplar Nihavend Savaşı’nda Persleri yenip İmparatorluğa son vermişlerdi. Persler yenilmişler ama yıkılmamışlardı. Köklü bir devlet geleneği, güçlü bir inanç dizgesi ve görkemli bir mitolojiyle Perslik bilinci ayaktaydı. Bu kültürün üzerine İslam yerleşmeye çalışırken, doğal bir evrim yaşandı ve İslam bu ülkede ayrı bir görüntüye büründü. Zerdüştlük, Ateşetaparlık, İslamlık ve Doğu gizemi birbirine karışarak bulanık yoğun bir kültür tortusu olarak Şiilik biçimine dönüştü.’ Binlerce yıllık bir birikimin adeta bir sentezi şeklinde günümüze ulaşan bu tortu, Fars ruhudur. Bu tortu, ruh ve kültür, onları Araplardan ve Türklerden ayırmaktadır. O anlamda millidirler ama milliyetçi değillerdir” (s. 404). RAHATSIZ EDİCİ KOPUKLUK Yazara göre Fars kültüründeki bu sürekliliğe karşı Türk toplumunun “... evrensel tarih içinde yeri ve hangi uygarlığa ait olduğu da inandırıcı verilerle saptanmış değildir. Bugünle geçmişimiz arasında rahatsız edici bir kopukluk vardır” (s. 390). Zira Türk ulusçuluğu köklerini Osmanlı döneminde aramamaktadır. Dolayısıyla bugünün tarihsel bağlarını çok daha geriK A S I M 2 0 1 4 lerde arama zorunluluğunu da vurgulayan yazar bu kopukluğu somut bir şekilde ortaya koymaktadır (s. 393). Kimlik bunalımına da yol açan bu kopukluk, sadece Cumhuriyet Türkiyesi ile Osmanlı dönemi arasında değildir. Eserin bütünlüğü içinde değerlendirildiği zaman siyasal iktidarı elinde tutan yönetici zümre devletin varlığını tehlikede görürse geçmişinden kopmakta tereddüt etmediği anlaşılır. Prof. Bozkurt’un ifadesiyle ‘tarihte Türkler ölçüsünde çok din değiştirmiş başka bir ulus görülmez. Bu bir kendinden kaçış mıdır, yoksa arayış mıdır, bilinmez (s. 380). Ama bilinen bir gerçek vardır ki o da dinin, inanç sisteminin, devletin ve çağın gereklerini karşılayacak düzeyde olması zorunluluğudur. Bu noktada söz sahibi olan siyasal otoritedir. Kitapta bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Çok kez yeni sunulan inancı seçen bir han, bir beydir. Halk bu seçimi yadırgamaz, onun ardından aynı inancı benimser. Bu durumun en önemli nedeni, Türk toplum yapısının nesnel otorite ve kumanda isteyen savaşçı bir yapıya sahip olmasıdır. Dinsel örgüt, yerleşme durumunda ister istemez bu otoriteye bağlı kalır” (s. 382). Bu tespitin Türk tarihinde sadece din ve devlet işlerinin karşılıklı konumu açısından değil, devlet otoritesinin tartışılmaz konumu açısından da ne derecede önemli olduğu aşikârdır. Gerçekten bu tespit eserde adeta bir anahtar niteliğindedir. 20. yüzyılın ortalarında çok partili rejime geçiş arifesinde bile yazarın “Türk toplumunda toplumu yönlendirme, yöneticilerin görevi olarak algılanır” ifadesiyle örtüşmektedir. Dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın sosyalist olmakla suçlanan bir gence “... memleketin işleri sizi ilgilendirmez. Eğer solculuk gerekirse şeflerimiz emreder, onu da biz yaparız’ sözleri hâlâ belleklerdedir (s. 124). Aynı sayfada aynı derecede net bir mesaj da yine başkentin başka bir valisinin Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencilerine “... çocuklar şunu iyi bilin ki ... eğer Türkiye de komünist olacaksa bunu biz yaparız, size bırakmayız. Hadi defolun gidin, bir daha Rus şarkısı falan söylemeyin” uyarısıyla verilmiştir. Yazarın Türk toplum yapısının nesnel otorite ve kumanda isteyen bir niteliğe sahip olduğu şeklindeki açıklaması, ulusun kendini arayışında da aydınlatıcı olmaktadır. Bu arayışta da otorite ve kumanda yön verici, hatta tayin edicidir. 20. yüzyıl başlarında bütün Asya’nın Türklerini birleştirme özlemindeki Turancılar ile bunu ham hayal diye eleştirenler yine de bir hayalin gerçekleştiğine tanık oldular: Milli devlet, Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus yaratma projesi. Yazar bu projeyi en yalın, en temel öğeleriyle sunar. Topluluktan topluma, halktan ulusa geçiş. Benedict Anderson’a dayanarak “ulusu hayal edilmiş bir toplu luk” olarak tanımlar. Görmediği, tanımadığı insanlara hayalinde yer vererek, onları hayalinde yaşatarak (s. 374). 2000’lerin dünyasında ülkede hâlâ çoğunluk, yurttaş olmayı, birey olmayı, bir ulusa mensup olmayı özümseyebilmiş, benimseyebilmiş değil. Bir ülke, halk eski deyimle “cemaatten cemiyete, kavimden, ümmetten millete” geçmemekte direniyor. Yukarıdan kendine sunulan, kendisiyle paylaşılmaya çalışılan ulus olma hayalini kabulde bünye hâlâ zorlanıyor. Prof. Bozkurt bize ülkemizde daha Cumhuriyet’in kuruluş döneminden başlayarak çağdaş anlamda birey olmaya, hemşehri yerine vatandaş olmaya, bırakın evrensel değerleri, vatan ve millet için ortak olunabilecek, paylaşılabilecek değerlere karşı duyulan hıncı, saldırıyı anlatıyor. Bu hınç ve saldırının, nefretin arkasındaki gerekçenin “vatanseverlik, milliyetçilik, muhafazakarlık” oluşu, karşı tarafın da “vatan hainliği” ve “millet düşmanlığı”yla itham edilişi göz önünde tutulursa ironinin derecesi kendiliğinden ortaya çıkar. ELEŞTİRMEK YERİNE SUÇLAMAK Fikirleri eleştirmek yerine fikir sahiplerini suçlamak, yaftalayıp vatan hainliği ile itham etmek, siyaset arenasına sürmek Türk imgesinin hâkim çizgilerindendir. Nice şairi, yazarı, düşün insanını on yıllarca hapislere mahkum eden, sivil jurnallerdir. Basını kullanan birçok yazar, çoğu kıskançlıktan doğan duygularını ideolojik görüntüye dönüştürüp kavgayı minder dışına taşımıştır (s. 531). Batı dünyasında kavgada karşıtını, her şeyi göze alıp onur savaşı vererek yenmek varken Doğu’da pusu ile avlamak ya da bireysellikten çıkarıp topluluğa yaymak geçer akçe sayılır (s. 334). Böylece kalabalıklar yargının yerini almakta, siyasetten kelle istemektedirler. Siyasette kelleyi ortaya atmaktadır. Sabahattin Ali’nin karşıtları ya da Madımak Oteli’ni muhasaraya alanlar hangi fikir akımlarına mensuptular, hangi kalıcı eserlerin sahibiydiler? Yazar aynada gördüklerini hep bir bütünün içine, adeta yapbozdaki yerine oturtuyor. Olayların akışı ve niteliği toplumun karakterini ele veren ipuçlarını ortaya koyuyor. Kalabalıkları olaya dahil etme ve bunun siyasal iradede karşılık bulması hukukun en temel ilkesi olan ‘masumiyet karinesini’ tersine çeviriyor. Karşı taraf suçludur, kimse onun suçlu olduğunu ispatlamakla yükümlü değildir; masumiyetini kanıtlamak karşı tarafa düşer. Bu zihniyet 1947 yılında CHP milletvekili olan, ileride önde gelen bir hukuk profesörü ve nihayet başbakan olacak Nihat Erim de dahil her düzeyde karşımıza çıkmaktadır. Basında belli çevrelerin ağır bir şekilde komünistlikle suçlayıp hedef gösterdiği Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes destek istemek üzere Nihat Erim’i ziyarete gittiklerinde Erim’in tutumu açıktır: Kamuoyu önünde kendinizi savununuz ... Bu muhakeme acaba Tevfik Fikret örneğinde nasıl işlerdi? O da “Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder” diye suçlanıp hedef gösterilmişti. Suçu Robert Kolej’de öğretmenlik, yürürlükteki hukuka uygun bir müessesede. Her okuyucu bu kapsamlı eserde kendini veya kendinden bir şeyleri bulacaktır. Eseri 2014 yılının en kayda değer yayın olayları arasında düşünüyorum. n Türk İmgesi/ Prof. Dr. Fuat Bozkurt/ Kaynak Yayınları/ 624 s. (*) İTÜ emekli öğretim üyesi. K İ T A P S A Y I 1291 C U M H U R İ Y E T
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear