Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Susan Vreeland 'Hüzün Renkli Kız'ı anlatıyor Susan Vreeland, 1980’lerde Lisede İngilizce dersleri verirken bir yandan da yazmaya, dergilerde makaleler, kısa hikâyeler yayımlamaya başladı. Bunları, ilk romanı olan What Love Sees izledi. 1996 yılında lenf kanserine yakalandı, Öğretmenliği bıraktı. Tedavisi sırasında kurgusal Vermeer tablosu hakkında öyküler yazmaya yöneldi. Bu öyküleri zamanla bir araya gelerek "Hüzün Renkli Kız" adlı romanı oluşturdu. Bu romanından sonra uluslararası üne kavuşan Sveerland, art arda kitaplar yayınlayarak bu ününü pekiştirdi. İki kere Theodore Geisel Award ödülünü kazanan Susan Sveerland’ın kitapları yirmi beşten fazla dile çevrildi. essam olarak neden Vermeer’i seçtiniz? Eserlerinin sizin için özel bir anlamı mı var? Bir sanatçı ya da zanaatkârın elinden çıkmış bir fikir ya da eserin yaratıcısı öldükten sonra bile yüzyıllarca yaşaması, her türlü felaket, ihmal ve hatta kötü muameleye dayanabilmesi, bende her zaman hayranlık uyandırmıştır. Müzelerde Perslerden ya da Pompei’den kalma basit çömleklere, ortaçağa ait resimli el yazmalarına ya da tıpkı benim duygularımı yansıtan bir tabloya bakarken içim saygı ve şefkatle titrer. Bu somut nesnelerin biz onlara bir anlam yükleyene kadar hayal gücümüzü beslemesini sağlamak yazarın hâkimiyeti ve ayrıcalığıdır. Konu resim olduğunda aklıma hep şu sorular gelir: Ressama modellik yapan kimdir? Acaba aralarında ne tür bir ilişki vardı? Ailesini nasıl geçindireceğini düşünerek bunalıyor muydu? Akşam eve gittiğinde çocukları ondan bir şeyler istiyor muydu? Eşi mutlu muydu? Peki, kendisi yaptığı işten memnun muydu? Harika sanat kitapları da düşüncelerimi bu yönde kamçılar. Böylece, uzun bir hastalık dönemimde kendimi, National Gallery’nin 199596 yılı Johannes Vermeer sergisi için hazırladığı kataloğa kaptırdım ve hayal gücümün özgürce çalışmasını seyrettim. Karşımda, o güne kadar hiç bilmediğim tarihsel ve ruhsal bir miras duruyordu. Vermeer’in tablolarındaki kadının imgeleri, tıpkı benim gibi, evlerinin içinde öyle bir anda resmedilmiştir ki, ifadelerinden duygu ve düşünceleri açık seçik okunabilmektedir. Bu da benim resimlere nüfuz etmeye çalışırken, kendi belirsiz koşullarımı anlamlandırmama yardımcı oldu. Bu kadınlarda bana Words ‘Bir avcı gibi çalışıyorum’ worth’un şu dizesini hatırlatan sağaltıcı bir dinginlik buldum: "Ancak, mutluluk ve uyumun gücüyle dinginleşmiş bir gözle bakarsak görebiliriz hayatı ve içindekileri!" Vermeer’in pencereden süzülen karakteristik bal rengi ışığı bir yandan kadınların yüzlerini yıkarken, diğer yandan arka plana özenle yerleştirilmiş olan nesneleri de belirginleştirir. El yapımı nesnelere karşı hissetiğim saygıyı Vermeer’in de paylaştığını gördüm. O da, elde boyanmış bir pencere kanadının solgun renklerinde, kürk yakalı ipek bir kadın ceketinde, el dokuması bir Türk halısının tüylü yüzeyinde ve elde çizilmiş bir duvar haritasında olduğu gibi nesnelerin taşıdığı özelliklere hayrandı. Onlara çağrışımlar yüklüyordu. Toprak bir testi, bir somun ekmek, bir dikiş sepeti, yuva ve aileyi akla getiriyor. Pencere, bir mektup, Türk halısı, harita, evin dışında cezbedici bir dünyayı anlatır. Vermeer, bütün bu nesnelerde anlatılmaya değer hikâyeler görüyordu. Böylece aramızdaki bağ güçlendi ve Vermeer’i bir yaratım sürecinde kendime yoldaş etmekte sakınca görmedim. Örneğin, onun boş bıraktığı alanlara, benim kurgusal Vermeer’ime, bir bardak süt ekleyerek "o köşeyi salt yaşamanın inceliğiyle kutsadım”. Tablodaki kızın sizin için hem yazdığınız romanda hem de kişisel olarak ayrı bir önemi var mı? Dokuz yaşındayken, bir manzara ressamı olan dedem, renkleri karıştırmayı öğretmişti bana. Güçlü avuçlarıyla benim minicik elimi kavramış ve dokulu suluboya kâğıdında bir zambak belirene dek sihirbaz gibi fırçayı hareket ettirmişti. Tarih boyunca kim bilir kaç genç kız kendisine böyle bir şey öğretilmesini istemiş ama bunun yerine çamaşır yıkayıp sökük dikmek zorunda kalmıştır acaba? Benim kurgusal tablomdaki kız yani Magdalena, sökükleri dikmek yerine pencereden manzarayı izleyerek bir şeyler içiyor. Dışarıda gördüğü ne peki? Şüphesiz ki resmetmek, istediği şeyleri görüyor. İnsanın, gördüğü dünyaları başkalarına da gösterebilme yetisine duyduğu arzu, benim kendi yazma arzumla da çakışıyor. R HİKÂYENİN AYRILMAZ PARÇASI Pek çok eleştirmen Hollanda topraklarını çok güzel betimlediğiniz fikrinde birleşiyor. Gerçekten manzara da hikâyenin ayrılmaz bir parçası mıydı? Gözetleme kulelerinden görünen Hollanda toprakları, sadece sel sularının süpürdüğü, çürümüş bataklıkların taştığı alanlardan ve sıvı kalay gibi akan nehirlerden ibaret değildir. İnsanın değer yargıları ve uğruna vazgeçebileceği ya da mücadele edeceği şeyler üzerinde derin etkisi vardır. Bir ruhun iç görünümü aslında dış görünümünün yansımasıdır. Kemik iliği naklini izleyen yüz günlük bir nekahet döneminden sonra, Hüzün Renkli Kız’ı yazarken yakınlardaki bir parkta yaptığım kısa yürüyüşler beni çok mutlu etmişti. Sağlık durumumdaki belirsizlik, gökyüzüne uzanan yemyeşil filizleriyle bir otun bile nasıl da olağanüstü olduğunu gösterdi bana. Yüzümü yalayan en hafif rüzgâr bile bir armağandı benim için, hayat veriyordu çünkü. Dünyaya tıpkı Magdelena gibi şefkatle, yoğunlaşarak ve minnet duygularıyla bakıyordum. Böyle bir coğrafyanın hikâyelerde çok önemli bir yer tutması sizce şaşırtıcı mıdır? Sanata dair özel bir mesaj mı vermeye çalışıyorsunuz? Kitabınızda, Vermeer resim yaparak sadece gerçeği buluş ve anlamakla kalmadığına, bu gerçeği sonsuzluğa ulaştıKİTAP SAYI ? SAYFA 8 CUMHURİYET 846