Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
H apishanede, Galip isminde, genç bir gardiyanımız vardı. Günün her saatinde, hapishanenin neresinde olursa olsun, elinde aynayla tarak, saçlarını tarardı. Briyantinden vıcık vıcık, kumral saçları dalgalıydı. Onda umumiyetle, mahcup bir hal, bir konservatuvar talebesi hali vardı. Bir tayyare gediklisinden ucuza düşürdüğü mavi bir pardösüyü bozdurup üzerine göre yaptırmıştı. Modaya uygun değildi ama, bu biçim onu büsbütün sevimlileştiriyordu, güzel bir konservatuvar talebesi kadar! Benimle dostluğu, onu bir ahbap yakınlığıyla karşıladığm içindi. Sonra kitaplarım... Bilhassa bunlar dikkatini çekmiş, mahçup bir insan olduğum, hayatın en aşağı “dehlizlerinde” yaşamaya mecbur edildiğim halde, niçin hâlâ ısrarla okuduğumu sormuştu. Ne lüzumu vardı? Daha uzun seneler yatacaktım. Günün birinde çıksam bile, alnımda kocaman bir sabıka damgası taşıyacak olduktan sonra. Onu, kitap okumanın, esrar çekip, barbut atmak, yahut bıçak kullanmaktan daha faydalı olup olmadığını sorduğum zaman, uzun uzun düşünmüştü... Sonra ahbap olmuştuk. Ekseriya meydan yeri nöbetini teslim ettikten sonra gelir, yanıma oturur, gözlerini bir noktaya diker, dakikalarca öylece kalırdı. Neden sonra, Allah’a, aşk’a, saadet’e, cennet’e, cehennem’e, ölüm’e dair sualler sorardı. Kafası adamakıllı işliyordu, muhakkak. Bir gün: “Biz de insan mıyız? dedi. Otuz beş lira maaş ve koca bir ay mahpusluk! Sizinle aramızdaki fark ne? Bizim bu işin gönüllüsü olduğumuz mu?” Hiç kimsesi yoktu. Annesi on sene evvel olmuş, veremden. Babasını hiç tanımıyor. Bazen: “Aşk, derdi, ama ilahi aşkmtan bahsediyorum. Sinemalarda gördüğümüz gibi... Öyle bir sevgilim olsun istiyorum ki, ne demek istediğimi bakışlarımdan anlasın. Sözle değil, gözlerimizin bakışıyla anlaşalım. Sonra, küçücük bir evimiz, çok değil iki oda bir salonlu. Amma fitne fücur şehirlerde değil, şehirlerden, motor gürültüsünden, radyo sesinden uzakta, engin bir denizin kenarındaki bir ormanın içinde. Kış gecelerinde, kuduran denizin azgın dalgalarının gümbürtüsünde titreşelim, sarılalım birbirimize. Ormandan kurtların ulumaları gelsin. Fırtınalar, ağaçları çatırtıyla kırsın ve sevgilim bana, Galip desin, korkuyorum... Sonra bir çocuğumuz olsun, sarı kıvırcık saçlı, mavi mavi gözlü, tombul, oğlan. Tıpkı sinemalardaki gibi..” “Sonra?” “Sonra... Sevgilim ölüversin. Onu ellerimle kazdığım mezara, gene kendi ellerimle gömdükten sonra, mezarına kapanıp ben de ölsem!” Bir başka gün benden bir kitap istedi. Öyle bir kitap ki, içinde, aşk üzerine düşürülmüş vecizeler, ilahi aşk tasvirleri bulunsun. Bu türlü kitaplarım yoktu. Bir arkadaştan La dam o Kamelya’yı bulup verdim. Ertesi gün, gözleri kıpkırmızı gel Fethi NACİ Seçilmiş Hikâyeler Ekmek, Sabun ve Aşk Orhan Kemal (19141970) di. Bütün gece uyumamış, kitabı yer gibi okumuş. “İnanır mısın, derdi. Margerit beni saatlerce ağlattı, uykumu kaçırdı sabaha kadar... Ne sihir, ne keramet var Yarabbi bu kargacık burgacık harflerin içinde?” Sonra bir başka kitap istedi. Benimkiler arasından rastgele birisini çekip uzattım. Galiba Benim Üniversitelerim. “Bu sarmadı!” diye geri getirdi. Sebebini sordum. “Belki, dedi, bunda bir şeyler var amma, Bilmem... Benim, senin, herhangi bir insanın hayatına benziyor!” İzaha çalıştım. “Evet, dedi. haklısın amma... İstiyorum ki, her kitapta bir başka Margerit bulunsun... Sonra Arman Düval... Biliyor musun, ben bir Arman Düval olmak isterdim...” Her ne olursa olsun, aldığı kitapların lekelenip kırışmamasına son derece dikkat ediyordu. Revir’de yattığım günlerden bir gün, elinde bir mektup müsveddesiyle geldi. Heyecanlıydı. Karyolanın ucuna ilişmedi, mektup müsveddesini uzattı. “Ne bu?” “Oku, anlarsın..” Kötü aşk tasvirleriyle dolu, bayağı bir ifade tarzıydı. Bir sevgiliye, ölüm denen muammadan, saadetten, ebedi aşktan, aşkın derinliklerinden, tül kanatlı aşk partilerinden, kadının Cenabı Hak tarafından bir serap olarak yaratıldığından uzun uzun bahsediyordu. Bunları kime yazdığını sordum. Kulak memelerine kadar kızararak önüne baktı... Israr ettim. “Sonra öğrenirsin...” dedi. Ve merakla sordu: “Nasıl olmuş? Dokunaklı mı?” Mutlaka beğenmemi isteyen öyle ısrarlı bir bakışı vardı ki, zaten verilecek ters bir cevabım olamazdı. Bu takdirde, daha dokunaklısını yazmamı isteyebilirdi, buysa iktidarımın dışındaydı... Gayet mükemmel yazılmış olduğunu söyledim. İlk peşin, alay ettiğimi sandı, sonra inandı, sevinçle çalkanarak, gitti. Aradan günler geçti. Revirden taburcu edilip, koğuşuma geldiğim bir gün, yanıma sokuldu. Koyu yeşil gözleri hüzünle dolu, koluma girdi, beni tenha bir köşeye çekti. Sekize katlamış bir mektup çıkarıp uzattı. Mektup gayet bozuk bir imlayla yazılmıştı. Hatırımda kuvvetle kaldığına göre, şöyle başlıyordu: “Sevgilim “Baharın bu nazik günlerinde gönderdiğiniz muhabbetnameyi aldım, derecesiz sevindim. Lakin sen çok siyasi konuşuyorsun. Ben bu türlü laflardan anlamam. Kalp kalbe karşıdır. Sen beni seviyorsan, ben de seni seviyorum demektir, senin bana meylin düştüyse, benim de sana düştüğü tabiidir..” Mektup şöyle bitiyordu: “Dışardan bakan hiç kimsem yok. Laf aramızda, çamaşırlarım bitlendi. Bu yüzden kimse beni yanına sokmuyor, beni burunluyorlar. Hem de karnım hiç doymuyor. Bir tayını ben bir solukta yeyiveriyorum, bitip gidiyor. Şurda kırk gün bir cezam kaldı. Dışarda ödeşiriz. Beni ciddi olarak sevdiğini anlayayım ki, bana bir kalıp sabunla iki somun gönder!” Mektubun dört yanı dört yerinden sigarayla göz göz yakılmıştı. “Nasıl? dedi. Beğendin mi? Biz ilahi aşktan bahsettik, o tuttu bize sabundan, somundan...” Mektubu elimden aldı, parça parça edip attı. “Ayı, dedi, kadın mı bunlar?” Haksızlık ettiğini uzun uzun anlatmaya çalıştım. Ekmek ve sabunun hayatımızdaki mühim rollerine dair söylediğim sözleri dinliyor, başka noktalara bakıyor, arada içini çekiyordu. Sonra sabah, neşe dolu yeşil gözleriyle tekrar geldi. Usullacık: “Bir kalıp sabunla, iki somun gönderdim!” dedi. O günden sonra, kadın çıkıncaya kadar ona ekmek, sabun ve az miktarda da olsa, paraca yarım ettiğini, kadın hapishanesine gidip gelen meydancılardan öğreniyordum. Daha sonra, kadın tahliye oldu. On dört yaşında, zorla kocaya verilip on beşinde zina işlediği için kocası tarafından kapıp koyuverilen, ortalığa düşen, bir müddet elden ele gezdikten sonra, mahkemece üç aya mahkâm edilen, genç irisi bir kadındı. Çok geçmeden gardiyan Galip’in bu kadınla evlendiğini duyduk. ? KİTAP SAYI 847 SAYFA 6 Fotoğraf: ARA GÜLER CUMHURİYET