28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 3 EKİM 2009 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Komiser THOMAS Hammarberg 1970’lerde Uluslararası Af Örgütü’nün genel sekreteriydi. Kendileri önem- li sorunlarını çözmüş oldukları için başka ülkele- rin sorunlarıyla ilgilenmeyi iş edinen birçok İsveçli gibi, o da gazeteciliği bırakıp insan hakları alanı- na girmiş, sonuçta düşünceleri için hapse atı- lanların durumlarıyla ilgilenen o büyük kuruluştaki sekretaryanın başına getirilmişti. Şimdi Avrupa Konseyi’nin “İnsan Hakları Ko- miseri” sıfatını taşıyor. Bu sıfatla haziran sonlarında Türkiye’ye gelmiş ve yaptığı görüşmeler sonrasında azınlıklarla ilgili 39 sayfalık bir rapor kaleme almış. Şimdi Dışişleri Bakanlığı’nın gösterdiği tepki do- layısıyla şu sırada gündeme gelip manşetlere ge- çen bu rapor, birçok bakımdan Batılı politikacı ve görevlilerin bilgi eksikliğini, yanlışlarını yansıttığı için üzerinde biraz durulmaya değer. Özellikle, ka- leme alan, bazı Batılılardan farklı olarak, Türkle- re antipatiyle, hınçla ya da husumetle bakan bir kişi olmadığı için. Komiser sözcüğü, Batı dillerinde bizdekinden farklı bir anlam da taşıdığı ve “commission” de- nen bir görev almış ve birtakım yetkilerle dona- tılmış kişi anlamına geldiği için polisle, karakolla falan ilgili değil. Yine de, olduğundan çok daha ür- kütücü bir yankı yaratıyor bizim kulaklarımızda. Kim bilir, Batılılar belki de unvanın bizdeki yankısını sez- dikleri için biraz “karakol terbiyesi” vermek ister gibi bir üslup kullanıyorlar konuşmalarında ve ra- porlarında. Örneğin, Hammarberg “Ne mutlu Türküm diye- ne!” sözüne takmış ve bununla “etnik ayrımcılık” ya- pıldığını düşünerek okullarda söylenmesini eleştir- miş. Bilmiyor ki, bizim okullarda “Türküm, doğruyum, çalışkanım...” diye ant içilir; Türklükle mutluluk arasındaki bağ ise Ata’nın Onuncu Yıl Nutku’ndan beri hepimizin ağzındadır. Yüzyıllar boyu “Osman- lılık” etiketine zorlanmış ve o imparatorluk sarayla- rında küçümsenmiş bir halka “ulus” olma hazzı ve- ren böyle bir sözü olmayacak anlamlara çekmek, olsa olsa Cermen kökenli kavimlerin içlerine işlemiş “ırk” saplantısının bir belirtisi olabilir. Azınlık kavramının genişletilmesi ve Kürt, Laz, Çingene kökenlilerin de azınlık sayılması ko- nusunda da bilmiyor ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında azınlık kavramı yoktur ve bu kav- ram yalnızca “gayrimüslim” vatandaşlar için Sevr’de dayatılmış, Lozan’da da henüz “cumhu- riyet” olmamış bir Ankara hükümeti buna razı ol- mak zorunda kalmıştır. Gazi’ye kalsa, “Biz Fran- sa gibi bir cumhuriyet kuracağız; din ve ırk ayrılı- ğı gütmeyen, herkesi vatandaş eşitliğinde birleş- tiren bir devlet” der, Osmanlı’dan kalan ve Batı’ca dayatılan bu kavramı ret ederdi. Ne yazık ki, son- radan bu kavrama başka yanlış uygulamalar ek- lenmiş, cumhuriyet kendi felsefesine ve ilkeleri- ne ters düşen görüntülere sürüklenmiştir. Şimdi tam kendi idealine uygun görüntüye erişme yo- lundayken, Batı’dan sergilenen bu tür densizlik- lere ad bulmak zordur. mumtazsoysal@gmail.com PENCERE Gazete!.. Çocukluğumuzda bir laf vardı: “Bilmece, bulmaca.. Dil üstünde kaydırmaca!..” Gazeteler artık tepeden tırnağa bilmeceyle bulmacayla dolup taşıyorlar; milyonlarca işsizi so- kaklarında ne yapacağını bilmeden dolaşan bir ülkede bulmaca cankurtaran... Al bir gazete.. Tepe tepe kullan!.. Bulmacayı çözmeye çalışırken boş saatler can sıkıntısının ne yelkovanına takılır ne de ak- rebine... Sayfa sayfa bilmece.. Sütun sütun bulmaca.. Bir elinde gazete.. Bir elinde kalem.. Ne Irak savaşı.. Ne seçim dalaşı.. Yaşam bir rüya.. Umurunda mı dünya.. Bizim medya işini biliyor.. Mustafa Balbay’la konuşuyorduk, bilmece, bul- maca, derken konu güncel medyanın haberleri- ne dayandı... Balbay: - İlhan abi, dedi, bizim gazetelerde her sözüm ona haber, sanki bir bilmece!.. Yayımlanan konu niçin, neden, ne amaçla tezgâhlanmış, arkasın- da ne tuzak var, bileceksin!.. Bizim medyada bir devrime gerek var!.. Çöken bir ekonominin girdisini çıktısını batan geminin malları gibi paylaşmaya çıkanların şa- matasında bütün gerçekler buharlaşıyor... Peki, ne yapmalı?.. Biri dedi ki: - Bu memleket bir yolla düzelir, sahil-i selamete çıkarız.. - Nedir o yol?.. - Savaş!.. - Yapma!.. - Milyonlarca işsiz genç sokaklarda dolaşıyor, batık bankalar devletin sırtında, IMF ekonominin tepesinde, siyasal partiler zıvanadan çıkmışlar, Meclis kapalı, hükümetin önünde birkaç hafta kal- mış, ekonomi ha baba de baba yürümüyor, bu du- rumda bir ülkeyi kurtaracak tek çare savaştır!.. - Çıldırdın mı? - Milyonlarca genci askere aldın mı ortalık du- rulur, herkes futbola değil savaşa konuşlanır, sen bu savaş neden çıkıyor biliyor musun?.. - Hayır!.. - ABD bir taşla kaç kuş vuruyor?.. Hem büyük şirketlerinin bozuk durumlarını düzeltecek, hem ekonomisinin başı göğe erecek, hem Irak pet- rollerine konacak, hem... İnsan kanı, canı, yaşamı ne ki?.. Üç kuruş otuz para... Eskiden naylon maylon, plastik torba morba yoktu; kasap dükkânlarında müşteriye verilen et gazete kâğıdına sarılırdı. Bugünkü basının hali- ne bakıyorum, Türkiye savaşa girdi girecek, ne bir ses, ne bir nefes, ne doğru dürüst bir pro- testo!.. Gazetelerimiz gençlerimizin eti için kasap dük- kânlarında kullanılacak kâğıtlar gibi... (15 Ekim 2002 tarihli yazısı) A nkara Büyükşehir Beledi- yesi’nin “içkili mekân”larõ halkoyuna götürme girişi- mi ile son günlerde ülkede üst üste yaşanan felaketler, ülkemizde asõl felaketin, kavramlarõn kir- lenmesinden kaynaklandõğõnõ çok açõk bir şekilde ortaya koymuştur. Kavramla- ra kimin nasõl baktõğõna bağlõ olarak de- ğişik anlamlar yükleyen bir “siyasal rö- lativizm” (görecilik), sadece demokrasi- mizi yozlaştõrmakla kalmamakta, temel ya- salarõn, özellikle “orman” ve “imar” yasalarõnõn içine bir güve gibi girerek çev- reyi, doğayõ ve insanõ lime lime edip ele- mektedir. “Demokrasi” kavramõnõn nasõl kirletildiğinin ve bunun toplumda nasõl bir gerilime yol açtõğõnõn en canlõ örneği, da- ha yeni yaşanmõştõr. Demokrasi denilerek temel hak ve öz- gürlükleri sõnõrlayõcõ nitelikte bir Beledi- ye Meclisi kararõnõn halkoyuna sunulma- sõ gündeme getirilebilmiş, çoğunluğun oyunu “çoğunluk fetişizmi”ne dönüştü- ren bir faşizme “demokrasi” denilebil- miştir. Oysa demokrasilerde çoğunluk istese bi- le “insan” ve “yurttaş” haklarõnõ yadsõ- yan düzenlemeler uygulamaya konulamaz, kamusal düzenin “laik” olma niteliği oy- çokluğu ile ortadan kaldõrõlamaz. Ancak kavramlarõ kirletmede inatçõ ve õsrarcõ olmalarõnõn amacõ başkadõr: Kav- ram karmaşasõ ile sularõ bulandõrarak meydanõ, kafalarõndaki “daha Müslü- man” bir devletin geri dönüşü için hazõr- lamak!Kirletilen kavramlar yalnõz de- mokrasiyi değil, çevreyi ve doğayõ da kir- letmektedir. Kavram kirliliği Siyaset yöntemi, seçmene “müşterim- sin, velinimetimsin” sõrnaşõklõğõ ile bezeli siyaset adamõ, kavram kirliliğinin baş so- rumlusu olduğu anlaşõlmasõn diye bin dereden su getirse de, ülkemizde 1950’li yõllardan bu yana “orman” ve “imar”la ilgili olararak çõkarõlmõş bütün yasalar, or- man alanlarõnõ daraltan, Hazine arazileri- ni yağmaya açan bir “kavram kirliliği” ile maluldür. Yasalara dinamit lokumu gibi yerleşti- rilen kirli fakat “rantı yüksek” kavram- lar ormanõ “talan”la, kenti “rant”la öz- deşleştirmiş, Hazine arazisi “yağma ala- nı”na çevrilmiştir. Af yasaları Başbakan “Dere intikamını alır” der- ken, Başbakanlõk’a bağlõ TOKİ, “dereye nâzır ölüme hazır” 10 katlõ binalar yap- maya devam etmiştir. 6831 sayõlõ Orman Yasasõ’nõn 2. maddesinde bir yandan “or- man alanlarında daraltma yapılamaz” denilirken diğer yandan daraltmayõ teşvik eden “nitelik kaybetme” kavramõ, bir tah- rip kalõbõ gibi yasaya yerleştirilmiş, ancak nitelik kaybetmeyi “kaybettirme”ye çe- virip durumdan vazife çõkaranlara or- man, kâh erozyon olup kâh sel olarak, be- delini pahalõya ödetmiştir. Başbakanõndan bakanõna, belediye başkanõndan parti baş- kanõna hiçbir yetkili, yaşananlarõn “doğal afet” değil, “af yasaları ile gelen bir fe- laket” olduğu gerçeğini dillendireme- miştir. Kentli göçmen Ancak olan, göçebe kültürü ile kente ge- len insanõmõza olmuştur. O, kentte yasak olanõn “yasal”, kaçak olanõn “normal”, iş- galin “hak”tan sayõldõğõnõ görünce, gö- çebelikten kalma alõşkanlõkla “dere ya- tağı”, “Hazine toprağı” demeden ilk boş bulduğu yere kapağõ atmõş, atmakla kal- mamõş, yayõldõkça yayõlmõş, kat üstüne kat çõkmõştõr. Ancak, yasa ile gelen felaketin gadrine uğradõktan sonra onun oylarõ ile o kente başkan olandan hesap soracağõ yerde, ikinci bir selle sürüklenene kadar durumu idare ettiğinden memnun, oy yağdõrmaya devam etmiştir. Rahatlõkla söylenebilir ki, tarihin diya- lektiği diyalektik olalõ böyle zulüm gör- memiştir. Bu ülkede yokluğa, yoksulluğa karşõ direnme haklarõnõ kullanmasõ gere- ken insanlar, kendi kaderlerine bir türlü egemen olamamõş, tanrõlarõn hep yeniden aşağõya yuvarlanacak taşõ tepeye çõkar- makla cezalandõrdõğõ, efsanedeki “Sisyp- hos” örneği, sürekli boşa çõkacak umutlarõn peşinde yuvarlanmõştõr. Geriye kalan söz Şimdi sel gitmiş, geriye “söz” kalmõştõr. Tü- kenen umutlara, çökmüş evlere, bozulmuş bağ- lara çare olamayan devlet, önce “Kürt” , son- ra “demokrasi” ve şimdi de “milli birlik” açõlõmõ dediği bir “kavram kirliliği”ni “de- mokrasi” etiketi ile tüketime sunmuştur. An- cak yakõlan “çıngı” “yangın”a dönüşmüş, bu- günkünden daha azõna razõ edileceği bir Tür- kiye kaygõsõ ile toplum, ne idüğü belirsiz bir kavramla gerilmiştir. Oysa açõlõm, iki taraflõ bir denklemdir. Ba- şarõlõ olmasõ, sonuç vermesi, denklemin iki ya- nõnõn aynõ anda ilerlemesine bağlõdõr. Den- klemin yanlarõna bakõldõğõnda görülen nedir? Bu yanõnda “aydınlanma” geleneğinden kopmuş, Gülbeddin Hikmetyar’õn dizi di- binde çekilmiş fotoğrafla bütünleşen İslami ge- leneğin “ara istasyon” saydõğõ bir demokra- si!.. Havanda su dövmek Diğer yanõnda kõz kardeşin iffeti ile ağabe- yin namus ve şeref duygularõ arasõna sõkõşmõş bir “töre”ye cinayet işleten, olağan insanlarõ “ağa”, “şeyh”, “şıh” olarak Tanrõ katõna yük- selten, temel hak ve özgürlükleri “kasrı kan- co”ya ciro eden bir feodalite! Şimdi sorulmasõ gereken soru şudur: Kim, hangi demokrasi ile nereye açõlacaktõr? İnsanlarõnõ fişleyen, yasa- dõşõ dinleyen, “usulü bırak, esasa bak” di- yerek hukuku, hukuk devletini ayaklar altõna alan, yandaş olmayanõ susturan, içeri atan de- mokrasi ile mi “kan”dan beslenen, anayasa- sõ “töre”, teb’asõ “köle” olan feodaliteye açõlõm yapõlacaktõr? Denklemin bu yanõnda “gerçek demokrasi” sağlanmadõkça, diğer ya- nõnda feodalitenin beli kõrõlmadõkça açõlõm, bir “kirli kavram” olmaktan, havanda su döv- mekten öte gidemez. Bu koşullar sağlanma- dan yaşanacak bir açõlõm sürecinin her iki ya- nõnõ birleştirecek “ortak payda” olsa olsa, “aynı kıble, aynı dua, aynı Yasin aynı Fa- tiha” gibi son günlerde sõkça dile getirilen “dinsel” söylemler olabilir ki, “İslami de- mokrasi” ile “feodalite”nin buluşabileceği tek ortak payda da budur. Nitekim çok uzak olmayan bir geçmişte bu- nun işaretleri verilmiş, “ne mutlu Türk’üm diyene lafının Türkiye’nin geçmişte bütün insanları İslam kardeşliği etrafında topla- yan bütünlüğünü tehdit ettiği”, bugünkü ik- tidarõn önde gelenlerince ileri sürülmüştür. İm- ralõ’daki terörist başõnõn da Amerika’da mu- kim(!) “hocafendi” ile aynõ frekansta ol- duklarõnõ bütün dünyaya ilan ettiği dikkate alõ- nõrsa, durum dikkatle takip edilmeye değerdir. Ancak, böylesine bir açõlõmõn laik Cumhuri- yet’in “idam” fermanõ olacağõ kuşkusuzdur. Kim, Hangi Demokrasi İle Nereye Açõlacak? İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci İnsanlarõnõ fişleyen, yasadõşõ dinleyen, “usulü bõrak, esasa bak” diyerek hukuku, hukuk devletini ayaklar altõna alan, yandaş olmayanõ susturan, içeri atan demokrasi ile mi “kan”dan beslenen, anayasasõ “töre”, teb’asõ “köle” olan feodaliteye açõlõm yapõlacaktõr? Denklemin bu yanõnda “gerçek demokrasi” sağlanmadõkça, diğer yanõnda feodalitenin beli kõrõlmadõkça açõlõm, bir “kirli kavram” olmaktan, havanda su dövmekten öte gidemez. Güzel Ülkemde Hüzünlü Bir Güz Ü nlü şair Ahmet Muhip Dı- ranas, “Fahriye Abla” şii- rini hep eleştirir, sevmediğini söylermiş. Öteki tüm şiirlerimi göl- geledi dermiş. O öyle dese de öteki şiirleri de şiirseverler tarafõndan bi- liniyor, seviliyor. Örneğin, “yeşil pencerenden bir gül at bana / ışıklarla dolsun kalbimin içi / işte geldim mevsim gibi kapına / saç- larımda bulut gözlerimde çiğ” di- ye başlayan Serenat şiirini kim sev- mez. Ahmet Haşim, hep çirkin yaratõl- dõğõndan yakõnõrmõş. Çiçek bozuğu yüzü onu üzermiş. Sevgilisinden söz ederken, onun ne gündüz, ne de akşam gelmediğini dile getirir ancak; gece, havuz kenarõnda içki sofra- sõnda, onu havuzun sularõ üzerinde hayal edermiş. “Canan ki gündüz gelmez, gece görünür havuz üze- rinde” dizeleri bunun kanõtõdõr. Or- han Veli durur mu, yeni şiiri yara- tõrken takõlmadan edemez. “Canan ki Degüstasyon’a gelmez, Balık Pazarı’na hiç gelmez.” Şairlerimi- zin hepsinde haklõ ve tartõşõlmaz bir İstanbul sevdasõ vardõr. Yahya Kemal’den, Cahit Küle- bi’ye, Cahit Sıtkı Tarancı’dan, Nâzım Hikmet’e kadar çok açõk gö- rülür bu tutku. Kiminin şiirlerinde açõk açõk yer alõr, kiminin derinlik- lerinde gizlidir. Örneğin Nâzõm Hikmet’in Kur- tuluş Savaşı Destanı, gerçek bir des- tan ve Kurtuluş Savaşı konusunda yazõlmõş en güzel şiirdir tartõşmasõz. Bu destanõn içerisinde, İngilizle- rin, o zamanki adõ ile Muzuka Ka- rakolu’nu basõp, oradaki askerleri- mizi şehit etmesi üzerine yazdõğõ bö- lümde, gizli bir İstanbul sevgisi fõşkõrõr: “920’nin 16 Mart sabahı / karakolun karşısında / bırakma- dım elimden silahı / yere serdim iki İngilizi / senin ırzını kurtardım İs- tanbul’um / sana can feda çakır gözlü gülüm.” Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ku- leli İstanbul şiiri ise ayrõ bir tat ta- şõr: “İstanbul deyince kuleler gelir aklıma / Kız Kulesi gelir, Galata Kulesi gelir / Kız Kulesi’nin aklı ol- sa, Galata Kulesi ile evlenirdi, / bir sürü kuleleri olurdu”. Cahit Kü- lebi’nin 1947 yõlõnda yazdõğõ az bi- linen Dost şiiri ayrõ bir güzellik ta- şõr: “Bir gece habersiz bize gel / Merdivenler gıcırdamasın / öyle yorgunum ki hiç sorma / sen ha- limden anlarsın. / Sabahlara kadar oturup konuşalım / kimse duy- masın / mavi bir gökyüzümüz ol- sun kanatlarımız / dokunarak uça- lım. / İnsanlardan buz gibi soğu- dum / işte yalnız sen varsın / öyle halsizim ki hiç sorma / anlarsın.” Cemal Süreya’nõn Aşk adlõ şiiri- ne ne demeli. “Şimdi sen kalkıp gi- diyorsun. / Git. / Gözlerin durur mu, onlar da gidiyorlar, / Gitsin- ler. / Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin.” Unutulmuş şairlerimizden Niyazi Akıncıoğlu’nun Selam şiiri, güzel- liğinden hiçbir şey yitirmeden du- ruyor: “Selamın geçiyor besbelli / Yeşerdi telgraf direkleri / Seneler sonrası ormanından ayrı / Bir se- vinçtir aldı kırlangıçları / Rastge- le öpüştüler / Düşünmeden güna- hı / Öbür dünyayı / Ben deli diva- ne olsam / Çok mu görülür.” Ülkemiz, çok tutucu yönetimler gördü. Hepsi geldiler ve geldikleri gi- bi gittiler. Hepsi de tarihteki yerle- rini aldõlar. Hiçbir yönetim kalõcõ de- ğildir. Bu yönetim de ilk genel se- çimlerde gidecektir. Tarihteki hak ettiği yeri de ala- caktõr. Hiç merakõnõz olmasõn, bu- gün, bu yönetimin yanõnda yer alan ve bu yönetime yalakalõk yapanlar, yarõn gelecek yönetime de, hiç yüz- leri kõzarmadan aynõ şeyleri yapa- caklardõr. Erol ERTUĞRUL Avukat Ülkemiz, çok tutucu yönetimler gördü. Hepsi geldiler ve geldikleri gibi gittiler. Hepsi de tarihteki yerlerini aldõlar. Hiçbir yönetim kalõcõ değildir. Bu yönetim de ilk genel seçimlerde gidecektir. Tarihteki hak ettiği yeri de alacaktõr.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear