29 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Nuriye Zeybek’ten bir roman Suya Düşen Kir Suya Düşen Kir, Asya’nın yaşamöyküsü. Birbirine benzemeyen iki farklı anakara, iki farklı kültürde sürdürülmeye çalışılan emek yoğun bir yaşam serüveni. Kitabın her satırı ve satır aralarında toplumsal dönüşümümüzün yadsınamaz bir gerçeği olan ve bu çağa damgasını vuran göçmen işçi dramıyla karşılaşıyoruz. Ë Murat Aydın DOMA uya Düşen Kir, Asya’nın yaşamöyküsü. Birbirine benzemeyen iki farklı anakara, iki farklı kültürde sürdürülmeye çalışılan emek yoğun bir yaşam serüveni. Tüm yaşamı ve bunun bir parçası olan kendi yaşamını sorgulaması sonucu yine kendi isteğiyle “Akıl ve Ruh Sağlığı Kliniği”nde tedavi görmesi gerektiğine inanıyor Asya. Geçmişiyle yüzleştiğinde ve uygulanan psikolojik tedavi anlarında geri dönüşlerle kendi dilinden anlatır yaşadıklarını. Kendi iç dünyasına doğru yapılan bir tür dalgıçlıktır bu ve dipten çıkardığı ne varsa cesurca serer gözler önüne. S Asya, küçük bir Anadolu köyünde dünyaya gelir. Gözlerini açtığında kirlenmemiş doğanın içinde bulur kendisini. Serçe sürülerinin görkemli uçuşlarıyla ahenk kattığı çiğdemli yamaçlar onun doyumsuzca soluklandığı tek yerdir ve düşlerinde hep bu doyumsuzluğun resmi kalacaktır. Yaşadığı dünyanın yüzü ise çok daha farklıdır: Çağa damgasını vuran sevgisizliğin çarpık anatomisi. İnsanın insana uyguladığı barbarlık yumağına saplanan suskun özgürlük çırpınışları, en yakınındakiler tarafından kadın bedeni ve ruhuna uygulanan taciz. Utanmaları gerekenlerin yerine yıllarca en kuytularda saklanmaya, bastırılmaya çalışılan büyük bir suçluluk duygusu ve bu duygu içinde yaşamın her dönemecinde darbe alan genç kızlık ve bir kadın benliği. Kendi ellerinde ca Onat Kutlar’ın bütün yapıtlarına doğru 1950 kuşağı öykücüleri arasında anılan ve yakın zamanda öykü kitaplarıyla gündeme gelen ve en az öykücülüğü kadar senaryo yazarlığıyla da tanınan Onat Kutlar’ın tekrar yayımlanan, sinema yazılarını bir araya getirdiği Sinema Bir Şenliktir adlı kitabında anlattığı hikâyelerin bazıları sinemanın büyüsünden nasibini almışa benziyor. Bu hikâyenin devamında, korkulan başa geliyor yani sakınan göze çöp batıyor ve film kutularından biri taksinin bagajında kalıyor. Ancak elbette büyü devreye giriyor ve mucize gerçekleşiyor. Öncelikle, dışarıdaki pek çok konuğu bekletmemek için filmi başlatmaya karar veriyor Kutlar. Zor bir karar çünkü film ilerlerken ve izleyiciler bu olanlardan habersiz filmi izlerken son kutuyu bulmaya çalışacak. Film gibi anısını şöyle anlatıyor: “O anda önümde, skandalla başarı arasında salınan sarkaçlı bir saatin gösterdiği sadece 70 dakikalık bir zaman vardı. Ya bobini bu yetmiş dakikada bulamazsam? O daracık zaman aralığında Galatasaray, Sirkeci, Eminönü, Karaköy’de plakasını bile bilmediğim eski model, siyah dolmuş arabasını ve kır saçlı, bıçkın şoförünü çılgınlar gibi arayışımın ayrıntılarını şimdi hatırlamam güç. Ama Boğazkesen’den Tophane’ye doğru, artık umutsuz bir boş vermişlikle, ellerim ceplerimde yürüdüğümü çok iyi hatırlıyorum. Rastlantı? Bir rastlantı elbette (…) O siyah, eski ve büyük Amerikan arabası, Boğazkesen’de, kaldırıma çekilmiş duruyordu.” Bundan sonra Paris’te, arkadaşı Demir Özlü’yü ararken kendisine yol gösteren Hüseyin Baş’la tanışması ve daha da önemlisi Paris Sinematek’ine kaydoluşunu da rastlantı olarak anıyor Onat Kutlar ve o nedenle rastlantılar üzerinde ayrıca duruyor: “Rastlantılar yaşamın gümüş anahtarlarıdır. Kimi zaman insana cennetin kapılarını bile açar. Derin sularda yaşayan bu gümüş balıkları, duyarlı bir göz, açılmaktan korkmayan bir yürek ve ‘bilinmeyen’e olta savuracak bilek ister.” Bergman’ın Yaban Çilekleri filmini izleyişi de ona göre, kendisine Sinematek’in kapılarını açmak için vesile olan tesadüfi bir olay. Bu filmin, Paris’teki hayatı üzerinde büyük bir etkisi olduğunu ifade eden Kutlar bu filmin ardından Sinematek’e kaydolur ve bundan sonraki günlerini şöyle anlatır: “Gömü bulmuş bir define arayıcısı, yeni bir kıtayla karşılaşmış bir gezgin, yeryüzünün sonsuz zenginliğine gözlerini açmış bir çocuk gibiydim. Üniversitedeki dil ve felsefe kurslarına boş verdim. Tükenmez bir açlıkla izliyordum filmleri. Fransız Sinematek’inin Ulm Sokağı’ndaki bakımsız kapısı, benim için kitapçı vitrinlerinden de müzelerden de daha kutsaldı artık (…) Ama Truffaut’nun dediği gibi, Fransız Sinematek’i gerçek bir okuldu.” Aslında Kutlar’ın Sinema Bir Şenliktir kitabında yer alan, öykü kitaplarındaki tadı yakalayan ve aynı zamanda öykücü olmasının da katkısıyla edebi bir kıvam tutturan yazılarını ve hikâyelerini okudukça insan sinemaya etki eden bu mucizevi gücün, büyünün kaynağını da görüyor: Heves, inanç ve tutku. Rastlantılar, mucizeler bir yana işin büyüsünün kaynağı sinemaya tutkun olmak. Yoksa Onat Kutlar’ın taksinin bagajında kalan son film kutusunu bulup filmin devamını sağlaması yalnızca rastlantı olarak anılamaz. Bu, Onat Kutlar’ın kararlılığı, hevesi ve inadıyla ortaya çıkardığı bir rastlantı, bir mucize ve elbette bir büyüdür. Bu noktada yazıyı Giovanni Scognamillo’nun, Agora Kitaplığı tarafından basılan Caddei Kebir’de Sinema kitabındaki şu sözleriyle bitirmek isabetli olur: “Sinema, çünkü her şeye rağmen ve her şeyi ve hali ile bir büyüdür, Laterna Magica’nın, Büyülü Fener’in devamıdır, en evrimleşmiş, en teknolojik son şeklidir.” ? Sinema Bir Şenliktir/ Onat Kutlar/ Yapı Kredi Yayınları/ 180 s. Sinema Bir Şenliktir navarlaştırdıkları erkeklerin öteki kadınlara uyguladıkları şiddeti tuhaf bir hazla onaylayan ana kadınlar. İç dünyaya sığmayan cinsellik ve aşk sorgulamaları. Artık doğduğu ülke ve yaşadığı ülkenin ucuz emek edinimi kavgasında ucuz bir yaşam oyununun figüranıdır Asya. Kendi yazmadığı ve oynamak zorunda bırakıldığı bu oyundan çıkıp kendi elleriyle yazacağı yepyeni bir oyunda rol alma isteği sarar yüreğini. Bu istek tutkulu bir özleme dönüşür ve bu özlem ise mutluluk umudunu taze tutar en karamsar günlerde. Toprağında filizlendiği coğrafyaya olan özlemi, bir başka yakar yüreğini. Belki de bu yüzden biricik kızının adını “Sıla” koyar. Sıla, onun yaşamının tek rengi değil adeta gökkuşağıdır. Hangi renginin hangi tonuna baksa Sıla’sını görür. “Kızlar okuyup da ne olacak!” tuhaf anlayışı ile önünün kesilmesi sonucu ulaşamadığı üniversite eğitimi, Sıla’nın ona en büyük armağanı olacaktır. Suya Düşen Kir’in her satırı ve satır aralarında toplumsal dönüşümümüzün yadsınamaz bir gerçeği olan ve bu çağa damgasını vuran göçmen işçi dramıyla karşılaşıyoruz. Emek ekmek değişiminin gönüllü umut yolcuları nasıl bir yaşam biçimiyle karşılaşacaklarını bilmeden nasıl da dökülmüşlerdi yollara. Daha kendi köylerinden kasabalarına dahi inmeyen tarım toplumunun tenleri gibi yazgıları