17 Haziran 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 2 ARALIK 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Top Oyunu HİÇ hoş olmayan, hatta endişe veren işler oluyor Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde. Futbolcuların ara sıra yabancı takımlarla top oynayabilmeleri ya da oynayamamaları gibi pek ciddi olmayan bir nedenle: Avrupa Birliği ve onun yönünde davranan uluslararası federasyonlar KKTC’nin dış sportif etkinliklerini yasaklayarak gençleri sporculuğun bu yönünden yoksun bırakıyormuş, hatta onlarla top oynayanlara ceza veriyormuş. Bu durumu düzeltmek isteyen KKTC’deki federasyon Güney Kıbrıs Rum Devleti’nin, yani namı diğer Kıbrıs Cumhuriyeti’nin işini kolaylaştırarak o kesimdeki takımların içine girip uluslararası düzeyde top oynamak zevkini tadacakmış. u ne biçim iştir? Devletin Cumhurbaşkanı bu tutumu yanlış bulduğu ve federasyonun kararını geçersiz saymak istediği halde, bir bakıyorsunuz durum değişmiş ve herkes bayram etmekte: Böylece Güney Kıbrıs, Kuzey’in futbolcularını bağrına basarak KKTC’nin bu zamana kadarki tutumunu anlamsız duruma getirmeyi başarmış oluyor. Kıbrıslı Türk futbolcular top oynayacak, federasyonları Cumhurbaşkanı’nın tavrına kafa tutmuş olmakla şişinecek, Avrupa Birliği KKTC’yi Güney Kıbrıs içinde eriterek sonuçta Ada’yı hiç değilse bir ucundan kendi amaçlarına uygun bir duruma getirmiş olmanın başarısını kutlayacak. Demek ki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bir zamanlar sergilediği tutumu yeniden uygulamakta ve Kıbrıs konusunu Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel çizgisine ve Kıbrıs Türklerinin Rum buyruğu altına girmemek iradesine ters düşmektedir. Olacak iş mi? Kıbrıs politikamızın baştan beri olduğu gibi “anavatan”la “yavru vatan” arasında uyumlu biçimde yürütülmesinden artık vazgeçilmekte midir? Politikayı uyum dışına çıkarıp ikircikli duruma getirmek başkalarının oyunlarına kolayca razı olmak demektir. KKTC’nin tutumunu zayıflatmak ve futbol oynayacak olanların sabırsızlığına alet olmak Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışmaz. Federasyonun özerkliği devletin varlığını tehlikeye atacak biçimde kullanılamaz. Bu yalnız sporda değil, etnik sorunlarda da göz önünde tutulması gereken temel bir ilkedir. Özerklik ancak iyi belirlenmiş konularda geçerli olabilir. Dolayısıyla konunun Ada’daki yerli federasyonla Ada’nın Cumhurbaşkanı arasında yeniden görüşülmesi ve hatadan dönülmesi gerekir. ıbrıs davası Başbakan Erdoğan’ın ve yerel futbol federasyoncularının küçük hesaplarına ve top düşkünlüklerine feda edilemez. Rum formasıyla sahaya çıkmazlarsa çatlayacaklar mıydı bu beyler? Eşitliği, AB ve AK Bir ülke düşünün ki, kız ve erkek çocukların aynı evde oturmalarını yasaklamaya kalksın ve daha ileri giderek karma eğitimi ortadan kaldırmayı amaçlasın. Sanki aynı evde oturan aynı cinsiyetten insanlar arasında cinsellik yaşanamazmış gibi! Av. M. CÂNÂN ARIN İstanbul Barosu Toplumsal Cinsiyet (Bkz. CHP’nin “Öteki Türkiye” Raporu) Her gün beş kadın öldürülmektedir. En kutsal olan can güvenliğimiz bile yoktur. Bir ülke düşünün ki, RTE’nin vurucu gücü olarak çalışan polis, taammüden cinayet işlemekte, kadınlara tecavüz etmekte ve yürütmenin başı o polisle iftihar ettiğini söylemektedir. Bir ülke düşünün ki, Afyon’un Sinanpaşa ilçesine bağlı Karacaoğlan köyünde görevli iki eşli imam, 20 yaşındaki A.E’ye tecavüz ettikten sonra gidip namaz kıldırıyor ve sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor (Bkz. Cumhuriyet gazetesi, 22 Kasım 2013, s.3) Bir ülke düşünün ki, zorunlu eğitimi 12 yıla çıkardıklarını iddia ederken onu üç eşit parçaya bölüp ikinci döneminden itibaren kız çocuklarının okula gitmemesini teşvik etmek üzere düzenlemeler yapılsın. Bir ülke düşünün ki, kız ve erkek çocukların aynı evde oturmalarını yasaklamaya kalksın ve daha ileri giderek karma eğitimi ortadan kaldırmayı amaçlasın. Sanki aynı evde oturan aynı cinsiyetten insanlar arasında cinsellik yaşanamazmış gibi! Bir ülke düşünün ki okul müdürü kız çocuklarının etek giydikleri için merdiven çıkmalarını engellemek üzere kantine gitmelerini yasaklasın! Medeni Kanunu etkisiz bırakmak amacı ile boşanmayı zorlaştırmaya çalışsın. Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) kurduk diye övünsünler ama altyapı Tehlikenin Farkında(mı)yız D İBRAHİM TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci emokrasilerde siyasal eğilimlerin bir yükseliş, bir de alçalış ritmi vardır. Bir siyasal eğilimin en üst noktaya vardıktan sonra şiddet ve hızından kaybederek alçalmaya başlaması, demokrasinin doğası gereğidir. Her siyasal eğilim, demokratik siyasal yaşamın doğal mecrasında bu inişli ve çıkışlı çan eğrisini çizecek, demokrasi, bu ritimde oluşan bir süreç olarak devam edecektir. Ancak demokrasilerde bu ritmi zorlayan, hatta bu ritmi imkânsız kılan liderler de çıkmıştır. İşte “seçilmiş diktatör” denilen onlardır. Hitler, Başbakan Brüsning’e “demokrasinin temel ilkesi bütün gücün halktan kaynaklandığıdır” diyordu (Onur Öymen, Demokrasiden Diktatörlüğe, s. 148). Oysa aynı Hitler, “milli irade”den bir “diktatör” yaratılabileceğinin siyaset tarihindeki başat örneğidir. Siyasetçi (lider), temsil ettiği ve en üst düzeye ulaştırdığı siyasal eğilimin o derecesi ile yetinmeyip ondan onun “optimum”unu yaratma (sınırlarını zorlama) hırsına kapılmışsa, demokrasideki ritim, yerini artık bir “demokrasi krizi”ne bırakmış demektir. Türk siyasal tarihi bunun örnekleri ile doludur. “Milli irade benim” diyen Demokrat Parti, bununla yetinmemiş, seçimle gelip bir daha gitmemek üzere yargıyla, basınla, hatta “Ben yedek subaylarla da idare ederim” diyerek orduyla oynayarak milli iradeyi “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” gibi “maksimal” bir gerilim noktasına taşıyıp demokrasi krizi yaratmıştır. B A K KP, kendisinden önce gelen iki kavramla yan yana konabilir mi? Tabiiki hayır! Ne yaparsınız ki iktidardalar. Bir ülke ki, bütün hukuk, bütün ilişkiler AKP Genel Başkanı RTE’nin iki dudağı arasında! Bir ülke düşünün ki, o ülkenin başbakanı, kadınların gözlerinin içine baka baka kadınerkek eşitliğine inanmadığını söylüyor. Kadına yönelik erkek şiddetinin en önemli kaynağı, kadınerkek eşitsizliğidir. Erkeklerin kadın üzerinde kurdukları iktidarın sarsılmaması, kadın üzerinde tam bir kontrol mekanizması kurmaktır. Bunun için her yol mubahtır. Dinin erkek yorumu da bu araçlardan biridir. Bir başbakan düşünün ki, siyasal bir protesto gösterisine katılan genç bir kadın için “Kız mıdır kadın mıdır” tabirini kullanma seviyesine insin! Bir başbakan düşünün ki, kadın kıyımının iktidarları döneminde yüzde bin dört yüz arttığı haberi için “Kadına şiddet abartılıyor” desin! “Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum” (RTE) “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum” (Ayhan Sefer ÜstünAKP milletvekili/İnsan Hakları Komisyonu Başkanı). “Kızlarına sahip çıksalarmış” (Celalettin CerrahMünevver Karabulut cinayeti ile ilgili). “Medya abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik” (Fatma Şahin/AKP bakanı). “Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız bulamıyor” (Erhan Ekmekçi/AKP İl Genel Meclis üyesi) “Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek” (Mehmet Şimşek/AKP bakanı) Böylece kadının karnını sıpa ile doldurduğunuz sürece, kadın, kamuya açık alana çıkamayacaktır! Bir hükümet düşünün ki, tabandan gelen kadın örgütlerinin kurulmasında büyük emeği geçen, ancak başka kavramlarla sulandırılarak kurulan (“yetmez ama evet” durumu) Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adından “kadın” sözcüğünü tamamen çıkararak yerine “aile” kavramını koysun! Her fırsatta “muhafazakâr” olmakla övünmekte ve bu “muhafazakârlığı” artık Suudi Arabistan Vahabiliği’ne götürmekte hiçbir sakınca görmemektedirler! Yakında bütün kadınları çuvala sokup toplumdan tamamen tecrit ederlerse hiç şaşmayın! Bir ülke düşünün ki, 2013 yılının ilk dokuz ayında öldürülen kadın sayısı 842’dir. sı düzenlenmeden kurdukları bu merkezlerde kadınlara daha çok eziyet çektirilsin. Kadınların bu merkezlere ulaşımı son derece zormuş ama ziyanı yok! ŞÖNİM’lerde kadınların gereksinimi olan avukat, psikolog yerine vaizeler görevlendirilmiştir! Böyle farklı dini inançları olan kadınlar arasında da ayrımcılık yapılmaktadır veya okullarda olduğu gibi farklı dini inançları olan kadınlara İslamın Sünni tarikatının esasları dayatılmaktadır! (Bkz. 16. Sığınaklar Kurultayı Sonuç Bildirgesi) Kadınların büyük emekleri ile yapılmasına katkıda bulundukları Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu’nun özellikle cinsel suçlarla ilgili bölümleri uygulamada etkisiz duruma getirilmiş ve getirilmekte, tecavüzcüler, mağdur eğer Amerikalı değilse, yakalanmamaktadır! Boşanma, aileyi kurtarma adına zorlaştırılarak, Medeni Kanun fiilen değiştirilmektedir ki, yasal değişiklik de kısa zamanda bunu izleyecektir. 6284 sayılı yasanın kadınlara sağladığı olanaklar etkisiz duruma getirilmiştir. Kürtaj yasal olduğu halde, yasama,yürütme ve yargının tartışmasız başı olan RTE’nin iki dudağı arasından çıkan kürtaj yasağı ile bazı kadınlar ölmektedir. Hekimler, yasal olan bu hakkımızı bile kullanmamıza korkudan izin vermemektedir. Yukarıda özet olarak verdiğim örneklerle, AKP toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilir mi, yoksa bu iki kavramın yan yana gelmesi sadece bir ironi midir? Bence ikincisi! Yiğit Bir Aydınlanma Savaşçısıydı Bugün de bir “milli irade” fetişizmi içinde Türk demokrasisi, maksimal bir gerilim noktasına taşınmış görünmektedir. Nedeni, “İki kişiden biri bize oy veriyor” deyip demokrasiyi, kafalarında önceden var olan “dinsel dünya görüşü”nün kavram çerçevesine sıkıştırmak istemeleridir. Üstelik “kindar” bir dindarlık adına yaşam tarzlarına doğrudan yapılan bu müdahale, eğitimden tutunuz da yönetime, siyasete, hukuka, ahlaka, bilim ve sanata kadar her alanda, hep kendi kopyalarını üretmek isteyen bir buyurganlığa, bir tahakküme dönüşmüştür. İktidar, dinin demokrasilerdeki “inanç ve ibadet özgürlüğü”nün sınırları içinde yaşanması ile yetinmeyip, dinden dinin optimumunu yaratma çabası içine girmekle gerilimi artırmıştır. Bir “huzur” (genişleme) ritmi olarak yaşanan dinle yetinmeyip bir “üstyapı” kurumu olan dini, demokrasinin üzerinde şekilleneceği temel “altyapı” kurumuna dönüştürmek, demokrasiyi dine koşmak (çektirmek), iki kişiden oy veren biri olan “yetmez ama evetçiler”i, Atatürk’e, Cumhuriyete, askere sövmeyi “demokratlık” sayan liboşları bile rahatsız etmiştir. Esasen, “yeniden inşa” dönemine geçildiğinde, bugün kendilerine destek olan liberallerle yollarının ayrılacağı, çok önceden ilan edilmiştir. “Milli irade” deyip milletin yarı iradesini “kizbi” (sakat, yanlış) iradeden sayan, “İki kişiden biri bize oy veriyor” deyip yurttaşların yarısını bir başka yarısı lehine feda eden bu milli irade softalığı, Şeyhülislam Yahya Efendi’nin dizeleri ile yalnızca “dil (gönül) hanelerimizi yıkıp taş üstüne taş komamak”la kalmamakta, Cumhuriyeti de “kiriş”lerinden ayırmaktadır. Nasıl mı?İşte “hafız” geleneğine bağlı dörtlü eğitim, zühdi zihniyete dayalı bilim, Kâbe’de, hacda resetlenmiş (sıfırlanmış) beyin, içine tükürülesi sanat ve resim, şalşepik türbana dolanmış giyim derken şimdi de psişizmlerinin görünmeyen derinliklerinde yumulmuş uyurken, birden bire doğuveren “haremselamlık” öğretim! Bir adım sonrası herhalde bir sınıfta beyaz Amerikan bezinden yapılmış “paravan” arkasında ders veren kallavi sarıklı erkek öğretmenle, sadece burnu ve gözleri açıkta kalan çarşafa bürünmüş kadın öğretmenlerdir. Olmaz demeyin, Isparta’da bir okul müdürü, ilk adımı atmıştır; zira adım adım gelmişlerdir. 5 yıl önce yalanlanan, hatta “birileri çıkıp yeni sorun alanları icat ediyor” diye grupta azarlanan “kamuda türban” çıkışı, 5 yıl sonra bir akşam vakti, demokratikleşme (aslında dinselleşme) paketinden çıkıvermiştir. Hey gidi İran, mollalar diyarı hey! Kirişlerinden ayrılmış bir Cumhuriyetle vermek istedikleri tek bir mesaj vardı: Atatürk’le buraya kadar! Fakat olmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Demokrasiyi, “dini hayat bütünlüğünde”, dini kavrayış ve davranış ölçüsü ile toplumu terbiye etmeye indirgeyen bir milli irade dayatması karşısında “yüreğine, sinirine dayan diyecek direncinden başka bir şeyi kalmayan (Rudyard Kipling; Adam Olmak şiirinden)” Türk insanı yalnız yönetime, eğitime, siyasete değil, “iki kişiden biri bize oy veriyor” deyip ormanlara, meydanlara, parklara, şimdi de özel yaşamlara musallat olan bir zihniyete karşı “döküp ortaya varını yoğunu”, destansa işte budur deyip feriştahını yazmıştır. Devlet nişanlarından silseler de devletin “alnı”ndan onu silmenin imkânsız olduğunu “yok böyle sevgi” dedirten sel olup kanıtlamıştır. Şimdi onun doğduğu evi, okuduğu okulları biz restore ettik deyip resimleri ellerde gösteriliyor, dolaştırılıyorsa, nedeni, “onsuz da olurduk” densizliğinin, naralarının ulusun “şükran dolu” sinesinde yankı bulmamasından, un ufak olmasındandır. Bugün olan COŞKUN ÖZDEMİR 1978 7 Nisan akşamı Oktay Kurtböke telefonla aradı; “Hocam Server Tanilli’yi vurdular, Haydarpaşa’da, seni almaya geliyorum.” Son hızla Haydarpaşa Göğüs Hastalıkları’na ulaştık. Göğüs seviyesi altında duymuyordu vücudu, bacakları hareketsizdi. Kurşun omurilik torasik bölgeye girmiş parçalamıştı. Sinir cerrahları yetiştiler. Hüsamettin Gökay’ı hatırlıyorum. Ama yazık ki cerrahi bir müdahale endikasyonu ve yararı yoktu. Hainlerin silahından çıkan bir kurşun onu sonuna kadar paraplejik bırakacaktı. Tanıdığım en güzel, en yiğit insanlardan biri idi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Tanilli. Tabip odasındaki TÜMÖD toplantılarında birlikte oluyorduk. Orada tanıdığım ve daima sevgi ve saygı ile andığım bir başka unutulmaz insan da Cavit Orhan Tütengil’dir. En yiğit insanlarına kıyan bu ülkede onu da kurşunladılar. Server bacaklarını kaybetti ama yılgınlığa, umutsuzluğa düşmedi. Londra’da Stocke Mandeville Parapleji Hastanesi’nde yattı ve tedavi gördü. Onu orada ziyaret ettim. Eniştesi, arkadaşımız radyolog Alptekin Peker de orada idi. Bir yıl sonra Rusya’da Leningrad’da bir rehabilitasyon hastanesinde kaldı. Bir güzel tesadüf uzunca bir Sovyetler seyahati yapmakta olan bizler, bir grup arkadaş onu topluca ziyaret ettik. Halet Çambel, Türkan Saylan, Gençay Gürsoy bu grup içinde idiler. O daima ümit dolu idi. Ama paraplejinin düzelmesi şansı yoktu, öyle yaşayacaktı. Kaybedilen sadece bacaklar değildir, omurilik fonksiyonları da yitirilmiştir. Kolay değildir böyle yaşamak. Ama o güçlükleri yendi ve 33 yılı şaşılası bir verimlilikle, üretkenlikle geçirdi. Sevgili Server, bilindiği gibi onun için sağlanan bir öğretim üyeliği görevi ile uzun yıllar Strasbourg’da yaşadı. Oldukça iyi bir bakım gördü. Bir süre sonra sık sık Türkiye’ye geldi, dostları ile birlikte oldu. Bir onur konuğu olarak toplantılarda kongrelerde, sempozyum ve açık oturumlarda, konuşmalar yaptı; konferanslar verdi. O eşsiz bir hümanist, benzersiz bir sosyalist olarak yaşadı. Aynı zamanda tıpkı İlhan Selçuk gibi Atatürk’ü, Cumhuriyet devrimlerini benimseyen, onları içselleştiren bir sosyalist. Daha güzel, daha adil bir dünya ve Türkiye için büyük çaba harcayan ve kendini insanlık idealine adayan bir yüce düşünür olarak yaşadı Tanilli. Yaratıcı aklın ve üretkenliğin müstesna bir örneği oldu. Onu tanımak, yakınında olmak, onunla dostluk etmek büyük bir mutluluktur ve onurdur. Bu büyük insanı, büyük düşünürü daima sevgi ile, saygı ile, özlemle ve aynı zamanda bıraktığı paha biçilmez mirasından ötürü şükran duyguları ile anacağız. Dil yaramız Ancak
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear