Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Erendiz Atasü’yle “Hayatın En Mutlu An’ı” üzerine ‘Mazi içimizde sürüp gider, hiçbir zaman tümden silinmez’ ‘HİÇBİR DURUMUN GARANTİSİ, SİGORTASI YOK’ Sıradanlığın sıra dışılığını yazdı hep. Hayattaki o çoğu zaman gözden kaçan anları ve atakları işledi inceden. Hepimizi kahraman kıldığı öykülerinde sahiciliği hiç ıskalamadı. En acıklılarında bile veryansın etmedi, ‘edebiyat’ parçalamadı. Çağdaş edebiyatımızın usta yazarlarından Erendiz Atasü yeni öykü kitabı Hayatın En Mutlu An’ı‘nda kadın, erkek, genç, yaşlı öteki bizi anlatıyor bu kez. Var oluşa ilişkin temel ahlaksal soruları göz ardı etmeden insanın her an tökezlemeye hazır hayatını ve ödenen bedelleri hatırlatıyor. Maziyi deşerken anılarla geri gelen mutluluk hayalinin hüznünü duyumsatıyor. Mutluluğun tanımını sorguluyor, hesaplaşıyor, kavilleşiyor. Atasü ile Hayatın En Mutlu An’ı’nı konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR lkin en klasik soruyu sormalı, hangi duygular baskındı ya da neler esin oldu kitabı kaleme alırken? Öykü kitabı, romandan çok farklı bir düşünsel süreçte oluşuyor. Her öykünün ayrı bir iklimi, kendine özgü bir düşünsel arka planı var. Bu öykülerin kaleme alınışında ortak olan nokta, onların bir yaşam hesaplaşması dönemine rastlaması. Günün hesaplarını yarına erteleyenlerden değilim. Kendimle sık sık hesaplaşır, çözümsüzlükleri biriktirmem. Gene de, bazen insanın belli yaşam dönemeçlerinde geriye, tüm hayatına bakıp bu hayatı o an’a dek fark etmediği bir ışıkta incelediği zamanlar olabiliyor. Hikâyeler kişisel yaşam izlenimlerimden ya da anılarımdan oluştu demek istemiyorum. Tüm meseleleri irdelemeci bir bakışla gözden geçirdiğim bir zamana rastladılar demek istiyorum. “Hanımefendi ve Kocakarı” hikâyesini, çevrenin indinde hanımefendilikten kocakarıya dönüşmenin ne kadar kolay aşılabilir bir sınır olduğunu örnekleyen tanıklıklar esinledi. “Üniformalı Adam” öyküsünü ise bir film. Filmin konusu, benim öykümden bambaşkaydı. Pek ahım şahım bir film de değildi üstelik. Fakat bir sahnesi vardı ki bana dokundu: Yaşlı bir kadın ölüm döşeğinde, o güne dek adını ağzına almadığı ve yakınlarının kim olduğunu hiç bilemedikleri gençlik aşkını sayıklıyordu... Bu sahnenin bendeki etkisi “Üniformalı Adam” hikâyesindeki imgeleri doğurdu. “Fikir Ayrılığı” öyküsü ise, bir anlamda Türk edebiyatı içindeki kendi konumumun eleştirel irdelenmesi olduğu kadar, edebiyatın günümüzün kâr güdümündeki rekabet dünyasında düştüğü durumla bir hesaplaşma, daha doğrusu bu durumun ağır bir eleştirisi ve gözümüzün önünde can çekişen Türkçe için bir ağıttır. İ “Hanımefendi ile Kocakarı” öykünüz... Yalnızlık, yılmışlık, zamanın eğesi, eskimişin o boğuk, keskin, küflü kokusu... Bir hanımefendi kocakarı… Haşmetli, zengin evinin çöküşüyle, her tahtasının çürüyüşüyle koşut çöküyor narin, damarlı, beyazca, ince kemikli bedeni ve iktidarı... Çoluk çocuk desen savrulmuş gitmiş küskünce... Arkadaşı bir zamanlar çocuk gördüğü komşusuyla izdüşümleri alabildiğince... Yaşamın ne kadar farklı saysak da insanımıza gaileli kültürümüzde ortak biçebildiği bir kader… Mesela kim derdi ki bu yaşlı, yalnız hanımefendide ben de kendimi görebileceğim? Dilerim hiçbir zaman kendini öyle bir durumda bulmazsın. Belli ki hikâye seni etkilemiş. Yaşam tuhaf bir döngü; insan bir anda tepetaklak olabiliyor. İngilizlerin bir sözü vardır: “Kimse için sonunu görmeden, iyi yaşadı, deme.” Gerçekte hiçbir konumun, hiçbir durumun bir garantisi, sigortası yok. Belki bunu unutmamak ve altüst oluşlara hazır olmak gerek, olabildiğince tabi ya da mevki, servet ve güce ve bu üç unsurun sağladığı sahte ilişkilere aldanmamak. Zaman kavramı... Geçmiş ile gelecek... Genç ve yaşlının diyalogları... Kıyasları... Birinin boşverdiklerinden öbürünün hâlâ kaygı duyabiliyor olması hali... Tükenme ve henüz tükenmemiş olma hali... Bir ortak nokta gibi duyumsadım öykülerinizde… Zaman beni hep çok düşündürmüş bir kavram. Geçmişle geleceğin iç içeliği... İkisinin kesişme noktasındaki oynak “şimdi...” Öykü kişileri de bir tür hesaplaşma içinde. Zaman hesaba katılmadan hesaplaşma olamaz ki. Tükenme ama hâlâ tükenememe meselesine gelince. Görüşünde çok haklısın. Mesela “Kabulleniş’’teki kadın… Çevre ve günün adabı ondan köşesine çekilmesini bekliyor. Kendi süperegosu da bunu bekliyor ama vücudu isyan ediyor. Ancak, kadının gövde isyanını hayata geçirebilecek gücü yok. İşte tam bir tükenmişlik veya tükenememişlik çelişkisi. Zamanın geçişi gençlikte pek fark edilmez. Geçmiş, şu anda yaşananların geçmişin bir türevi olduğu idrakinin gelişmesiyle önem kazanıyor. “Üniformalı Adam” işte tam da bu bağlamda bir hesaplaşma öyküsü. Haliyle gençliğin kuşkuları, güvensizlikleri, yaşlılığın acılaşması yansımış o öyküye. “Üniformalı Adam”la devam edersek, memleketinden sonra, sevdiğin de seni kandırmış diyen hani belki birazcık da olsa halt etmiş yaşlı kadın. Genç halinin güven bunalımında debelenmesi... Yine de pişmanlık duymaması ve zamanla kovalamaca. Aşk bir insanın kaybını, coşkusunu, yaşını başını, azmediş ya da pes ediş evrelerini en bariz ve en güçlüce niteleyen metafor olsa gerek... Evet, ne kadar güzel yorumladın. Aşkın kişiyi etkileme biçimi daha doğrusu atılganlıkla mı yaşanacağı, yoksa çekingenlikle mi bastırılacağıgençlik enerjisi ile yaşlılık yorgunluğunu (buna olgunluk, der iyimserler) ayıran bir belirteç galiba. MAZİYİ DÜŞÜNMEK... Alışkanlıklar zincirinde olagelen bir kırılma, hayalkırıklığı, küskünlük sonucu başlayan hesaplaşmalar… Ah vah demeler değil ama kuşkusuz ah mazi demeler, hani kıyısından içsel inziva, burulmalar… Hayattaki en mutlu o an’a adanan ömürler… Özele girmek gibi olacak ama sizin de böyle bir anınız oldu mu? Kendinizden referans aldınız mı, kaleme ne kadar yansıdı (mı?) Maziye yönelik yaşamam ama maziyi sık sık düşünürüm; kendimi ve bana yakın olmuş insanları daha iyi anlamak için. Mazi içimizde sürüp gider, hiçbir zaman tümden silinmez. Onun izlerini taşır, onunla birlikte yaşamayı öğreniriz. Gençliğine dönmek ister misin, deseler, ‘kesinlikle istemem’ derim. Gençlik çok acılı bir dönemdir. Bu meselenin bir yönü. Bir de öbür yönü var; o da şu: Scott Fitzgerald Gece Güzeldir (sanırım dilimize böyle çevrilmişti) romanında şöyle der: “Ruhun yaraları yanlışlıkla derideki yaralara benzetilmiştir. Oysa yitirilmiş bir insan ya da yitirilmiş bir hayat parçası, kaybedilmiş bir organa benzer. Onsuz yaşamak öğrenilir; yıllarca akla gelmeyebilir. Ama günün birinde bu organı özleyecek olursanız, bu sızının devası yoktur.” Her kahraman kendi öyküsünde kurban gibi görünse de kitabınızdaki öykülerde kurban yok. Öyle ¥ SAYFA 4 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1060