da yağız bireyleri, sosyolojik ve psikolojik hiçbir yardım verilmeden nasıl da bırakılmışlardı ileri sanayi toplumunun içine. Bir tür zorunlu körebe oyunuydu sanki oynanan. Kendi ülkesinde “Almancı,” Almanya’da ise “Yabancı,” sayılarak horlanan milyonlarca yaşam kesiti ve birbirine benzeşmeyen iki kültür arasında sıkışmışlığın sağır kulaklarca duyulmayan sayısız çığlıklarından biridir Suya Düşen Kir. SU KAVRAMI... Yazar “su” kavramı ile yaşamı imliyor. Kendi gözesinden çıktığı duruluğuyla neden duru kalmasına izin verilmezi sorguluyor romanında. Okurunu yaşamın her alanından seçtiği siyah beyaz zaman zaman da renkli fotoğraf kareleriyle karşılaştırıyor ana kurgudan koparmadan. Bir bardak suya damlayan bir damla mürekkep, iç seslerin dışavurumundaki başarısıyla bir anda çok uzaklarda yaşanan insanlık dramına taşıyabiliyor okurunu. Yayılımcı politikalarını insan onurunu hiçe sayarak ve adını modern koydukları silahlarıyla katliamlarını acımasızca sürdüren güce ve güçlere karşı duruşun bireysel haykırışını duyumsatıyor ekili anlatımıyla. Roman dili şiirsel bir tını bırakıyor okurunun kulağında. Yazarın imgelem gücünün romana yeterli derinliği kazandırdığı düşüncesindeyim bu yönüyle. Özellikle düş ve geri dönüş bölümlerinde bunu daha çarpıcı olarak gözlemleyebiliyoruz. Şiir, öykü, deneme üçlemesinin birlikteliği, roman kurgusu içindeki yerinde ve dengeli dağılımıyla çekiciliği oldukça arttırıyor. Romanın giriş bölümünden başlayarak hiç düşmeyen ve sonunda adeta zirve yapan ritmi, okurunu saran ve sarsan başka bir yönü. İki çığlık arasında kısıtlı bir zaman dilimi içine sığdırılmaya çalışılan izdüşümü; acı tatlı, güzel çirkin, iyi kötü yanları kısaca var olan yaşam tüm yönleriyle etkileyici bir tablodan bakıyor gibi kazınıyor belleğe. ? Suya Düşen Kir /Nuriye Zeybek / Mühür Kitaplığı / 237 s. Ë Deniz ÖNAL inemanın tabii diğer sanat dallarının da bir büyüsü olduğu söylenir hep. Gerçekten de oyuncusu olsun, yönetmeni olsun ya da işin en ince ayrıntılarında çalışan emekçileri olsun sinemacıları düşününce, onların tutkun sinema sevdasını izleyince sinemanın bambaşka bir büyüsü olduğuna inanmaktan kendini alıkoyamaz insan. Sözgelimi, Ahmet Uluçay’ın aynı zamanda kendi çocukluk hikâyesi olan Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde biri berberin, öbürü karpuzcunun çırağı olan iki çocuğun sinema tutkusu ve köyün delisiyle de bir olup sonunda resmi ya da filmi oynatabilmeyi başarmaları ancak böylesi bir büyünün işidir. Hakkâri’de Bir Mevsim ve Yusuf ile Kenan filmleriyle adını duyuran Onat Kutlar’ın kitaptaki “Tanıtma Yazıları”nın ilkinde, kendi sinematek macerasını aktarırken anlattığı anısı da hayli ilginç, neredeyse mucizevi ve tabii ki film gibi: “Tam on iki yıl önceydi. Balıkpazarı’nın girişinde, Ali Han’ın altıncı katında iki daracık odaydı Sinematek’in ilk merkezi, 1966 (…) Vakit öğle sularıydı. Mesut film özetlerini yüklendi. Ben de üzerinde ‘HungarofilmAngyalok Földje’ yazılı sekiz film kutusunu (…) Kervan Sineması’nın kapısı önünde durdu taksi. İçeri girdim (…) Hem temizlikçi hem programcı olan çocuklardan birine, dışarıda taksinin, bagajında duran filmleri makine dairesine taşımasını söyledim. Sıkı sıkıya tembih ettim: ‘Dikkat et. Sekiz kutudur. ” S SAYFA 18 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1068
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear