25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 21 MART 2013 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İş İşten Geçmeden... Susmaya zorlanıyoruz. Bildiklerimizi söylememeye, özellikle yazmamaya... Yazıp da ne olacak demeyin. Yazıdır kalacak olan. Sözler, konuşmalar geçer gider. Zamanla unutulur. Ama öyleleri vardır ki unutmak olanaksızdır. Çoğumuzun işine gelir unutmak, görmemek, bilmemek... Türkiye’de böyle bir durumdayız... Elimiz tutulmuş da değil, yaz yazabildiğince... Ama bir de sonu var her gidişin... Sonu mu? Binlerce kişi gördü; yaşadı bu sonu. Daha da yaşayacak... Göz önünde dört yıl geçti... Nice insanımız hapishane hücrelerinde... İçlerinde profesörler var, yazarlar, şairler, bilginler... Yıllarını Silivri ya da Hasdal cezaevlerinde geçiriyorlar. Cezalılar mı? Haklarında bir karar var mı? Yok!.. Ama o yıllarını beklemekle geçiriyorlar... Nedense iktidar sahiplerinin bilgiye, kültüre, bilime düşmanlıkları var. Hiçbir şey bilmeyen her şeyi bilir mi? Bilip de uygular mı? Türkiye’de böyle bir facia yaşanıyor. Hapishane koğuşları dolu. Ne zaman bitecek bunca acımasızlık? İstediğin kadar yaz, sor, bağır, yanıt veren yok... Kör bir duvarın önünde yazıyoruz. Konuyu bir daha düşünelim diyen de yok... Bu yoklukta tek varlık iktidarın görüşleri, duyuşları, istekleri... Unutuyorlar mı ülkenin içine gömülmekte olduğu bataklık çıkmazını? Ne zaman zekâ, bilim aydınlatacak bu eskimiş kafaları? Eskiden de böyle şeyler yaşadık. Ama çok farklıydı. Bu kez hep susmaya çağrılıyoruz. Hep sus, ses çıkarma, katlan... Bu gidiş bir ülkenin batmasıdır. Batağa saplanmasıdır. Sen tutup Haberal gibi bir değeri ve onun gibi nicesini yıllarca haksız yere hapislerde yatırırsan bu ülke cehenneme dönmez mi? Ama bunu kim yapıyor? Halk mı? Aydınlar mı? Halk hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi! Ne bekliyor? İlle yeni bir seçim olsun, iktidardakiler devrilsin, yerine Cumhuriyetçi aydınlar gelsin!.. Ne zamana kadar? İş işten geçtikten sonra mı? Darbeler ve Utanmazlar Resmi Geçidi Askeri darbeler elbette yıkıcıdır ama hiçbiri bir eğitim devrimi olan Köy Enstitülerinin yok edilişi ardından Halkevlerinin kapatılması kadar tahripkâr olmamıştır. Cumhuriyet yönetimine vurulan en büyük darbelerdir bunlar. Prof. Dr. Coşkun ÖZDEMİR layanlar, Meclis’te tahkikat komisyonu kuranlar askerler midir? Sağcı ve solcu gençler aynı kaynaklardan gelen silahlarla birbirini vururken bu şiddete karşı çıkması istenen ve buna karşılık “Bana sağcılara suç işliyor dedirtemezsiniz” diyenler politikacılar mı, askerler mi olmuştur? Çarşafa Dolandırdı... Şirinlik olsun diye vali, belediye başkanı, müdürü de el ele tutuşup Nevruz ateşinden atladılar... Sanki üç bidon uçtu... H Ateşin bu yanına tekmeyi vurdun mu... Havada “CCC” biçiminde yol alırken ağızlarını açmaları ise Allah muhafaza... Ateşe otursalar var ya... Bir: Süreç zarara uğrayacak... İki: Döt tutuşacak... H Gözlerden teki ise havada giderken kapalı... İkisini kapatsa iniş pistini göremeyecek... H Elbette ateşe oturma riski ortada... H Türkiye’nin birkaç gündür haline bakın... Savaş alanı... Sağda solda patlayan bombalara, “Anaların gözyaşının durmasını istemeyenler” desen de.. Onlarca ildeki sokak çatışmaları neyin nesi?.. H Aynı şehri, mahalleyi, çarşıyı paylaşanlar ilk kez birbirlerine saldırmaya başladılar... Kimsenin kimseye “Türk müsün, Kürt müsün” diye sormadığı... Ortak işyerlerinin, şirketlerin kurulduğu... Düğün derneklerle kız alınıp verildiği... Delikanlıların aynı kışlayı, çocukların aynı okulu, aynı dili, aynı bayrağı, aynı marşları paylaştığı ülkede... Kalabalıklar birbirlerine saldırıyorlar... Niçin?.. H “Komşularla sıfır sorun”un iç versiyonudur bu... “Şimdi barış ve kardeşlik projesine başlıyoruz” dediğinde anlamıştım... Barış, kardeşlik gitti... H Çünkü cahil... İç barışı yanlış yerde aradı... Milli bayramlar, ordu, bayrak, dil, devrim yasaları gibi yüce değerleri ezerek... Bölücü teröristleri ise yücelterek, sinir sistemini bozdu Türkiye’nin... Kandil’de barışı sağlayayım derken... Antalya’da, Eskişehir’de, Trabzon’da, Balıkesir’de, Erzurum’da, Kocaeli’nde, Maraş’ta... Anadolu kentlerinde, kasabalarında bozdu barışı... H Seyredin artık olacakları... Bence çarşafa dolandırdı... Y ıllardır televizyonlarda açık oturumlar izliyoruz. Bu tartışmalardaki başlıca konu, askeri darbeler oluyor. Adeta darbe ile kalkıp darbe ile yattık. Son aylarda 28 Şubat gündemde. Tutuklamalar birbirini izliyor. Aczmendiler, Şevki Yılmaz, Halil İbrahim Çelik, Hasan Mezarcı, Şükrü Karatepe, İskilipli Hoca, Cüppeli Coca gibi tüm laiklik, aydınlanma karşıtları mağdur! Türk vatandaşları meydanda ve gündemdeler. Yakın tarihimizi yeterince bilmeyen, okumayan, öğrenmeyen insanlarımızın eğer izliyorlarsa bu programlardan çıkarabilecekleri sonuç ne olabilir? Eğer darbeler olmasaydı yurdumuzda tıkır tıkır işleyen bir demokrasi olacaktı, işte bugün de öyle oluyor, kanısını edineceklerdir. Bunun çok yanıltıcı, son derece aldatıcı bir algılama olduğuna kuşku yoktur. Bu tartışmalarda, 60 yıldan beri siyasetçilerin, çağdaş, bilimsel eğitime, laikliğe, eğitim birliğine darbe üstüne darbe vuran, emperyalistlerin dümen suyunda yol alan, halkın birey olmasına, bilinçlenmesine olanak tanımayan, halk, emek, aydınlanma karşıtı politikaların sahibi iktidarların rolü tümü ile göz ardı ediliyor, gizleniyor. Askeri darbeler elbette yıkıcıdır ama hiçbiri bir eğitim devrimi olan Köy Enstitülerinin yok edilişi ardından Halkevlerinin kapatılması kadar tahripkâr olmamıştır. Cumhuriyet yönetimine vurulan en büyük darbelerdir bunlar. “Hiçbir okul kapatılan Köy Enstitüleri mezunları kadar yurtsever, özveri li, ilkeli, hümanist insan yetiştirmemiştir.” 12 Eylül perişan etti bu toplumu. Ama neden bu ülkede sık sık darbe teşebbüsü olmuştur? Hangi koşullar bu yasadışı girişimleri tetiklemiştir? Bu hiç sorgulanmıyor. Neden ordu irticaya karşı bir eylem planı hazırlamak ihtiyacı duyuyor? Nasıl oluyor da bir iktidar Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı eylemlerin odağı olarak hüküm giyiyor. Bunlar hiç soruşturulmadan yaygınlaştırılan inanç şudur: Ordumuzda bir darbe geleneği yer etmiştir ve zaman zaman bu gelenek ve bu potansiyel keyfi bir şekilde harekete geçmekte ve demokrasinin önünü kesen darbeler gerçekleşmektedir. Yoksa gül gibi giden halkçı bir yönetim ve halk iradesi mi söz konusudur. Bu ahlaksızca bir aldatmacadır. Yineliyorum, bu, siyasetçinin ağır iktidar ve yönetim kusurlarını halkın gözünden saklamak amaçlıdır. Cumhuriyetin miadı dolmuştur diyenler Ülkedeki kirlenmeyi, sosyal adaletsizliği, bağımsızlığın zedelendiğini, emperyalizmin oyunlarını görerek yurtseverlik duyguları ile harekete geçen genç çocukların idamını alkışlayarak onaylayanlar politikacılar değil midir? Toplu taşımacılık için “O bir komünistliktir”, “Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz”, “Benim memurum işini bilir” diyen yolsuzluklara yol açan asker midir? Bugün basın üzerinde ağır bir baskı uygulayan, 600 üniversite gencini yüze yakın gazeteciyi, 365 ordu mensubunu hapiste tutan, uygar, çağdaş değil dindar ve kindar gençler yetiştirmek isteyen, Cumhuriyetin miadı dolmuştur diyenlerin kimlerdir? “Bu ülkenin yetiştirdiği en büyük asker, en büyük devrimciyi bunca yıldır karalayan, eğitim ve aydınlanma yoksunu bıraktıkları halkın gözünden düşürmek isteyenler de politikacılar değil mi?” 12 Eylül’den, Ergenekon’dan, Balyoz’dan, şimdi de 28 Şubat’tan başımızı kaldırıp yakın tarihimize ve şu ülke gerçeklerine bakabilsek ve “politikacının sicilini çıkarabilsek diyorum” diye bitirmiştim yazımı. Ergenekon savcısının esas hakkındaki mütalaası geldi. “Darbe mi diyordunuz? İşte size o yazımın başında saydıklarım kadar hatta onları aşan utanç verici bir hukuksuzluk darbesi. Ekranlarda ilk örneklerini gördük. Hazır olun, şimdi ve bugünlerde bu hukuksuzluğun savunmasını yapacak utanmazlar resmi geçidini izleyeceksiniz.” Kadın cinayetleri darbeler yüzünden midir? Dürüstçe, tarafsızca soralım. Geri kalmışlığımız, basın özgürlüğünde, insan haklarında, kadın erkek ve gelir dağılımı eşitsizliğinde, dünya ülkeleri arasında en gerilerde yer alışımız, çocuk gelinlerde dünya üçüncüsü oluşumuz, kadın cinayetleri bu darbeler yüzünden midir? Yineleyeceğim bir büyük eğitim ve “aydınlanma devrimi” olan Köy Enstitülerini yıkanlar, yine bir aydınlanma odağı olan Halkevlerini yok edenler bu darbeler midir? Benim kuşağıma “Vatan Cephesine gireceksiniz” diye baskı yapan, insanları bu onursuzluğa zor 1950’lerde Başlayan Yozlaşma Doç. Dr. Hüner TUNCER D ış politikamızda yozlaşma ve uydulaşma, 1950 yılında iktidara geçen Demokrat Parti yönetimiyle başlamıştır. 19501960 yıllarında iktidarda bulunan Demokrat Parti hükümetleri, ne yazık ki, iç ve dış politikada büyük Atatürk’ün yolundan gitmemiş ve ülkemizi “Batı’nın uydu su” konumuna düşürmüştür! 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, bilinçli olarak “Atatürkçü dış politika”dan sapma başlatılmış ve 1960’ı izleyen yıllarda iktidara gelen hükümetler de büyük ölçüde Demokrat Parti iktidarının yolundan gitmeyi yeğleyerek Türkiye’yi Batı’nın ve özellikle ABD’nin buyrukları doğrultusunda bir dış politika izlemek durumunda bırakmıştır. 19501960 döneminde, Türkiye kendi gibi gelişmekte olan ülkelerin oluşturduğu “Üçüncü Dünya”nın yanında yer almak yerine, Sovyetler Birliği’nden duyulan kaygı ve korkuyu abartmak suretiyle, Batı’nın yanında yer almış ve AsyaAfrika devletlerinden oluşan “Bağlantısız Blok” tarafından yalnızlığa itilmiştir. 1950’li yıllarda Batılı devletlerle aynı gelişme düzeyine sahip olmayan ve onların uygarlık düzeyine erişememiş olan ülkemiz, Atatürk’ün izinden gitmek suretiyle kendini kendi olanaklarıyla geliştirmek yerine, dış devletlerden aldığı ağır borçlarla tam bağımsızlığını yitirme yolunda dev adımlar atmıştır. Ben Türkiye’nin “doğru yol”dan çıkmasının 1950 yılında başlatıldığı görüşündeyim. Eğer Demokrat Parti hükümetleri Atatürk’ün yolundan gitmiş olsalar, o büyük insanın gerçekleştirmiş olduğu devrimleri daha ileri düzeye ulaştırmak yolunda yeterince çaba harcamış ve dış politikada ülkemizin onurunu koruyucu ve itibarını yüceltici adımlar atmış olsalardı, hiç kuşkusuz Türkiye bugün bulunduğu yerden çok daha farklı bir konumda olabilecek ve dünya devletlerinin saygı duydukları bir devlet olarak tarihe adını yazdırabilecekti. Atatürk’ün “çağdaşlaşma” ilkesi, Demokrat Parti hükümetleri tarafından dış politikada Batı’nın izinden gitmek, Batı’nın dış politikası paralelinde bir politika uygulamak olarak algılanmıştı. Oysa, Atatürk “çağdaşlaşma” derken, Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine erişme si yolunda atılacak adımları kastetmekteydi. Atatürk, yurtiçindeki “çağdaşlaşma” hareketleriyle dış politikada Batı’ya bağlanmayı özenle birbirinden ayırmıştı. Ancak, “çağdaşlaşma” ile “Batı’ya bağlılık” kavramlarının, 1950 yılından itibaren iktidara gelen hükümetler tarafından bilinçli olarak birbiriyle karıştırıldığı görüldü. Demokrat Parti iktidarı, “çağdaşlaşma” sloganı altında Türkiye’yi sık sıkıya Batı’ya bağlamıştı. Batı’ya bağlanmak Demokrat Parti için bir siyaset felsefesi olmuştu. Demokrat Parti, sosyal ve ekonomik politika görüşleri açısından, kendini kapitalist düzene yakın görmekte ve iktidarını, bu düzeni uygulayan devletlerle işbirliği yaparak sürdürmek istemekteydi. Bu işbirliği, Demokrat Parti iktidarına aynı zamanda ekonomik destek de sağlamaktaydı. Demokrat Parti yönetimini sıkı sıkıya Batı’ya bağlanmaya yönelten bir ikinci neden de bu iktidarın, Batı’da kurulan siyasal, askeri ve ekonomik örgütleri bir dünya görüşü olarak benimsemiş olmasıydı. Demokrat Parti iktidarı dönemin de, Türk dış politikasını yönetenler, NATO’yu Türkiye için bir ulusal politika, bir dünya görüşü saymışlar ve uluslararası olayları bu örgüt gözüyle değerlendirmişlerdi. Dış politikasını, NATO’ya ve ABD’ye bağlılık çerçevesinde oluşturan ve ulusal çıkarlarını, NATO ile ABD’nin çıkarlarıyla özdeşleştiren bir iktidarın döneminde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nasıl olur da tam bağımsız bir devlet olarak uluslararası toplulukta saygınlığını koruyabilirdi?.. Demokrat Parti yöneticileri, büyük devletlerle ittifak oluşturmayı dışlayan Atatürkçü dış politikadan sapma göstererek Türkiye’nin sırtını büyük bir devlete, yani ABD’ye dayamayı yeğlemişti. Dış politikada “tam bağımsızlık” yerine, Batılı devletlere “bağımlılık”, ne yazık ki Demokrat Parti’den sonra iktidara gelen diğer hükümetler tarafından da benimsenmiş ve bu hükümetlerin benimsedikleri yanlış politika tercihi sonucunda, ülkemiz bugün Batılı devletlere bağımlı bir konuma indirgenmiştir. “Atatürkçülük”, Türkiye’yi doğru yola götürecek ve ülkemizin gelişmesi ile ilerlemesini sağlayacak bir öğreti olarak kabul edilmelidir. Adnan Menderes’in başbakanlığı altındaki Demokrat Parti iktidarının, devletimizin “Atatürkçülük”ten ayrılmasındaki payı büyüktür. Bu nedenle bu dönemin özellikle dış politikasının iyi irdelenmesi ve bu dönemde dış politikada atılan yanlış adımlar ile yapılan hataların yinelenmemesi gerekir!
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear