26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 19 EYLÜL 2009 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Kalkancılar SOĞUK SAVAŞ’ın sıcak günlerinde bazı tutum- ları anlamak kolaydı, ama artık zor. O zamanlar iki taraftakileri saldırgan niyetlerinden caydırmak için bir çeşit “dehşet dengesi”ni sürdürmek gerekiyordu. Şimdi öyle mi? Putin Rusya’sının Pearl Harbor bas- kınını andıran bir füze çullanışıyla ABD’ye saldıra- cağı ciddi olarak düşünülebilir mi? O halde, şu günlerde böyle bir olasılık üzerine bir yerlerde füze kalkanları oluşturmaktan söz etmenin anlamı nedir? Soğuk Savaş yıllarından kalma saçma bir alışkan- lık mı? İran İsrail’e saldırır da işin içine Rusya karışırsa di- ye hazırlıklı olmak mı? Yoksa “ABD sanayinin bir bölümü savaş malzemesi üretmezse ekonominin keyfi kaçar” düşüncesinin sü- rekli etkisi mi? Şöyle ya da böyle, bu kalkan tutkusunun sık sık gündeme getirildiği kesin. Eskiden kalkanın yeri, daha doğrusu kalkan ola- rak yerleştirilecek silahların konuşlandırılacağı yer olarak hep Türkiye’den söz edilirdi. Şimdi bir de Po- lonya eklendi buna. Ama komşuluk iki olunca favo- ri hâlâ biziz. Çünkü, Rusya’ya yapay olarak eklen- miş sözde bir İran kuşkusu da var; “hafıza-i beşer”, Saddam’a atfedilen “kitle imha silahları” balonunu kolayca unutabiliyor. Şu var ki, kalkan sorunu hele NATO çerçevesin- de konuşulduğunda, en ağırlıklı üyelerden Türkiye, kulak tıkayıp gündemin dışına çıkamıyor ve ister is- temez, bir şeyler yapmaya zorlanıyor. Ehven-i şer tu- tum, Ankara’nın bu “bir şeyler”i hiç değilse kendi ulu- sal savunma stratejisiyle birleştirip yapmasıdır. En başta da, özü doğru olan “çevresiyle iyi ge- çinme” tutumuna ters düşmeden. Kolay iş değil bu. Haydi, her zamanki kuşkucu Yu- nanistan’ı, o da NATO üyesi olduğu için, bir yana bı- rakalım. Peki, Rusya ve İran? Biri, İstiklal Harbi’ndeki katkısını asla unutama- yacağımız, komşuluk ilişkilerimizi her konuda sıcak tutmamız ve Karadeniz’deki güvenlik işbirliğini sür- dürmemiz gereken bir ülke. Öbürü de, rejim farklı- lığını bir yana bırakarak, dört yüz yıllık barışı ve ses- siz rekabeti bozmadan ticaret başta olmak üzere iyi ilişkileri canlı tuttuğumuz bitişik komşu. Ne var ki, Türkiye uzmanı geçinen ve haritaya her baktıklarında bizim ülkeye dayalı kalkancılık iştahları kabaran bazı Amerikalı aklıevvellere bu in- celikleri anlatmak, deveye hendek atlatmak kadar zor- dur. Kendi çıkarları söz konusu olunca başkalarının en- dişelerini hafife alan onulmaz bir bencillik mi? Güç- lü ve varlıklı olmanın dünyaya nizam verme hakkı ver- diğini düşünmek mi? Yoksa çok iyi üniversiteleri ve araştırma odakları olan bir ülkeye hiç yakışmayan bir bilgisizlik ve densizlik belirtisi mi? Herhalde aziz müttefike daha iyi anlatılması gereken konular bunlar. mumtazsoysal@gmail.com PENCERE Uzayın Fethinde Yedi Şehit Daha... Turhan’ın dün birinci sayfadan yayımlanan karikatürü, mavi uzayda yıldızlarla özdeşleşmiş as- tronotların grafik sanatta evrenle bütünleşmesiydi. Karikatürün altyazısı: “Yedi Uzay Yıldızı” Turhan altyazıyı özellikle “yedi uzay şehidi” di- ye yazmak istiyordu... Uyardım... Bilindiği gibi “şehit” ancak Müslümandan çıkar, Turhan’ın esprisini şeriatçılar anlamazlar; yo- bazlık ağır basar, nükte güme giderdi. Turhan: - Bu astronotlar , dedi, bizim kafası ütülenmiş İslamcıdan daha Müslüman sayılır... Bir inanılmaz dönem yaşıyoruz; yaklaşık 70 mil- yonluk ülkede halk yüzde 99 Müslüman iken bi- rileri çıkıp İslamı tekeline almak istiyor; sonra da bu dinci azınlığın iktidarı, Amerika’nın emrinde Müslümanlara saldırmakta başı çekmekten gay- rı bir iş yapamıyor. Amerika’nın bir yandan uzay fethine çıkıp öte yandan Irak’a saldırması neyi simgeliyor?.. Yeni bir şey değil... Batı uygarlığındaki bu ikilem tüm tarihte yazı- lıdır; bir yandan Avrupa’da bilime açılırken öte yan- dan sömürgecilik yapan Batı değil miydi!.. Amerika’yı, Avustralya’yı, kutupları keşfeden Ba- tılı bu yolda diyalektiğin kanlı tarihini yazdı. Üniversite dediğimiz bilimsel kurum, kilisede to- humlanarak istavrozun insan aklı üzerine çaktığı çarmıhı parçalamıştır. Ne yazık ki medresede camiye meydan okuyan bilimsel bilinç yeşeremedi. 21’inci yüzyıla ayak bastık ama, Müslüman ço- ğunluğu, bilimin öğrettiğini değil, kutsal kitabın aşı- ladığı inancı devlet ve toplum düzeni yapmakta direniyor; bu gericiliğin karanlığında Batı’ya kar- şı ne yapacağını bilemiyor. Amerika uzayın fethine Hıristiyanın yanı sıra bir Museviyi de katmıştı... Astronotların hepsi şehit oldular. Karl Marx hayatın eytişimi üzerine oluşan çe- lişki yasalarını iyi yakalamış, “sömürüsüz bir uy- garlık” üzerine tohumlanan öğretisini 19’uncu yüz- yılda yayımlamıştı; bu rüzgârla Avrupa hop otu- rup hop kalkmış, 20’nci yüzyılda Sovyetler ku- rulmuştu. Emek üzerine kurulmak istenen devlet başarı- ya ulaşacak mıydı?.. Uzaya ilk insanı komünist- ler yolladılar; adı Yuriy Gagarin’di... Alın terine bel bağlayıp sömürüye karşı çıkan- lar, bayram ediyorlardı... Ne yazık ki bu düşlem uzun sürmedi; Amerika karşısında Sovyetler yenildiler; şimdi Amerikan ka- pitalizmi tekelciliğin doruğunda Küreselleşme’yle dünyaya egemen olmaya çalışıyor; bu nedenle gö- zü dönmüş, ‘savaş’ diyor... Hem de Müslümanla savaş!.. Peki, Gül ile Tayyip İslamcı değiller mi?.. Müslümanlığın politikasıyla yoksul halkı kandırıp iktidar koltuğuna oturmadılar mı?.. Niçin Müslüman Irak’a saldırıda Amerikan ma- şalığını üstleniyorlar?.. Uygarlığın bugünkü ikilemi, toplum düzenindeki çelişkiden kaynaklanıyor. ABD bir yandan Irak’a asker yollayacak, öte yan- dan uzaya astronot gönderecek... Yalnız bilime dönük ve barışa koşullu toplum dü- zeni için sosyalizme erişmek gerek... (4 Şubat 2003 tarihli yazısı) U zun bir süre Avrupa’da yaşamak, Türkiye’deki sendikal hareketin takibini ve sağlam bir yorumu- nu zorlaştõrõyor. Türkiye’de sen- dikalar denince Avrupa ka- muoyunda çoğu zaman yasaklar, siyasi tu- tuklamalar, militan bir azõnlõğõn hareketi ve- ya “sarı sendikacılık” akla geliyor. Yüzey- sel de olsa bu yazõmla bazõ sorulara cevap bul- maya çalõşacağõm. Yõl 1925: Çiçeği burnunda Türkiye Cum- huriyeti’nde “Takrir-i Sükun Yasası” tartõ- şõlõyor. Amaç: Doğu’daki “Kürt Ayaklan- maları”nõ bastõrmak. Yasanõn bir diğer hareket noktasõ ise sõnõf temelinde ve siyasal bakõm- dan örgütlenmeyi yasaklamak. Öyle ya, ma- dem o zamanõn ortamõnda Türk toplumu “sı- nıfsız toplum” olarak tanõmlanmõş, sosyal sõ- nõflarõ olmayan bir toplumda sendikalar gibi işçi örgütleri niçin olsun? Mustafa Kemal, da- ha Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’te, İzmir İk- tisat Kongresi’nde, ekonomik yol haritasõnõn çizimi için ilk adõmõ atmõş. Fakat bu kongre- ye işçiler adõna katõlan tek kesim var, o da “Umum Amele Birliği”. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde durum vahim o günlerde. Kurtuluş Savaşõ’nõn yankõlarõ halen tüm ülkeye hâkim. Nüfus 13.5 milyon. Tarõm yerle bir. Öküzlerinden bi- rini Kurtuluş Savaşõ’na verdiği için kimi çift- çi tarlada kendini tek öküzün yanõna koşuyor karasabana. Dağlõk bölgelerde yaşayan in- sanlarõmõz otla karõnlarõnõ doyuruyorlar birçok yerde. Bulurlarsa koyun, keçi, inek besliyor- lar süt için. Bulurlarsa yõlda bir kez et yiyor- lar, o da Kurban Bayramõ’nda. Doğu’da ba- zõ köylerin dõşarõyla irtibatõnõn bütün kõş bo- yunca, aylarca kesildiği oluyor. Okuma yaz- ma bilmeyenlerin oranõ yüzde 90! Ülkenin bü- yük bölümünde yol, su, elektrik yok. Sanayi denince akla gelen bir şey de yok. En yaygõn “sanayi” belki de kadõnlarõmõzõn evlerde ge- ce gündüz el emeği göz nuru ile işledikleri ha- lõ, kilimler ve el işleri. Osmanlõ döneminde harp sanayii varmõş bir de, zaten “sanayi” den- diğinde akla ilk gelen de bu o zamanlar. Sa- nayinin olmadõğõ yerde işçi hareketi gelişemez. 1908 yõlõnda ilk kez Osmanlõ’nõn harp sana- yiinde işçiler ciddi bir biçimde kõpõrdanmõş- lar. Daha önceleri, 1871’de, ‘İstanbul Ame- leperver Cemiyeti’ kurulmuş ve 1874’te ilk defa tersane işçileri ayaklanmõş, ama etkin- likleri yankõsõz kalmõş. Çok geçmeden, 1909’da, Meşrutiyet’in kuruluşuyla birlikte, Osmanlõ’nõn “Tatil-i Eşgal Hakkında Ka- nun-i Muvakkat”õ, yani sendikalaşmayõ ve grevi yasaklayan kanunu, sendikal harekete ilk büyük darbesini indirmiş bile. Dünyanõn diğer ülkelerinde, özellikle Av- rupa’da, 18’inci yüzyõldan itibaren, bilim ve teknolojinin üretime doğrudan aktarõlmasõ sonunda bir “sanayi devrimi” gerçekleş- miş. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa ül- kelerinde işçiler -ne ilginçtir ki, kendilerini tut- sak eden tekelci sermayenin ve onun siyasal gücünün zorlamalarõ sonucu- kõsa bir sürede sendikalarda örgütlenmişler. Hatta bu örgüt- lenmeyi dünya standartlarõna oturtmaya ça- balamõşlar. “Dünyanın tüm emekçileri bir- leşin!” gibi sade bir cümleyle birlik ve dirlik olmak özlemini dile getirmişler. Bu cümlenin gerçekte halen bir özlem olarak kaldõğõnõ ve sanayi ülkelerinin çoğunda işçi hareketinin mil- li sõnõrlarõ aşamadõğõnõ burada belirtmek ge- rekir. “Yaşasın uluslararası dayanışma!” gi- bi sloganlar, duyulmayacak kadar cõlõz bir ses- ten ibarettir; çünkü birkaç Avrupa ve ulus- lararasõ içi boş çerçeve sendikal üst örgüt dõ- şõnda en güçlü Avrupa sendikalarõ bile milli- yetçi zihniyete saplanmõş kalmõş gibi görün- mektedirler. Anadolu’ya dönelim: 1919-1922 emper- yalist güçlerin hasta adam Osmanlõ’ya son dar- besini indirmeye hazõrlandõğõ, İstanbul’un İngilizlerin pis çizmeleri altõnda ezildiği yõl- lar. Halkõn çok ağõr koşullarda kurtuluş için savaştõğõ yõllar ayrõca. Grevi ve sendikalaşmayõ yasaklayan kanuna rağmen başta öğretmen- ler olmak üzere birçok meslek grubu, örneğin tramvaycõlar, İstanbul’da daha İngiliz işgali sõ- rasõnda ayağa kalkmõşlar. Bu dönemden son- ra da adõna ne derse densin ve ne kadar dev- let-hükümet denetiminde olursa olsun, memur statüsündeki işçilere varõncaya denk tüm emekçiler çeşitli cemiyet ve kooperatifler kurarak sendikasõz kalõnan süreleri aşmaya ça- balamõşlar. Ama işçi hareketinin yasaklanmasõ ne Osmanlõ’da ne mücadele yõllarõnda ve ne de Cumhuriyet döneminde son bulmuş: Tür- kiye’de bağõmsõz işçi örgütlerine karşõ yasakçõ tavõr 1871’de başlamõş, 1938’de “Cemiyet- ler Kanunu” ile devam etmiş ve sõnõf esasõ- na dayalõ örgütlerin kurulmasõ 1946 yõlõna ka- dar sistemli bir biçimde engellenmiş. İşte bu yasakçõ zihniyet günümüzde bile hemen ay- nõ şiddetle korunmaktadõr. Bağımsız sendikacılık mı güdümlü sendikacılık mı? Türkiye’de tam bağõmsõz örgütlenmelerin önü açõlacağõ sõrada, 1947’de “Sendikalar Ka- nunu” çõkarõlõr. Bu kanunun çõkarõlmasõnda başrolü Amerika ve Amerikancõ siyasetçiler oynar. Amaç, yine işçilerin özgür ve bağõm- sõz sendikalarda örgütlenmesini engellemek- tir. Toplusözleşme imkânõ bile verilmeyen, grev hakkõ olmayan, dişsiz, tõrnaksõz bir kap- landõr Türkiye işçi hareketi. Hem devlet, hem iç ve dõş sermaye gruplarõ hem de onla- rõn siyasi temsilciliğini yapan önemli hükümet temsilcileri, sendikalarõn etkisiz kalmasõnõ günümüze kadar isteyeceklerdir. Türkiye’nin sanayileşme süreci kendine özgüdür ve Avrupa’daki sanayi devriminden epey farklõdõr. Türkiye’de sanayileşme ile şe- hirlileşme birbirini en fazla etkilemiş iki ge- lişme sürecidir. Köyden şehire göç arttõkça, bu kentleşmenin gerektirdiği ölçüde sanayileşme; sanayileşme arttõkça da köyden şehire göç art- mõştõr. Başta en fazla memur ve işçi çalõştõran ana şirket aslõnda “Devlet Baba”, özellikle onun silah sanayisi ve tüm kurum ve kuru- luşlarõdõr. Özel sektörde gelişme yavaş olmuş ve umumiyetle küçük ve orta boy işletmeler halinde örgütlenmiştir. Sonralarõ devasa bir- kaç şirket ortaya çõkacaktõr. Günümüzde ise Türkiye’deki büyük işletmelerin çoğu dõş kökenlidir. (Bkz. Nafiz Özbek, Türkiye’de Alman Sermayesi, Cumhuriyet, 06.06.2009) İşte memurlar, işçiler, onlarõn sendikalarõ ve konfederasyonlarõ, bu gelişmeler içinde 1952 yõlõnda Türk-İş’i kurmuşlar. Model: Amerikan sendikacõlõğõ! İşçilere grev ve toplusözleşme hakkõnõ tanõyan tek TC Anayasasõ, 1961 yõ- lõndaki... Fakat bu hakkõn fiilen kullanõlmasõnõ engellemek için sermaye, devlet ve hükümet yanlõsõ kişiler, Türk-İş’i kurulduğu yõllardan itibaren etkilemeye başlamõş ve hayli başarõ- lõ olmuşlar. İşçi ile patron arasõndaki uzlaşmaz çelişkiden hareketle ilk defa 1963 yõlõnda 274 ve 275 nolu “Sendikalar Yasası” ile “Top- lusözleşme, Grev ve Lokavtı Düzenleyen Yasa” yapõlmõş. Her parlamentodan çõkan ya- sa, toplumdaki güç dengesinin bir aynasõdõr. Bu zamana değin çok az yasa gerçekten hal- kõn çõkarlarõnõ, ama çoğu egemenlerin istem- lerini gözetmiştir. Yasalarõn kõsmen verdiği olanaklarõ yokla- yan, yeterli bulmayan, haklarõn genişletilme- sini ve sendikal harekete siyasi sol içerik ver- mek isteyen birçok sendikacõ, Türk-İş’in içinde bulunduğu durumu salt kõnamakla kalmamõş, ondan koparak 1967 yõlõnda DİSK’i kurmuşlar. Ve işte bu yõldan itibaren zaten var olan baskõ mekanizmasõ Türkiye’de işçi ha- reketi üzerinde aralõksõz işler hale getirilmiş- tir. Bu baskõ, ta ki 80’li yõllarõn başõnda cun- tacõ generallerin DİSK’in ve ona bağlõ sen- dikalarõn üzerine tanklarõ sürdürüp, mallarõ- na el koyup, yöneticilerini zindanlara dol- durduğunda ilk doruk noktasõna ulaşacaktõr. Farklõ yöntemlerle de olsa en az DİSK kadar baskõya maruz kalan bir diğer emek kurulu- şu da, yine günümüze kadar, kamu emekçi- lerinin sendika konfederasyonu olan KESK’tir. Bu federasyonumuzun tarihini incelemek Türkiye’deki gerçek baskõ unsurlarõnõ kavra- mak için hayli öğreticidir. İşçilerin birlik olmasõ gerçekte Türkiye’de en önemli kesimlere, sermayecilere ve onla- rõn siyasi temsilcilerine bir kâbus gibi gel- mektedir. Bu nedenledir ki sermayeciler ve temsilcileri yasal sõnõrlarõn yanõ sõra bir de bö- lücü karşõt örgütlenmeler yaratmõşlardõr: POL-BİR, Akõncõ Memurlar, Ülkücü Kamu İşçileri, Milliyetçi İşçi Sendikalarõ Konfede- rasyonu (MİSK) bunlardan sadece birkaçõdõr. Ayrõca bir de örneğin Memur-Sen gibi kök- tendinci örgütlenmeler desteklenmiştir. 1976 yõlõnda da Sünni din kurumlarõna yakõnlõğõy- la bilinen Hak-İş kurulmuştur. İstenen halen Osmanlõ’nõn “kapıkulu zihniyeti”ni korumak, gerçek birliği bozguna uğratmaktõr. Böylesi bozgunlara kendini alet edenlerin içinde na- mõ belli sendikacõlar da vardõr. Bu da yetmi- yormuş gibi, işçi hareketini birleştirmeye de- ğil, daha fazla bölmeye yönelik siyasi nitelikli sendikal örgütlenmeler (70’li yõllarda 700’e ya- kõn “sendika” bulunuyordu), Türkiye’deki gerçek emek gücünün etkisiz hale getirilme- si için başrolü oynamõştõr. Buna gelmiş geç- miş bazõ sendika liderlerinin köklü hatalarõ- nõ ve kişisel ihtiraslarõnõ da eklemek gerekir. Diğer yanda: Dünyada eşine rastlanmayan yasal ve siyasal engellerin karşõsõna dikilme- sine rağmen, Türkiye’deki kararlõ işçiler, sa- nayi devriminin çocuğu olan Batõ’daki birçok işçi hareketine ders olacak nitelikte mücade- le örnekleri ortaya koymuşlardõr: 1969 Genel Öğretmen Boykotu, 1971 TÖB-DER ve ben- zeri örgütlenmeler, 1989 “Bahar Eylemleri”, 1974 15-16 Haziran yürüyüşleri, birinci, ikin- ci, üçüncü Ankara yürüyüşleri, madencilerin Ankara yürüyüşü, açlõk grevleri, iş bõrakma ey- lemleri ve burada sayõlamayacak daha birçok etkinlikler, Türkiye’de ne kadar kararlõ bir iş- çi hareketinin olduğunu göstermeye yeterlidir. Karşõ taraflarda korku yaratan da zaten budur. Ama korkunun ecele faydasõ yoktur ve uma- rõz hele de gelecek sürede olmayacaktõr. Yaptõrõm gücü bulunan sendikalar olmadan hiçbir ülkede gerçek demokrasi uygulanamaz. Sadece bu açõdan bakõldõğõnda, Türkiye’nin de- mokrasiye olan mesafesinin ne kadar olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki, medeniyet için- de yer almak isteyen her ülke, devlet, hükü- met ya da toplum, bağõmlõ çalõşan emekçile- rin özgürce ve özgür kurulan bağõmsõz sen- dikalarda örgütlenmesini sağlamak zorun- dadõr. Kaldõ ki Türkiye zaman zaman sanayisi, kamu ve özel hizmetleri epey ilerlemiş G20 ülkelerinden biri sayõlmaktadõr. Kapitalist ekonominin boy attõğõ yerde mutlak haklara saldõrõ söz konusudur. Sömürünün ve hak sal- dõrõlarõnõn olduğu her yerde ise bağõmsõz sendikalar sahneye çõkar. İşte Türkiye’deki egemenler bugüne kadar bağõmsõz sendikalarõn oluşmasõnõ yasal ve siyasal bakõmdan engel- lemeye çabalamaktadõrlar. Yasal engellerin kaldõrõlmasõ ilk şarttõr. Buysa hiçbir kapitalist kuruluştan veya onun siyasi yönetiminden bek- lenemez. Burada iş yine emekçilerin kendilerine düşmektedir. Sendikasõz Demokrasi Olmuyor... Nafiz ÖZBEK IG Metall Sendikasõ Yaptõrõm gücü bulunan sendikalar olmadan hiçbir ülkede gerçek demokrasi uygulanamaz. Sadece bu açõdan bakõldõğõnda, Türkiye’nin demokrasiye olan mesafesinin ne kadar olduğu görülecektir. Çağdaş İsveç: İsveç Başba- kanõ, Ulaştõrma Bakanõ ve Stockholm Belediye Baş- kanõ bir helikoptere binip Stock- holm üzerinde tur atsalardõ, son- ra da gazetecilerin karşõsõna geçip “Üçüncü Stockholm Köprü- sü’nün yerini helikopterden sap- tadık! İlgili kurumlara direk- tifleri verdik, köprü yapım ça- lışmalarına hemen başlıyoruz!” deselerdi, İsveç toplumu şöyle tepkiler gösterirdi: Önce bir şaşkõnlõk yaşanõrdõ. İnsanlar “Sanıyorum ben yanlış duydum ya da yanlış okudum! Bu haber doğru olamaz, değil mi” diye birbirlerine sorarlardõ. Haberin yanlõş olmadõğõ ortaya çõ- kõnca da sinirlenmezlerdi İsveçli- ler! Alanlara dökülüp gösteri de yapmazlardõ, fakat ‘köprü ka- rarını’ vermiş olan yöneticilerine acõrlar ve “Zavallılar! Bunların üçü birden delirmiş!” derlerdi. Sonra da çağdaş ve uygar bir top- lumun doğal refleksleri çalõşõrdõ: Üçüncü Stockholm köprüsü ka- rarõnõ almõş olan yöneticiler hemen hastaneye kaldõrõlõp bakõma alõ- nõrlardõ. Hükümet düşer ve yeni bir hükümet -demokratik kurallarõn iş- lemesi ile- kurulurdu, Stockholm belediye meclisi de yeni bir baş- kan seçerdi. Benzer sorunlarõn gelecekte yaşanmamasõ için de Se- çim Yasasõ’nda bir düzenleme yapõlmasõ gündeme gelebilirdi: “Milletvekili seçimlerine ya da yerel yönetim seçimlerine katı- lacak olan adaylar, tam teşek- külü bir hastaneden aldıkları ‘Deli değildir!’ raporunu seçim kuruluna sunmakla yükümlü- dürler. Bu raporu sunmayan / sunamayan adaylar seçimlere katılamazlar.” Çağdışı İsveç Eğer İsveç çağdaş uygarlõk dü- zeyinin önder ülkelerinden bir ta- nesi olmak yerine geri kalmõş/ge- ri bõraktõrõlmõş bir ülke olsa idi ge- lişmeler farklõ yaşanõrdõ: Başba- kan, Ulaştõrma Bakanõ ve Stock- holm Belediye Başkanõ helikopter turunu atmadan birkaç gün önce yalaka gazetelerden bir tanesinin ön sayfasõnda kocaman puntolar- la “Stockholm halkına un” baş- lõklõ bir haber yayõmlanõr ve baş- kentte aile başõna bir çuval unun hükümet- belediye işbirliği içeri- sinde “armağan olarak” dağõtõ- lacağõ yazõlõrdõ. Ertesi gün de ya- laka bir köşe yazarõ “Evet ama...” başlõklõ bir yazõ yayõmlar, Stock- holm halkõna un dağõtõlacağõ ha- berini sevinçle karşõladõğõnõ, say- gõdeğer yöneticilerimizin bu öz- verili armağanõ karşõsõnda göz- yaşlarõnõ tutamadõğõnõ belirtir, fa- kat “yöneticilerimizden çok özür dilerim ama” diyerek Stock- holm’de kõş aylarõnõn soğuk ve uzun geçtiğini hatõrlatõp “acaba un çuvalına ek olarak bir çuval da kömür verilebilir mi” diye so- rardõ! Bazõ televizyon kanallarõn- da da un mu, kömür mü, yoksa her ikisi birlikte mi konulu açõk otu- rumlar düzenlenirken, köprünün, çevre yollarõnõn geçeceği yörelerde de kazõ çalõşmalarõ başlatõlõrdõ. Kazõ bölgesinin yakõnlarõnda pik- nik yapmakta olan bir grup genç, kazõ ekibinin yanõna gelip “Bu ka- zıları neden yapıyorsunuz? Ka- zı ruhsatınız var mı” diye sor- duklarõnda da hemen tutuklanõrlar ve herhangi bir terör örgütü ile bağlantõlarõnõn olup olmadõğõ araş- tõrõlõrdõ. Üçüncü köprünün Stock- holm’ün ulaşõm sorununu çöze- meyeceğini, tam tersine daha da zorlaştõracağõnõ, çünkü köprü çev- resinde nüfus patlamasõ yaşana- cağõnõ, yeni çevre yollarõnõn ya- põmõ sõrasõnda kentin nefes alõp vermesini sağlayan orman alan- larõnõn talan olacağõnõ, daha da kö- tüsü, Stockholm’e temiz su sağ- layan kaynaklarõn yok edileceği- ni ve bu durumun Stockholm için bir ölüm fermanõ demek olduğu- nu bõkõp usanmadan dile getir- mekte olan bir bilim adamõnõn ka- põsõ çalõnõrdõ bir gece. Ziyarete (!) gelmiş olan “F tipi siviller” bilim adamõna bir ses bandõ uzatõrlar ve “Bu bantta sevgilin ile yapmış ol- duğun edepsiz telefon konuş- maları kayıtlı” derlerdi. Birkaç saat sonra, sabaha karşõ, iki ev basõlõrdõ Stockholm’de. Gizli kapaklõ hazõrlanmõş olan Üçüncü Köprü Ön Raporu’na im- za atmayõ reddeden iki namuslu bürokrat, ellerine kelepçeler ge- çirilerek götürülürler ve Menge- nekon davasõnõn 12. dalga sanõk- larõ olarak tutuklanõrlardõ. Ertesi gün de yalaka basõn or- ganlarõnõn bir kõsmõnda bu iki bü- rokratõn ne kadar tehlikeli birer de- mokrasi düşmanõ olduklarõ, darbe yapmak için kimlerle ve nasõl tezgâhlar kurduklarõ sayfa sayfa anlatõlõrken, diğer bazõ yalaka ba- sõn organlarõ da “Bir bilim ada- mının sevgilisi ile yaptığı edep- siz telefon konuşmaları bandı- nın” çözümünü yayõmlarlardõ. Üçüncü Stockholm Köprüsü Abdullah TUNÇEL
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear