28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 20 EKİM 2009 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL ‘Biz Neden Yargılanıyoruz?’ “Cumhuriyet savcılarının yerini hükümet savcıları mı aldı? Gazeteciliği en iyi şekilde yapmaya çalışan bir insan bir gün bile burada kalmamalı...” “Bu dava faşist diktatörlüğün muhaliflerini sindirmek için hazırladığı proje. Neden yargılanıyorum. Bu çılgınlığı burada durdurmak zorundasınız.” Ergenekon davasından iki çığlık!.. Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın son konuşmalarından birkaç satır... Aylardır, belki de yıllardır sordukları bir soru: “Ben niye Ergenekon zindanında aylardır yatıyorum. Suçum nedir?” Bunun yanıtını kim verecek? Adalet verecek!.. Hangi adalet? AKP Başbakanı’nın, “Ben bu Ergenekon’un savcısıyım” diyen kişinin adaleti mi? Hayır, onun umurunda değil yüzden çok insanın, pek çoğu aydın, bilgin, hoca, doktor, profesör, yazar, gazeteci yurttaşın koğuşlarda , hücrelerde acılar çekmesi... Haftalardır bekliyorlar kendilerine “Sen işte şu suçu işledin, yanıtını ver” diye sorulmasını... Günler, haftalar, aylar geçiyor.. mahkeme boyuna uzatıyor, uzatıyor, uzatıyor... Adalet arayanların eli boşta kalıyor... Bunca insanın haksız yere suçlandırılması. Kaç yıl daha sürecek? İçerdeki insanlar yaşlanacak, hastalanacak, sonunda tek tek ölecek mi? Ölsünler mi? Kamuoyunun gözünde Atatürk devrimlerine bağlı oluşları, aydın, bilgili, çağdaş, uygar nitelikleri en büyük suçlama konusu mu? Yetmiş beş milyonluk bir ulus son seçimde yüzde 70’e yakın AKP karşıtı çıkmadı mı? Demek ülkenin büyük çoğunluğu şu anda iktidarda olanların hiçbir politikasını beğenmiyor! Özellikle adalet konusu!.. Her şey birkaç kişinin elinde.. evini bas, adamı al götür, bir karanlık yere kapat, sonra mahkeme yargıç, hâkim, basın arasında bir yaygara.. körcesine garip bir suçlama... İdam kalktı!.. En büyük cinayeti işleyeni bile asmıyoruz. Şu anda Ergenekon koğuşlarında hücrelerinde bin bir zorlukla yaşayanlar bir çeşit idam mahkûmu mu? Kaç kişiyi öldürmüşler? Hangi ihtilal bayrağını çekip yürümüşler? Hangi askeri komploları kurmuşlar? Ama, yedi yıldır iktidarda olan bir anlayışın, bir tutumun karşısına çıkma yürekliliğini gösterenlerin ezilmesi, azar azar yok edilmesi... Ergenekon sanıkları sayılanlar en kısa sürede serbest bırakılmalıdır. Dava sürdürülecekse sürsün. Ama aylardır doğru dürüst suçlanamayan bu kişiler özgürlüklerine kavuşmalıdırlar. İnsanlık dışı uygulama sona ersin. Atatürk çizgisindeki cumhuriyet, demokrasi savunucusu insanlar bu Engizisyon işkencesinden artık kurtulabilsinler. Özkan, Balbay bağırıyor: “Biz neden yargılanıyoruz?” PENCERE Zamanın Ortaklığında Yaşamak... Işık Öğütçü babası Orhan Kemal ‘in hiçbir yerde yayımlanmamış günlüklerini ve şiirlerini derlemiş, ortaya ilginç bir kitap (Yazmak Doludizgin, Tekin Yayınları) çıkmış; geçmişten bugüne pulsuz mektuplar... 23 Mayıs 942.. Hapishanede Nâzım Hikmet ile Orhan Kemal birlikteler, Orhan Kemal günlük tutmuş: “Gece... Dışarda ilgisiz bir kurbağa peydahlandı. ‘Vırak vırak vırak’ diye bağırıp duruyor. Öyle bed bir sesi var ki cenabetin. Sanki gırtlaklanıyormuş gibi. Buna Nâzım Hikmet de alınıyor: - ‘Kendini kuş zannediyor pezevenk’ dedi. ‘Böyle kendi sesi hakkında iyiniyet sahibi hayvan olmaz...’ Tam bu esnada -Cenabı Allah’ın işi yok- hayvan büsbütün yüksek perdeden bağırmaya başladı. Nâzım Hikmet ilave etti: - ‘Bak, duymuş gibi kerata’ ...’’ Kurbağanın ‘bed’ sesi, altmış yıl öncesinden, gece vakti, bugüne yansıyor... An geçer, yazı kalır... 21 Haziran 942, Cumartesi.. Orhan Kemal yazıyor: “Beyaz bir tavşan yavrusu satın aldım. 50 kuruş verdiğim bu tavşana Nâzım Hikmet’in ne kadar sevineceğini iyi hesap etmişim. Hapishaneye geldiğim zaman üstat radyo dinliyordu. Arkası bize dönüktü. Bulgaryalı Memet dürtüp de döndüğü ve elimde tavşanı gördüğü zaman: - Vay, vay, vay! diye hayvanı kaptı. Radyoyu falan unuttu. Revir merdivenlerinden koşarak çıkmaya başladı. Öyle seviniyordu ki her önüne gelene gösteriyor, herkesin sevinmesini istiyordu. Tavşanı karyolanın üstüne bıraktı. Hayvan fena halde titriyordu. - Bu, dedi, korktuğu için titremiyor, titrediği için korkuyor...’’ Nâzım Hikmet bu deyişini daha sonra Kuvayı Milliye Destanı’nda şiirleştirmemiş miydi?.. Orhan Kemal’in ilk şiirleri yapay; ama, düzyazısı Allah vergisi gibi doğal... 10 Şubat 943, Çarşamba “Kar yağıyor, Nâzım Hikmet de ben de onu geçe uyandık. Dün gece Sovyetler yine bir resmi tebliğ verdiler. Onu dinledikten ve bir süre okuduktan sonra yatmıştım. Gece yarısı revir maltasından gelen iri iri konuşmalarla uyandım. Bu konuşma, gürültü, şamata bir hayli sürdü. Bir ara oda kapımız açıldı. İçeriye iki kişi girdi. Oda karanlık olduğundan bunların kim olduğu belli değildi. Nâzım Hikmet yaygarayla yataktan fırladı. Gelenler ses verdiler. Meğer bizim Ertuğrul’ la Recepmiş. Mesele anlaşıldı. Revir meydancısı Nuri delirmiş.’’ 19 Ekim 946, Cumartesi “Islak ve buz gibi bir sabahla gün başladı.’’ Yazıya geçirdin mi “an’’ sonsuzlaşıyor... 19 Ekim 946’da, sabah erken, Orhan Kemal’in teninin üşüdüğünü düşünmek de yaşamaktır... İnsan yalnız kendi zaman diliminde yaşamaz ki... Nâzım’ın beyaz tavşanı gördüğü andaki sevinci bugün de birlikte duyumsanamaz mı?.. Fazıl Hüsnü Dağlarca, çağlar boyu ortaklaşa yaşanan zamanın şiirini yazmış: “Vakti gagasından aldık Bir sabah vakti bir acaip kuşun. Ne kadar güzel işliyor Şimendifer saati çavuşun.’’ (17 Mart 2002 tarihli yazısı) B ir yandan Osmanlõ tarihini geniş coğrafyasõnõn uzak kö- şelerinde (Balkanlar’õn Tuna boylarõnda ya da Arabistan’õn çöllerinde, Afrika’da Nil’in suladõğõ havzalarda ya da Kõrõm’õn Rusya içlerine taşan kuytularõnda) yaşamõş top- luluklarõn kimliklerini “biz” aidiyetinde toplayacaksõnõz, yani tarihi padişah im- paratorluğunun barutunun ateşlendiği, ka- dõrgalarõnõn kürek çektiği, adõnõn hutbede okunduğu sõnõrlara kadar uzatõp oralarõ ve oradakileri “bizim yeniçeriler”in fethet- tiği “biz” olarak niteleyeceksiniz; diğer yandan vatan sõnõrlarõ çizilmiş, 20. yüzyõl ilk çeyreğinde şekillenmiş laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliği içinde barõna- caksõnõz! Hem tarihçilik ilkelerine ters hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni dõşlayan ve doğrudan Osmanlõ ile bağlantõ kurmak is- teyen ideolojik bir yaklaşõm! Hatõrlat- makta yarar var; ciddi tarihçiler bu yak- laşõmõ “anakronik” olarak nitelemekteler. Tarih saygınlığını yitiriyor Osmanlõ tarihi -bilgi(!) bombardõmanõ- na tutulmasõna rağmen- saygõnlõğõnõ yiti- riyor. Osmanlõ özleminde olanlar onu bir özlem edebiyatõ içine sokmaya çalõşõyor- lar. Oysa tarih, ölü maziye ilişkin bir ta- sarõmdõr. Bu tasarõm “başka”larõyla, ev- rensel ölçekte, paylaşõlmadõğõ sürece faz- laca bir değer taşõmaz; sadece kendi mah- zenine kapanmõş özellik sayõlõr. Yine aynõ özlem duygularõyla yaşayan- lar ve Osmanlõ propagandasõ yapanlar bilmeliler ki Osmanlõ tarihi (istenildiği ka- dar “biz Osmanlıların devamıyız” for- matõna oturtulup günümüz 100 yõl önce- sinin çok ötelerine duygusal olarak, hatta abidevi eserlerle ve sanat özellikleriyle, bağlanmaya çalõşõlsõn) tüm güzellikleriy- le ya da yanlõşlõklarõyla geçmişte kalmõş- tõr, 600 küsur yõllõk süreç olarak. Şu anda yaşanõlan ortam Türkiye Cum- huriyeti’nin oluşturduğu ortamdõr; bu cumhuriyetle gönenç duyabilirsiniz ya da uygulamalarõnõ eleştirebilirsiniz; emper- yalizme karşõ yaratõlan bir vatanda nice zor- luklarla ulaşõlan başarõlarla övünebilirsi- niz ya da (kurtuluş mücadelesinden son- ra, insan haklarõnda ne denli gelişim bek- lenebilir sorusuna verilebilecek yanõtõ göz ardõ etmeden) demokratik açõlõmlarõnda- ki eksiklik ve yanlõşlõklarõ belirleyip mu- halif durabilirsiniz; ancak, bulunduğunuz noktadan gerilere gidemezsiniz. Osmanlõ kaftanõ giyseniz, “biz”li anla- tõmlarla üç kõtada nam saldõğõnõzõ düşün- seniz, siyasal zorlamalara ve mahalle bas- kõlarõna maruz bõrakõlsanõz bile. Tarihçi- lik devreye girer daima; geliştirilebilir ancak. Üstat tarihçi Halil İnalcık’õn Ta- ha Akyol’a gönderdiği bir uyarõ mektu- bunda (Milliyet, 2 Kasõm 2007) çok güzel özetliyor bu mesleğin gereklerini: “Bir ta- rihçi sıfatıyla benim gözlemim, Batı, Türkiye’ye karşı 19. yüzyılda Osman- lı’ya uyguladığı politikayı sürdürmek- tedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Os- manlı olmadığını anlatmak bizim öd- evimizdir.” Gerçekten, bunu “bizim” profesyonel ta- rihçilerimizin, tarih öğretmenlerimizin ve tarihçiliğe soyunmuş gazetecilerimizin öncelikle düşünmeleri gerekmektedir. Şüphesiz, bulunduğumuz konuma nasõl ge- lindiğini bilmek için Türk Tarihi, Os- manlõ tarihi ve İslam tarihi çok gereklidir, ama başka imparatorluk, devlet ve top- lumlarõnõn tarihi de... Arşiv ve kitaplõklardaki tarih araştõr- malarõ, açõk alanlardaki kazõlar, sualtõ ar- keolojileri ya da havadan alõnan görüntü- ler yeni bilgilere ulaşmak için yapõlõr; ta- rih bu bağlamda tasarlanõr, öğretilir. Bul- gular sadece onlarõ ortaya koyanlarõn ma- lõ değildir, evrenseldir; aynen tõpta, fizik- te, sosyolojide olduğu gibi. “Biz”li cümleler ancak bu yönde düşü- nüldüğünde, insanlõğõn ortak malõ olarak nitelendirildiğinde anlam kazanõr herhal- de; kişisel gurur, bölgesel veya kurumsal övünme ve beğenilmişlik duygusu ev- rensel boyutlarda paylaşõlabildiği derece- de tarihsel damgasõ yer. Günümüzde, 1480 yõlõna ait Osmanlõ donanmasõyla Otranto (İtalya) seferine “biz” olarak çõ- kan bir akademisyenin televizyon konuş- masõ, tarih disiplinini altüst etmektedir. Tursun Bey’in Fatih Sultan Mehmed dönemine ait eseri Tarih-i Ebü’l-feth bile (sultana övgüde kusur etmeden) ken- disini değil, sultanõ, Gedük Ahmed Pa- şa’yõ ve donanmanõn serüvenini naklet- miştir; olayõ “Binaberin ma’nâ Gedük Ahmed Pâşâ’yı sene erbâ’in ve semânîne ve semâni mi’e târihinde [1480 yılında], azîm tonanma ile Pulya cezîresine sal- dı. (...) kahr ile feth etti” biçiminde kay- detmiştir; kendisinden 500 yõl sonra, gü- nümüzdeki “modern müverrihler”e ve “tarihçilik yapan gazeteciler”e yol gös- termiştir adeta. Osmanlõlarõn Anadolu beylikleri ile yaptõklarõ mücadelelerde kendinizi nere- ye koyacaksõnõz (onlar Osmanlõ’dan daha mõ az Türk veya Müslümandõ)? Türkiye Cumhuriyeti’nin (Osmanlõ’dan daha az Türk ya da daha az Müslüman olmayan) tarihini yansõtõrken nerede mevzi alacak- sõnõz? Hâlâ “biz” ile Anadolu Türk bey- likleri ya da Türkiye Cumhuriyeti karşõ- sõnda Osmanlõ olmaya devam mõ edecek- siniz; yoksa tarih disiplininin gereklerini yerine getirerek kendinize iyi bir gözlemci sõfatõ yükleyip bu disiplinin bilimsel özel- liğine katkõda mõ bulunacaksõnõz? Çağõnõ yakalamõş bir tarihçi mi olacaksõnõz? Çok iyi bilinmektedir ki, tarihçilik popülizmin at koşturduğu yerde, hükümet dalkavuk- luğu yapõlan ortamda doğruya ulaşamaz. Gazeteciliğe soyunmanõn da bir düsturu ol- malõ. Nasıl bir sorumluluk! “Tarihin ya uyuyan güzel senaryosuyla ya da sokaktaki kişiyi büyüleme söyle- miyle kurbanlarını yarattığı” deyişi hiç de boş değil. Yine “güçlülerin çıkarı için ve güçlüler tarafından tarihin sap- tırılması”na yol açan yaklaşõmlarõn yõkõ- mõ da unutulmamalõdõr. Tarihçi yaşadõğõ za- manda tanõk olduğu politik gelişmelerde ta- raf olabilir, belki olmalõdõr da. Ancak bunu yaparken alay etmenin sõ- nõrlarõnõ, hatta yaptõklarõnõn pişmanlõklarõnõ hissettiği kadar çağcõllõğõn bahşettiği or- tamõn yerel ve evrensel değerlerini du- yumsamalõdõr. O, olup bitenleri ortaya çõ- karmaya çalõşõr, yakaladõklarõnõ derler, en önemlisi de onlarõ anlamaya çalõşõr. Tüm bu aşamalardan sonra onu topluma açar; ama yine tarihçi disipliniyle, edebi çe- kiciliğiyle ve -tabii ki- çağdaş sorumlulu- ğuyla. Soru ortada: Neden tarihçilik ya- põyorsunuz? Kazancõnõz oradan gelse da- hi (büyük paralar kazansanõz dahi), hatta onu bir hobi olarak algõlasanõz bile, geç- mişle uğraşmanõzõn amacõ nedir? Maişeti- niz oradan geliyorsa eğer, o parayõ/dirliği hak ettiğinizi mazur gösterecek gerekçeniz nedir? Belki de en can alõcõ soru şu: Yap- tõğõnõz bu işte -profesyonel tarihçi, vülga- rize ustasõ veya gazeteci/jurnalist olarak- sorumluluğunuz (özellikle de yetkiniz) nedir? Doğaldõr ki, tarihçiler gerektiğinde ka- bullenilebilir bir geçmiş imgesi yaratma- ya çalõşõrlar, gazeteciler de bu imgeleri kul- lanõrlar. Toplumun/meraklõnõn/öğrencinin geçmişe duyabilecekleri ilgi hiç bitmeye- ceğine göre bu gruplar onu durmaksõzõn, her yerde arayacaklardõr; bu istek ve arayõşla- ra yanõt veremeyen profesyonel tarihçi kadrosu değerini yitirecektir. Hiç şüphe yok ki, güncel sorumluluğu olan bilimsel ve sanatkâr tarihçilere ihti- yacõmõz var. Türk tarihçiliğinin (“med- yatik” olmayan ama gerçekten seçkin, gün- görmüş) temsilcisi Şerafettin Turan bo- şuna tanõmlamamõş bu disiplini “Yaşan- mışlıktır tarih, yaşanmışlık” diye. Bunun anlamõ, yaşanõlan günlerin so- rumluluğuyla bakabilmektir geçmişe; 100, 200, 500 yõl geride kalmõş olgulara tüm aka- demik ve sanatsal deneyimlerle bakarak, onu çağdaşlõğõn gerektirdikleriyle algõla- yarak. Tarihçilik çağcõl kalmakla icra edi- lebilir ancak; aşõlmõş sorunlarõ ve yön- temleri yeniden pişirmekle değil. Sonuç “Biz”li anlatõm özürlüdür “tarihçi” için, tarafgirliğin ifadesidir, sorumsuz bir kişinin sõğõnağõdõr. Cumhuriyet’i dõşlayõp Osmanlı’yõ “biz” kimliğinde algõlamak ta- rihçilik değildir. Ne var ki bu meslekte ya- ratõlabilecek ve övünebileceğimiz “biz” okulu/ekolü çok manidar olabilir. Türk ta- rihçiliğinin birincil ihtiyacõ budur. ‘Biz’li Tarihçilik ve Osmanlõ... Salih ÖZBARAN “Biz”li anlatõm özürlüdür “tarihçi” için, tarafgirliğin ifadesidir, sorumsuz bir kişinin sõğõnağõdõr. Cumhuriyet’i dõşlayõp Osmanlõ’yõ “biz” kimliğinde algõlamak tarihçilik değildir. Ne var ki bu meslekte yaratõlabilecek ve övünebileceğimiz “biz” okulu/ekolü çok manidar olabilir. Türk tarihçiliğinin birincil ihtiyacõ budur. Yılmaz ÜLGER E. Kpt. Pilot Ç evre kirliliği, erozyon önemli ve öncelikli dünyasal sorunlarõmõz. Ama dert değil, doğaya egemen olmayõ beceren insan nasõl olsa yakõn bir gelecekte çevresel kirlenmelerden de arõnmasõnõ öğrenebilir. Kültürel kirlenmenin ise öncelikle bilincinde değiliz. Sonra kültürel kirlenmelerin önemli bir toplumsal sorun olduğunun farkõnda değiliz. Kültürel sapmalarõ, bozulmalarõ önleyebilmek için çok geç kalmamak gerektiğini de önemsemiyoruz. Kelime olarak kültürü genelde eleştirisel bir değer ölçütü olarak kullanõrõz. Bireysel ve toplumsal kimliğimizin şaşmaz göstergesi, önkoşulu insan. Önce insan ve toplum olacak, sonra bir kimse kendini o toplumun üyesi hissedecek ki kültürden söz edilebilsin. Kültürün değişmez öğesi, önkoşulu olan insan devamlõ değişip gelişmekte. Bu yüzden kültür de durağan bir olgu değildir. Kültür de insan gibi değişir, eskir, yok olur. Bazen de toplumda moda olur dillerden düşürülmez. Ortaçağlardan kalma ezbere dayalõ medrese sistemi ile eğitildiğimizi unutuveririz. Bilim asrõndayõz, uzay çağõna girdik diyerek kültürümüzün kişisel boyutuna bilimsellik bulaştõrmaya çalõşõrõz. İnternetin değerinden, gerekliliğinden söz ederek de bu sanõmõzõ pekiştiririz. Özgürce düşünmeye, sorgulamaya, araştõrmaya yer verilmeyen bir eğitim sistemi ile eğitildiğimizi unutturmaya çalõşõrõz. Ortaokul ve liselerimizde din dersinin zorunlu ders olduğu, buna karşõlõk biyoloji ve felsefenin seçmeli dersler kapsamõnda bulunduğu nasõl unutulabilir. Soru sormayan, tartõşmayan, sadece inanç ve imanõ esas alan kaderci bir toplum olmaya doğru koşar adõm ilerliyoruz. İnsanõn evren, yaşam ve kendisi hakkõnda içerikli sorular sormasõna felsefe deniyor. Soru işaretleri hayata tutunmamõzõ sağlayan kancalarmõş. Fakat nedense en saf, en tarafsõz sorularõ yalnõz çocukken sorabiliyoruz. Ay’õn düşmeden havada nasõl durduğunu, daha değerli bir öbür dünya vaat edilmişken niçin bu dünyaya geldiğimizi, hep çocukken merak edip, hep çocukken sorarõz. Hayatõ, ölümü; öldükten sonra ne olacağõmõzõ büyüyünce hiç sormayõz. Yetişkinlik çocukken merak ettiklerimizi kanõksama evremizdir. Dur, rahatsõz etme, sus, fazla konuşma diyerek dünyaya alõştõrõlõrõz. Her şeyi kanõksayõp günlük yaşam içerisinde kayboluruz yetişkinlikte. Kentlerimizin tõka basa betonlaşõp köyleşmesini huzur içerisinde seyredebiliriz. Susuzluğu önlemek için yağmur bombasõ yerine yağmur duasõna çõkõlmasõ önerilebilir. Şimdilerde de terminolojik bir Batõlõlaşma eğilimine girdik. Bunalõmõn yeni bir boyutu ile karşõ karşõyayõz. Çarşõlarõn pazarlarõn hiper ve süper marketlerle dolmasõna aldõrmõyor, pub’s ve shop’larõ yadõrgamõyoruz. Bu çarpõk görüntüler ülke çapõnda bir kimlik sorunu yaratõyor. Toplum yapõsõna yönelik benzetme nedeni ile kullanõlõp popüler edilen mozaik aslõnda hiç de dayanõklõ bir yapõsal malzeme değildir. Kültürel Bunalõm
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear