02 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA 6 SÖYLEŞİ CUMHURİYET 6 ŞUBAT 2013 ÇARŞAMBA ‘Başbakan ayıp ediyor’ FAŞİST ALMANYA’YA TAVIR MUSTAFA K. ERDEMOL Başbakan Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında Cumhuriyet gazetesinin eski sayılarından manşetler göstererek İsmet İnönü’ye yönelttiği ifadeler konusunda, deneyimli gazeteci, eski CHP Genel Başkanı Altan Öymen’le konuştuk. Öymen, dönemin koşullarını bilmeden konuşma yapmakla eleştirdiği Başbakan’ın, örnek verdiği gazetelerin önceki ve sonraki sayılarına da bakmasının yararlı olacağını belirtti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında İsmet İnönü’yü yine diline doladı. Dönemin politikalarından yola çıkarak bugüne göndermeler de yapıyor ve CHP’nin “zihin haritasının” izlerini o dönemin gazete manşetlerinde arıyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz Başbakan’ın bu tutumunu? ÖYMEN Sayın Başbakan bunu hep yapıyor. Her defasında benim de kaynak olarak kullandığım Cumhuriyet gazetesinin arşivinden yararlanıyor. Çünkü o gün de bugün de yayın hayatımızda olan tek gazete Cumhuriyet. Ancak Sayın Başbakan herhangi bir gerçeği anlatmak istiyorsa, gazetenin önceki ve sonraki sayılarını da göstermeli. Ama bunun yerine, işine gelen “örnekleri” adeta cımbızla çekerek alıyor. Örneğin “Kemalist İtalya’dan Faşist İtalya’ya Selamlar” manşetini gösterirken de yaptığı bu. İsmet İnönü’nün İtalya’ya yapacağı resmi ziyaret öncesi atılmış bir manşeti göstermekle olgunun sadece bir tarafını yansıtmış oluyor. Sizce nedir o manşetin öyküsü peki? Faşizme bir övgü var mı gerçekten Erdoğan’ın ima etmeye çalıştığı gibi? ÖYMEN Gazetede sözünü ettiğim bu ziyaretin, eski deyişle “müsalemet”, yani barış amaçlı olduğu da belirtilmiş. Çünkü o sırada İtalya ile kimi sorunlar yaşıyoruz. Komşumuz İtalya 12 adaya sahip, bazı tereddütler var, bir anlaşma yapılması lazım; aslında var böyle bir anlaşma ama eksik kalmış, yenilenmesi gerekli. Bu Türkiye’nin o zamanki dış politikasının gereği olan girişimlerden biri. Lozan Antlaşması’nı imzaladıktan sonra aralarında Yunanistan dahil, birçok komşumuzla sınır ihtilaflarını giderecek, ileriye dönük barışı sağlayacak anlaşmalar yapılıyor. İtalya’da komşumuz, onunla da 1928 yılında yapılan bir anlaşma var. İsmet Paşa’nın ziyaretinden sonra geliştiriyor. O yıl yeni bir anlaşma yapılıyor. Karasularının sınırlandırılması, Bodrum karşısındaki adanın egemenliğinin belirlenmesi gibi birçok maddeyi içeriyor. Bu ziyaret başlarken, Cumhuriyet’in attığı manşette ziyaretin amacına uygun bir uluslararası nezaket mesajı var. Faşizmi desteklemekle ilgisi de yok. O dönem politikalarında devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmamaları esası var. Her devlet diplomatik ilişkisi olan devletlerin rejimine de, rejimin başındakilere de diplomatik saygı göstermek zorunda. O dönem neredeyse her ülkeyle anlaşması var Türkiye’nin bildiğim kadarıyla... Evet, Türkiye başta komşuları olmak üzere neredeyse herkesle anlaşmalar imzalıyor. Stalin Rusyası’yla da, Hitler Almanyası’yla da. Savaş öncesi İngiliz ve Fransızlarla yaptığı anlaşmalar da var. Şu komşularla sıfır sorun politikası dedikleri aslında budur. Hurafenin Tarikine Reddiye Ortaçağın karanlık dehlizlerinde “büyük birader” engizisyonunun hışmından kaçarak hem Papa’nın hizmetinde, hem geçmişten geleceğe uzanan el yazmalarının peşinde koşuyor Poggio Bracciolini. Şanslı. Badirelerden kurtulmayı biliyor. Beynindeki şizofreniyi bir şekilde alt etmeyi başarıyor. Peşine düştüğü el yazması ise Epikuros’un izinden giden şair Titus Lucretius Carus’un günümüzden yaklaşık 2000 yılı aşkın bir süre önce (MÖ 99 MÖ 55) yazdığı “De Rerum Natura Evrenin Yapısı” adlı olağanüstü, çağlar aşan eseriydi. Bir manastırın karanlık kütüphanesinde nihayet bulup heyecanla kopyasını çıkardığında Poggio’nun duyduğu entelektüel hazzın hâlâ, günümüzde de varlığını sürdürmesine hayret etmeli miyiz? ??? Karanlık zamanlardan geçiyorsak, o eski çağlardan bu yana hızla ve katlanarak gelişen bilim ve felsefenin akıllara durgunluk veren yolunu hurafenin “tariki”ne terk etmenin sınırına doğru yuvarlandığımız bu günlerde, evet, hayret etmeli, hırslı bir iyimserlikle Lucretius ve ardıllarının satırlarına dönmeliyiz. Bruno, Galileo, Montaigne, Darwin, Marx... ve günümüzün inatçılarıyla bu karanlık aşılabilir ve paganların doğayla eşgüdümlü dinginliğiyle geçen o çok zengin zamanın izi de sürülebilir belki. Zor olacak, hiç kuşku yok. Üstelik geçen zamana, gelişen dünyaya, geçip gittiğimiz yüzyılların birikimine huysuz bir ihtiyar gibi sırtını dönen ve bizi köhne tarikine çağıran güçlerle uğraşırken canımız sıkılacak. 2000 yıl öncesinden bize seslenen şairin sözlerinin “kudretli” imamlarımız tarafından küfür sayılması bizi öfkelendirecek, kendimizi kimi zaman çaresiz hissettiğimiz de olacak, olsun; Assos’ta dini tartışmak belki artık imkânsızlaşacak, belki her geçen gün medreseye dönüşen üniversite üniversite olmaktan, fakülte fakülte olmaktan çıkacak, çıksın; biz sonunda o el yazmasının artık atomlar kadar çoğaldığını ve yok edilemeyeceğini biliyoruz. Poggio’dan daha şanslıyız biz. ??? İşte Stephen Greenblatt’ın ‘Sapma’sı elimizin altında. Sevgili Erdal Öz’ün oğlu Can bu kitabı, artık meraklısından başka kimsenin hatırlamadığı Lucretius’u bize bir kere daha hatırlattı. Kitabı okuyanlar şimdi “De Rerum Natura”nın İsmet Zeki Eyuboğlu tarafından “Varlığın Yapısı”, Turgut UyarTomris Uyar tarafından “Evrenin Yapısı” adlarıyla çevrildiğini de anımsayacak, bir yerlerden bulacak, karanlığın içinde bir ışık yakalayabileceklerdir. Sonra Türkiye CERN’den neden çekildi, kuantum neden evrenin yapısına değil, hurafenin kapısına kul edilmek isteniyor, üniversite neden hızla medreseleştiriliyor bir kere daha anlayacak, “kızlar erkekler ayrı okusun; kadınlar örtünsün, eve kapansın; her mesele dinin buyruklarına göre çözülsün; bilim, teknikten başka bir şeye yaramasın” diyenlerle mücadele etme gücü bulacaklardır. Tarih acılarla doludur. Lucretius’un dediği gibidir: “Demek ki baştan beri süregelen savaşı ögelerin / Eşit koşullarda sürüyor, şurada kazanırken / Yaşama gücü, bakıyorsun yenik düşüyor şurada / Ağlarken, yas tutulurken bir yanda / Gözlerini güneşli dünyaya açan bebelerin / Çığlıkları karışıyor ağıtlara / Gün geçmiyor ki, gece geçmiyor ki karışmasın / Bu bebe çığlıkları ağıt seslerine / Acıyla sevinç çatışmasın birbiriyle.” İşte böyledir, zaman akıp gider ve o zamanın tarihinde arada bir duran, ayak direyen ve “bana uy” diyen can sıkıcı ruh değil, harekettir her zaman esas olan. Sonunda biliyoruz Lucretius kazanır. İnönü’nün Hitler’e sert mektubu Kendi kendine Milli Şef adını taktı İnönü diye de bir iddiası var Erdoğan’ın 3 Mayıs 2010 tarihli. O adı kendisi mi aldı İsmet İnönü Sayın Öymen? Benim bildiğim, bir kurultayda verildi bu unvan İnönü’ye. 1938 CHP kurultayı. Burada İnönü’ye “değişmez genel başkan” statüsü de verildi ki, bu bence çok gereksizdi. Öneren ise ilginçtir, sonradan büyük rakibi olacak olan Celal Bayar’dır. Başbakan, 21 Haziran 1941 tarihli Cumhuriyet’ten “Milli Şefimiz İle Führer Arasında Samimi Tebrikler” manşetini gösteren kupürü salladı elinde. O dönem Almanya’nın ne yapacağı belli değil. 1941 Martı’nda Bulgaristan’a girdi. Acaba Türkiye’ye de yönelecek mi korkusu var. Bakın o dönemde Hitler’in, İnönü’ye yazdığı bir mektup var. Diyor ki: “Ben Türkiye’ye iyi niyetler besliyorum. Bunun işareti olarak Bulgaristan’a geçişim sırasında belirli bir mesafe bırakarak Türk sınırına yaklaşmayacağım, eğer Türk hükümeti bu kararımı bozacak bir tutum almazsa.” Son derece yüksek perdeden yazılmış bir mektup. Almanların daha doğuya gitme niyetleri var. Rusya’ya girecekse bunu Türkiye üzerinden yapacak. İsmet Paşa’nın Hitler’e cevabı da çok yüksek perdedendir. Ben bir Alman araştırmacının, Lothar Paker’in kitabında buldum bu iki mektubu, kendi kitabıma da aldım. Söz konusu araştırmacı “Hitler’e, otoritesinin zirvesindeyken üstelik, hiçbir devlet adamı bu tür bir yanıt vermemiştir” diyor. İnönü, Hitler ne söylemişse karşılığını vermiş. Aynı tonda hem de: “Ben de sınırlarımdaki durumumu muhafaza edeceğim, Alman hükümeti beni bu tavrımı zorlamaya mecbur bırakmadığı sürece”. Başbakan’ın da elli yıl sonra karşısına, diktatör olarak adlandırılan Esad’a bir zamanlar “kardeşim Esad” dediğini yansıtan manşetlerle çıkanlar olabilir, ne dersiniz? Elli yıl beklemek gerekmez. Şimdi de çıkarılabilir. Bir diktatör olduğunu herkesin bildiği Sudan Devlet Başkanı Ahmed el Beşir’i Türkiye’de ağırladı defalarca. Bunlar da onun karşısına bir süre sonra bunların yer aldığı manşetler hatırlatılarak çıkarılabilir. ‘O manşet bir şey ifade etmiyor’ Başbakan gazetenin “Faşist İtalya’ya selam” cümlesine vurgu yapıyor... “Faşist” demekle İtalya’da bu adı taşıyan iktidar partisi kastediliyor. Kendi rejimlerini de böyle tanımlıyor İtalyanlar. Türkiye de “Kemalist Türkiye”olarak biliniyor. Bu “Kemalist Türkiye” nitelemesi, Milli Mücadele’den itibaren kullanılıyor. Aslında, o manşetin yanındaki barış temennisi, maalesef gerçekleşmiyor. Çünkü ileriki yıllarda, hele 1934’ten sonra, görülüyor ki, İtalya’nın amacı, Türkiye’yle iyi ilişkiler kurmak değil, tüm Akdeniz’e yayılmak... O sırada Türkiye’ye karşı emeller beslediğini belli ediyor. Lozan Antlaşması gereği elindeki o 12 adayı silahlandırmaması gerekiyor. Ama bunu ihlal ediyor. Adaları silahlandırıyor. Başbakan neden yapıyor bunu peki sizce? Sayın Başbakan ya bilmiyor ya da bilmezlikten geliyor. Eskiler buna “tecahülü arifane” derler. Kamuoyuna karşı ayıp ediliyor. Dönemin koşullarını hesaba katmıyor Başbakan. Böyle yapılırsa kamunun aklında böyle yer eder, istenen de bu zaten. AKP’nin kimi afişlerinde demokrasinin üç yıldızı olarak Menderes’i, Özal’ı ve Erdoğan’ı görürüz sık sık. Demokrat Parti’nin ülkeye yaptığı hizmetler vardır ama DP’de Başbakan’ın bugün eleştirdiği birçok uygulamaya imza atmıştır. Partinin önde gelenlerinden Celal Bayar, 1932 yılında CHP erkânından biridir. Dönemin karar mekanizmalarında Erdoğan’ın olumlu atıflarda bulunduğu kişiler de vardır. Dersim, evet, gerçekten bir faciadır. Bunun sorumluları arasında muhafazakâr eğilimli Mareşal Fevzi Çakmak da, sonranın DP yöneticisi Celal Bayar da vardır. Bugün mevcut partilerde bile o zamanki devlet politikasının izleri görülür. Bunları görmeyip sadece İnönü’ye yüklenmek doğru değil. Bunlar yeni yöntemler de değil ayrıca. İnönü’ye hep yapıldı bu. 63 yıl önceki yöntemi uyguluyor Başbakan. 50’li yıllarda oğlunun adı cinayete karıştırıldı, yurtdışında parası var dendi ama tek bir kuruşu çıkmadı. “Kendisine Milli Şef dedirtti diye eleştirdiği İnönü’ye ‘değişmez genel başkan’ sıfatını verenin Celal Bayar olduğunu Başbakan’ın bilmesi gerek.” ‘Tutuklulara 10 kitap’ Meclis’te DİYARBAKIR (Cumhuriyet) BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde başlatılan ve tutukluların 10’dan fazla kitap bulundurmasını yasaklayan uygulamayı Meclis’e taşıdı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in yanıtlaması istemiyle soru önergesi veren Baluken, “Tekirdağ 2 No’lu Cezaevi’nde en fazla 10 kitap bulundurma şeklinde bir uygulama yapılmakta mıdır? Yapılmakta ise bu uygulamanın hukuki gerekçesi nedir? Bu uygulamayla ilgili şikâyetler var mıdır? Varsa bu şikâyetler hakkında soruşturma açılmış mıdır? Cezaevindeki insanlık dışı uygulamalarla ilgili olarak mülki idareciler hakkında soruşturma açılmış mıdır? Açılmışsa, söz konusu soruşturmalar ne aşamadadır” diye sordu.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear