23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 12 EYLÜL 2013 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Orman Kanunları’ Lüzumsuz Adam Olmamak Bizim evin balkonundan uzaklar görünür. Karşı yoldan geçen arabalar, insanlar... Tek başıma dakikalarca dalarım. Bir başkadır ötelerden gelen sesler, görüntüler. Kendimce anlamlar yakıştırırım gazetelerde okuduğum haberlere... Elimde birkaç sabah gazetesiyle dalıp gittiğim çok olur. Hele bir de sevdiğim bir yazar arkadaş olursa yanımda... Kişi kendini bulur birkaç sözle, bir iki tartışma ile. Zordur kendini bulmak! Zaman olur kendimizi de yitiririz. Vazgeç bu boşluklar içinde geçen günlerden. Coşkun Özdemir’le, değerli eşiydi dün o balkonda... Kırk yıl mı, elli yıl mı dostluğumuz. Bir ömrün büyük bölümünü Coşkun’un dostluğuyla yaşamışım. Yalnız Coşkun’un varlığı yeterli. Çok yönlü bir kişiliği var; hekimlik, uzmanlık, prof’luk. Bunun yanı sıra yazarlık... Ama yazmasını çok iyi başaran, nice sözde yazarlardan çok daha usta... Aylardır dışarı adım attığım yok. Belki bir daha da atamayacağım. Yaşlılık mı, düşünen, yazan, anlayan bir insanı yaşam serüveninde tek başına bırakan? Direniyorsun, susuyorsun, içten bağırıyorsun. Kimseler duymadan yazgıya küsüyorsun. Böyle mi olmalıydı diye? Ben Cumhuriyet’te elli yıldır yazıyorum. Yarı yüzyıldan fazla bir zaman... Neler olmuş, bitmiş, bitmemiş. Politikacılar gelip gitmiş. Hepsini konuşmalarından, orda burda verdikleri demeçlerden tanımışım. Demirel’i... Hiç yakından görmedim, iki çift laf etmedim. Tayyip Erdoğan, tam on bir yıllık başbakan. Onu da gazetelerdeki resimleriyle tanıdım. Karşılıklı oturup konuşmadım. Telefonla bile sesini duymadım. Ama meydanlardaki bağırtılı söylevlerini de duymadım mı? Tayyip Bey gibi öncekiler de benim için gizli bir sırrın temsilcisi gibiydiler. Bir yaşlı yazar kimliğiyle Tayyip Bey’i evlat yerine koyarak biraz nasihat verdiğimi anımsıyorum. Bir ders aldı mı? Hiç sanmam. Belki okumadı bile... Uzun yılları geride bırakan bir yazar olmak garip duyarlıklar yaratıyor. Her şeyden önce, gereksizlik!.. Sait Faik’in “Lüzumsuz Adam” öyküsünü düşündüm. İşte dedim ben de lüzumsuz adamlardan biri olmuşum. İsteyerek değilse de yazgının çaresizliğiyle... Uluslararası itibar, ODTÜ’nün başını çektiği birkaç seçkin eğitim ve bilim kurumuna dayanır. Bunların sayısının artırılması için gösterilecek gayretlerden kaynaklanır. Bu üstün kurumlarla uğraşıp, hırpalamak yerine onların yüceltilmesi ve etkinliklerinin desteklenmesi gayretlerine dayanır. Böylece biline. ERHAN KARAESMEN biraz söz edelim. ODTÜ’nün sadece ormanına değil, pek çok şeyine olan derin bağlılığım bana aşağıdaki düşünceleri çağrıştırtıyor. Bugünkü gürbüzlüğüne ve yeşil doku yoğunluğuna henüz ulaşmamış olmakla birlikte, şimdilerde ucundan kemirilmeye çalışılan orman, otuz küsur yıl önce bile, bir doğa bereketinin ve dinginliğinin simgesiydi. Öğretim üyesi lojmanlarının yaslandığı o güzel yamaçları çok iyi hatırlıyorum. Sonra, oradaki güzel ağaçlar irileşti, dalları büyüdü ve uzadı, şimdiki orman dokusunu oluşturdu. Doğa gereğini yerine getirirken, çevresindeki şehir dokusu da değişti. Boş arsaların üzerinde yeni yapılaşmalar kendini gösterdi; yeni mahalleler ortaya çıktı. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin şimdiki yönetiminin gözleri önünde cereyan etti bu oluşumlar. İmar kararları, izinleri alındı; verildi. Bu arada, ODTÜ Yerleşkesi, Ankara kentsel gelişme alanlarına komşu yöreleriyle birlikte sit alanı ilan edildiği için, yirmi yıl öncenin orada yol inşaatı öngören projesi de uygulamaya konmadı. Ancak, belediyeilgili Bakanlık arasındaki ustaca bir verkaçla, orada inşaat yapabilme yolu açıldı. Birkaç yüzyıl ileri bir uygarlığın ve Atatürk Cumhuriyeti’nin simgelerini taşımasıyla mevcut kent ve ülke yöneticilerine ters düşen bir ODTÜ’yü didiklemek ve hırpalamak için bir fırsat yaratılmış oldu. Oraya yönelik orman kanunları uygulamaya konuldu. Korka “O rmankanunu”mecazi kavramının özetlediği vurdukırdıcılık, ülke ve toplum yönetiminin tüm alanlarına yayılmış bulunuyor. Her yanda elinde baltayla ağaç kesiciler ve doğa katilleri dolaşıp duruyor. O meşhur son on yıllık ilerlemişliğin simgesi olarak gösterilen İstanbul’un yaşamı, kâbus gibi bir şeye dönüştü. Olağanüstü bir doğa çekiciliğine sahip bu benzersiz kentin canına okumak için, elden gelen arda konmuyor. Ulaşımı rahatlatma gibi masum bir arayışın arkasına gizlenmiş bir kent vahşeti, İstanbul’u tarumar ediyor. Depreme karşı dayanıklılığı artırma gibi, ürkütücülük unsuru da taşıyan bir diğer masum mazeretle, “dönüşüm” programlarıyla yurttaşları kafesleyip, rant eksenli kentsel vahşet yaşanıyor. Ulaşım düzensizliğinde ve plansızlığında dünyada bir numaraya gelen bu güzelim kente, sen “Olimpiyat getireceğim!” diye çığlıklar atadur… Farfarasız bir toplu taşımacılık sistemiyle günde on küsur milyon insanını bir taraftan bir tarafa gönderebilen, ayrıca genç insanlarına karşı sokaklarda gazıyla, TOMA’sıyla ve palasıyla saldırmayan, düzenli bir polis sistemine sahip bir Tokyo’nun bu yarışı kazanacağı o kadar aşikârdı ki... Zaten, öyle oldu. ODTÜ Ormanı Yazının akışı başka taraflara daha fazla yönlenmeden, şu ODTÜ Ormanı’ndan rız ki, ODTÜ’ye duyulan husumet, giderek onun arazisinin özel yapılaşmaya izin verecek belediye parselleşmesine bile yol açacaktır. Öğrencisinin tümünün ve öğreticisinin belli bölümünün henüz tatil dönüşü yapmadığı bir döneme rastlayışından yararlanan, çeşitli cemaatçitarikatçıAK Gençlikçi bir grubun üniversite bahçesinde yarattığı bir olay da, yandaş medyanın manşetlerine “türbana karşıcılık” olarak geçirildi. Oysa olayın rengi çok farklıydı. Ankara üniversitelerine giriş puanı tutturup ilk kayıt için bu kente gelen taze öğrencilerin peşine, bu tür gruplar düşüyor ve onlara “insani”(!) ve “sosyal”(?) yardımda bulunmak üzere, otobüs terminallerinden karşılayıp, kendilerini kayıt yaptıracakları üniversitelere kadar peşlerinden gitmektedirler. ODTÜ’nün o tenha günlerinden yararlanıp, kampusun orta yerinde kurdukları bir masada, “ODTÜ’nün şu ya da bu yurtlarına gidilmemesi, oradaki kız öğrencilerin ahlaki değerlerini kaybettiği” gibi tavsiyeler, galiz ve çirkin kelimeler de kullanılarak yüksek sesle dile getiriliyordu. Kampusun tenhalığına rağmen oradan geçen bazı kişilerin dikkatini çekmesi dolayısıyla kendilerine hatırlatmalar yapılmış olduğu ve sonra da kampusu terk ettikleri anlaşılıyordu. Ama Büyük Reis’e yamanmak için fırsat arayan, yalaka bir medyanın ağzına, ODTÜ Ormanı’nın kemirilmesi ve hatta denk düşerse, ortasından geçirilecek bir tünel yoluyla ağaç köklerinin kurutulması vahşetini unutturucu bir kılıf yaratılmış oluyordu. Ekonomideki, içdış politikadaki perişanlıkların ve polis zulmünün yarattığı sosyal huzursuzlukların pençesinde kıvranan bir politik iktidara, ODTÜ’yle uğraşmak gibi yeni bir gündem planı yaratılmış oluyor. Arjantin olimpiyat fiyaskosunu bütün gece yandaş yayın ekranlarında boy gösteren zavallıların gayretlerinin örtemeyeceği aşikârdı. Şimdi Gezi olaylarının kaybettirdiği prestijin bahane olarak ileri sürüleceği anlaşılıyor. Oysa, günümüzde her alanda uygulanan orman kanunları ilkelliğinin ve özel olarak buna eklenen spor kültürsüzlüğünün hepsi bir arada bu sonucu yaratmıştır. Sen, kendinden nüfusu on kere, basketbol piyasasına aktardığı para elli kere daha az bir Finlandiya’dan tokat yerken, bu minnacık ülkedeki aktif sporcu sayısının sendekinden daha fazla olduğunu fark edemedin. Sen, yöneticinle, yandaş çığlıkçı medyanla, dünyaya tam bir cehalet zavallılığı sergiliyordun. Olimpiyat adaylığı fiyaskosunun ülkemize özgü orman kanunları düşüncesinden kaynaklandığını göremiyordun. Beşinci köprüyü ya da yedinci havaalanını yapıyor olmanın, uluslararası itibarı artıracağını sanıyordun. Uluslararası itibar, İstanbul’un o zengin tarihi dokusunu ve çevre güzelliğini korumak için gösterilecek gayretlerle dayanak bulur. Uluslararası itibar elli tane ma sum çocuğu giydi rip kuşatıp, olimpi yat kulis salonlarında önlere oturtmakla sağlanmaz; milyonlarca genç insanının polis dayağı yemek yerine spor sahalarına yönlendirilmeleriyle sağlanır. Uluslararası iti bar, ODTÜ’nün başını çektiği birkaç seçkin eğitim ve bilim kurumuna dayanır. Bunların sayısının artırılması için gösterilecek gayretlerden kaynaklanır. Bu üstün kurumlarla uğraşıp, hırpalamak yerine onların yüceltilme si ve etkinliklerinin desteklenmesi gayretlerine dayanır. Böylece biline. 12 Eylül 2013: Ya Ölen Çocuk Sizin Olsaydı! Hatay’da sular durulmuyor: ODTÜ direnişine destek için, Gezi Direnişi’nde öldürülen Abdullah Cömert ile Ali İsmail Korkmaz’ın katillerinin bulunması için eylemler yapılıyor… Ve bu eylemler sırasında yine bir facia daha yaşanıyor: 22 yaşındaki Ahmet Atakan ölüyor! Valilik ve Emniyet, Atakan’ın binadan düştüğünü, görgü tanıkları ise polisin attığı gaz kapsülüyle kafasından vurulduğunu ve TOMA’yla ezildiğini söylüyor. Cumhuriyet’ten Mehmet Ali Solak’ın haberine göre: Yurttaşlar Atakan’ın ölümünü sokaklarda “Uyanın Ahmet’i öldürdüler” diye bağırarak duyurmuş. Bu arada polis, cenazenin konulduğu hastanede bile Ahmet’in yakınlarına gaz ve copla saldırmış. Oğlunu binlerce kişinin katıldığı törenle toprağa veren acılı baba Ali Atakan “Kahraman gösterilen polis, evladımızı öldürdü” diyerek isyan etmiş! HHH Bugün yazacak çok konu vardı: Suriye’de savaşsız çözüm önerileri ve Türkiye’nin tutumu… Kevgire dönen ve her türlü terörü besleyen Suriye sınırının yarattığı sorunlar… PKK’nin geri çekilme sürecini durdurması… Olimpiyatları niçin yitirdik; tepkiler… Milli Eğitim’deki sınav kargaşası… İlkokula başlama yaşı sorunu… Bütün Milli Eğitimi “imam hatipleştirme” projesi… Okullara mescit… İmamlara ve imam hatip lisesi öğretmelerine toplumu aydınlatma görevi verilmesi… Alevi ve Bektaşi yurttaşlarımızın cami ile aynı yere yapılacak olan cemevi projesi karşısındaki tepkileri… Rock’n Coke müzik festivalinde Gezi yasakları ve bizim Aykut Küçükkaya ile birlikte yazdığımız “Gezi Direnişi” kitabımızın da satışının yasaklanması… Mustafa Balbay son kitabında neler diyor… Yılmaz Özdil’in yeni kitabı neden çok satıyor… Zülal Kalkandelen ile Can Başkent’in vegan kitabının önemi… Ve bütün bunların aklımıza getirdiği soru: Türkiye nereye gidiyor? HHH Ama bugün, bütün bu konuları ileriye bırakıp… Ölen gençlerimizi parmaklarıyla “Bir, iki, üç, dört, beş tane…” diye “tane ile sayan” yöneticilerimize… Polise emir veren politikacılarımıza… Tek bir soru sormak istiyorum: Ya ölen çocuk sizin olsaydı?
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear