24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 25 EYLÜL 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Dil Devriminin 75. Yılında Türkçe ve Biz... Dil Devrimi yalnız Türkçenin değil, ulusun özgürleşmesini açan yoldur; bu yolu kimse kapatamamıştır. Bu devrimle kazandıklarımızı, devrim karşıtları bile kullanıyorsa, Türkçenin gücü, devrim karşıtı cüceleri her zaman daha da küçültecektir. PENCERE Türk Olmak Ayıbı?.. Türk olmak artık ayıp oldu... Ne diyelim?.. Zaten biz de bir kuşak önce Türk olmuştuk... ? Daha önce bu köşede yazmıştım, Türkler Yüzbaşı Selahattin’in kuşağında Türk olmuşlardı... Bir gün Harbiye öğrencisi Selahattin’e sınıf arkadaşı Rahmi, Selanik kahvesinde sormuştu: Sen nesin?.. Harbiye talebesiyim.. Başka?.. Bilmem... Düşün bakalım!.. Osmanlıyım.. Başka?.. Müslümanım.. Hayır, sen her şeyden önce Türk’sün... Yıl kaç?.. 1910’lar... ? 1910’larda Ermenilerde, Rumlarda millet bilinci çoktan başlamıştı; Osmanlı’da kıyamet bu yüzden koptu... Suç kimdeydi?.. Tarih Baba’da!.. Çünkü ümmet bilincinden sonra millet bilincini 1789 Devrimi’yle toplumlara aşılayan ak sakallının adı Tarih Baba’dır.. ? Ne var ki şu günlerde Türkiye yine ümmet bilincine dönmenin sancılarını yaşıyor... İslamcıya göre Türk olmaya gerek yok... Her şeyden önce Müslüman olmak gerekir, gerisi fasa fiso... Entele göre milli bilinç tu kaka!.. Milliyetçilik gericilik... İlerici yorum ne: Anadolu’ya Türkiye adını vermek Mustafa Kemal’in kusuru ve yanılgısıdır; Cumhuriyet Devleti’nin yurttaşına Türk değil, Türkiyeli demek gerekir.. ‘Türkiyeli’yi bile kusurlu bir deyiş bulan pek çok entelimiz var... Peki, ‘Türk’üm’ diyen nasıl aşağılanıyor: Ya, demek ki milliyetçisin!.. ? Öyle ya Türkler Anadolu’da ‘Tehcir’ ile Ermenileri, ‘Mübadele’ ile Rumları bitirmişler; şimdi de terörist diye Kürtlerin icabına bakıyorlar... Türkler insanlığın başına bela... Türk dediğinin defteri dürülmeli... ? Yakında, bu gidişle, kimse “Ben Türk’üm” diyemeyecek... Teröristin kurbanı Hrant Dink’in cenazesine katılanlar ne yapmışlardı?.. Ellerine “Hepimiz Ermeniyiz” diye levhalar almışlardı... İyi de yapmışlardı.. Peki şimdi sıra neye geldi?.. ? Türkler ellerine “Hepimiz Türk’üz” diye yazılı pankartlar alıp meydanlara çıkmalı... Yoksa Türk olmak ayıbının kompleksinden kurtulmak olanağımız yok... İyi bilelim ki İslamcılık bizi bu ayıptan kurtaramaz... Müslümanlık ile Türklük ayrı şeylerdir... Bu yazıyı bir öneri ile bitirmek gerekiyor: Türk olmaya var mısınız?.. Çünkü ancak Türkler Anadolu’yu emperyalizmin elinden ve tuzağından kurtarabilirler... “Türkçem Benim Ses Bayrağım” Türk Dil Kurumu’nu anımsayanınız var mı? 70 yıl önce Atatürk’ün kurduğu, vasiyetinde de T. İş Bankası’nda sahibi olduğu hisse senetlerini Türk Dil ve Tarih Kurumları’na bıraktığını biliyor musunuz? 12 Eylül darbesiyle yönetimi ele geçiren Evren ve arkadaşlarının kapattıklarını, bu iki bilim kuruluşunu sıradan bir devlet dairesine dönüştürdüklerini, Atatürk’ün vasiyetnamesini hiçe saydıklarını, 1983’ten bu yana Atatürk Dil Tarih Bilim Kurumu adı altında dil ve tarih işlerini, yazınsal, bilimsel çalışmaları durdurduklarını!.. ??? Bu 26 Eylül, Türk Dil Kurumu’nun kuruluş bayramıdır. 24 yıldır ancak Atatürk’e bağlı insanların andığı, üzülerek o günden bugüne işbaşına gelmiş iktidarların kınadığı... Başta Ecevit, Demirel, Özal, Çiller gibi başbakanların 12 Eylül Anayasası’nda yer alan bu tarihsel yanlışı düzeltmeyi, o uyduruk yasayı kaldırmayı düşünmediklerini... Şimdi AKP Anayasası’nda Atatürk adını taşıyan bu kurum yer almayacak mı? Atatürk adını taşıdığı için... Şimdi ne olacak? AKP, Dil ve Tarih Kurumları’nın eski niteliklerine, eski kişiliklerine dönmesini sağlayacak mı, yoksa bu kurumları bundan sonra M. Eğitim Bakanlığı’na bağlayarak kendi Milli Görüş çizgisinde kullanmaya mı kalkışacak? Bu durumda, Dil ve Tarih Kurumları da AKP’nin ve yandaşlarının görüşlerine, çıkarlarına hizmet eden bir nitelik mi kazanacak? ??? 12 Eylül, Türk halkının onlarca yıl gerilemesine, yozlaşmasına, Atatürk’ten, çağdaşlıktan uzaklaştırılmasına bilerek yol açmıştır. Bugün AKP iktidarının ülkeyi karanlıklara sürüklemesinin başlıca nedenini arıyorsak, bunu 12 Eylül cuntasının ihanetinde görmeliyiz. Zaman geçti, 24 yıl bu!.. Türk Dil Kurumu’nun 600’den çok üyesi, yönetimindeki yazar, şair, dilci, bilimci kadrosu tamamen yok olmadı. Niye bu kadar güçlü bir devrimci kadro, Atatürk çizgisindeki Dil Derneği’nde bir araya gelemez, niye Atatürk’ün en büyük devrimlerinden biri olan Türkçenin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulması savaşımını o günlerdeki coşkuyla sürdüremez? Bu yalnız bir dil savaşı değil, özgürlük, bağımsızlık savaşıdır. Kendini bilme, tanıma, direnme savaşı... Gerici, tutucu, Türklüğe ters kişiler, çevreler 24 yıldır dilde ve tarihte bilimsel çalışmaların, araştırmaların durdurulmasını sağladılar, hâlâ da Atatürk’ün eserinin eski kişiliğiyle canlandırılmasını önlemekteler. ??? Yarın 26 Eylül 2007, bizlerin, Atatürk Cumhuriyetinden yana olan yığınların hüzünlü bir bayramı... Cumhuriyet devrimlerinin birbiri ardına çökertilmesi, Halkevleri’nin, Dil ve Tarih Kurumları’nın, Köy Enstitüleri’nin, çağdaş bilimin, eğitimin, kültürün yozlaştırılması karşısında daha ne zamana kadar suskun kalacağız? Ben bir kitabımda “Atatürk bir gün gelecek” demiştim. O gün gelir, ama ulusça istersek, ulusça Atatürk devrimini yaratma gücünü yaratırsak... Dil Bayramı ulusumuza kutlu olsun. Türk dili, Türk olmanın, kendini Türk bilmenin en güçlü silahıdır. Büyük şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi “Türkçem benim ses bayrağım.” Güzel yarınlarda buluşmak üzere... Not: Bir süre okurlardan izin istiyorum, gerektiği için. Sevgi ÖZEL tatürk, 12 Temmuz 1932’de bir dernek kurar. Bu dernek, Atatürk’ün 1931’de kurduğu Türk Tarih Kurumu’na kardeş olacak Türk Dil Kurumu’dur. Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün öncülüğünde, 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı yapar; çalışma kollarını, alanlarını saptar, ayrıca kurultay, her 26 Eylül’ün “Dil Bayramı” olarak kutlanmasına karar verir. Böylece Atatürk’ün öncülüğünde Harf Devrimi’yle başlayan dilde devrim süreci ivme kazanır. Harf Devrimi, Cumhuriyetin kuruluşundan beş yıl sonra 1928’de, Dil Devrimi bundan dört yıl sonra 1932’de yapılmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan dokuz yıl sonra başlayan Dil Devrimi, bir bakıma yüzyıllarca yabancı dillerin sözcük ve kurallarının boyunduruğu altında tanınmaz duruma gelen Türkçe üzerindeki kalın örtüyü kaldırmıştır. Yüzyıllarca “kaba Türk’ün dili” sanılan Türkçenin, kendi olanaklarıyla bilim ve sanat dili olacağı kısa sürede anlaşılmıştır. Türkçenin öyküsünü belgeler, kaynaklar ve metinler eşliğinde incelediğimizde, ortaya yadsıyamayacağımız bir gerçek çıkmaktadır. Türkçe, tarihsel akışı içinde her dönem kolaycı aydınların “yabancıya, yabancı dile” hayranlığı yüzünden yara almıştır. Tıpkı bugün olduğu gibi. Yine Türkçenin tarihsel akışına baktığımızda Kaşgarlı Mahmut, Ali Şir Nevai ve Karamanoğlu Mehmet gibi Türkçeyi savunan aydın ve yöneticiler de çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde de bilinçli aydınların tartışma konularından ikisi yazı ve dildir. Yazarlara, gençlere “Türkçe yazın ve kalıcı olun” çağrısı yapan Ömer Seyfettin’i, 2007’de ilköğretimde okutabiliyor, Türkçenin öyküsünü özellikle genç kuşaklardan saklıyor ve dil tartışmalarını yalanlarla bulandırıyorsak sorun, dilde değil, dili politika aracı yapmayı meslek edinen anlayıştadır. Kaldı ki bu anlayış yalnız dil konusunda değil, her alanda aklın öncülüğünü, bilimsel ve sanatsal verileri çarpıtmaktadır. Bu nedenle 2007 Türkiyesi’nde ülke ne durumdaysa Türkçe de aynı durumdadır. Kendini aydın sayanlar, Türkçenin kendi olanaklarının yeterli olduğuna, bilim ve A sanat dili olarak işlenebileceğine bugün bile inanmamakta, bilim dışı savlarını yaygınlaştırmaktadırlar. Bu kesim Atatürk yaşamını yitirdikten özellikle 1950’den sonra Türk Devrimi’yle hesaplaşmayı iş edindiğinden, en çok da Dil Devrimi’yle savaşmıştır. Bu savaşın meyvelerini toplatan da 12 Eylülcüler olmuştur. Atatürk’ün kurduğu, yaşamaları için kalıtından pay ayırdığı Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları, Atatürk’ün vasiyetnamesi çiğnenerek 1983’te kapatılmış; kurumlar, bir devlet dairesi içine alınarak özerk yapıları bozulmuştur. Bu uygulama rastlantı ya da yanlışlık değildir; Türk devrimini devlet eliyle eğitimden, yaşamın özünden kazımak için bilinçle yapılmıştır. Atatürk, tarih ve dil işlerini niçin iki derneğe aktarmış, niçin bu iki derneğin geleceğini vasiyetnamesiyle güvence altına almıştır? Kuşkusuz, kendinden sonraki kuşaklara güvendiği, vasiyetinin bozulamayacağını düşündüğü için. Ancak 1950’li yıllarda işbaşına gelen, çoğu Atatürk’ün yanında yer alan kişiler, onun kişiliği altında nasıl bir eziklik duymuşlarsa, yetki ve orun sahibi olur olmaz, Türk devrimiyle hesaplaşmaya girişmişlerdir. Örneğin bir Fuat Köprülü, ilk Türk Dili Kurultayı’nı, “Türk rönesansının başlangıcı” saymış, sonradan unutmuştur. Yine Hamdullah Suphi Tanrıöver, anayasa, “Teşkilatı Esasiye” olsun diye çırpınırken “Arabın medeniyeti benimdir” diye kükreyebilmiştir. Bu kadrolar ve ardılları, devletin hiç işi yokmuş gibi, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun ödeneğini keserek; ürünlerini yasaklayarak; dilde devrimi solculuk, uydurmacılık diye karalayarak; aydınları suçlayarak Türkçenin önünü kesmeye çalışmış, başaramamışlardır. Çünkü yine önce hızlı devrimci olan, sonradan devrimi yadsıyan Tahsin Banguoğlu’nun devrimciyken söylediği gibi, Dil Devrimi ulu bir ırmak gibi geleceğe akacaktır. Zaman geçip giderken üretici değil, tüketici olmaya zorlanan bir ülkede, eğitim sistemi gittikçe kötüleşmiş, eğitimin özünden Türk devrimi kazınmış ve 2007 Türkiyesi, ağzından çıkanı duymayan, sık sık yanlış anlaşılan, Atatürk ulusçuluğunu silmeye çalışan, bilimi sanatı horgören, aklın ipini koparan anlayışın egemen oldu ğu bir sürece girmiştir. Bugün “cafe” yazdırıp “kafe” okutan anlayışı, özellikle egemenlere yakın duran sözde aydınlar hiç sorgulamamaktadır. “Adnan Menderes Airport” yazısı, sözde “milliyetçiler”i üzmemektedir; oysa bizi “Adnan Menderes Airport”tan “Celal Bayar Üniversitesi”ne götüren, “Süleyman Demirel Salonu”na ulaştıran çizgi, bu çizgiyi oluşturan aktörlerle dönemleri ve sonrası iyi incelendiğinde, sorunun Türkçede değil, Türk devrimine politik açıdan bakanlarda olduğu görülecektir. Devrimleri benimsemeyenlerin korkusu, doğallıkla karşıdevrim anlayışını yaratmıştır. Bu savlarımızın açılımını merak edenler 1977’deki 2. Milliyetçi Cephe hükümetinin programını bulup okuyabilirler. O zaman hiçbir yurtsever, bugün olup bitenlere şaşırmaz. Görkemli bir bağımsızlık savaşı veren, utkusunu devrimlerle taçlandıran bir ülke, nasıl bu duruma geldi? Niye herkes bağrışıyor, niye kimse kimseyi dinlemiyor, bu toz duman içinde neden tüm sorunların, açmazların kaynağı olarak Türk devrimi, Atatürk ulusçuluğu gösteriliyor? Bu soruların yanıtları 75. yılını kutladığımız Dil Devrimi’nin, neden devlet katında horlandığını da kanıtlar. Atatürk bilerek ve bilinçle dil işlerini özgürce çalışacak bir derneğe emanet etmiştir; bunun ne denli önemli bir karar olduğunu son 24 yılda çok iyi anladık. Atatürk kurumlarının adına, malvarlığına, ürünlerine el konularak Başbakanlık’a bağlı bir devlet dairesi yapılan bugünkü TDK, ölçünlü dil ve yazım birliğini bozmuş, tepki aldıkça yanlışından dönmüş ama her yanlış, 1983’ten bu yana kargaşa nedeni olmuştur. 1983 öncesindeki TDK’nin her soluğunu denetleyen aydınların çoğu suspustur; yalnızca şaşırmaktadır. Kuşkusuz bu 26 Eylül’de de lacililer, Dil Devrimi’nin 75. yılı için inanmadan, içselleştirmeden, Türkçe söylevi verecek; seslerine yansıyan yapaylıkla Türkçeyi pek sevdiklerini gösterecekler. Yabancı dille öğretim hastalığını iyileştiremeyenler, Türkçenin zengin bir dil olduğunu söyledikten sonra, “vizyon ve misyon”ları gereği, Dil Bayramı’nı gelecek 26 Eylül’e dek unutacaklar. Dil Devrimi’nin salt sözcük türetme işi değil, düşüncesi yenileşen bir toplumun, yenileşen bir dille kendini özgürce ifade etmesini, her şeyi doğru anlayıp sorgulamasını sağlayacak bir anlayış devrimi olduğunu halktan saklayanlar, yine Atatürk’ün vasiyetnamesini çiğneyen hukuk ayıbını görmezden gelecekler. Bu duygularla ulusumuzun 75. Dil Bayramı’nı kutluyorum! Emaneten Cumhurbaşkanı mı? Tansel ÖZBEY L aik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine tacizler, türban ve din tacirliği ile millet magazin boyutunda meşgul edilirken henüz ne olduğu belli olmayan yeni anayasanın, sınır kapılarında yurtdışında yaşayan Türk vatandaşları tarafından oylanmasına başlandı bile. Referandum kararı ile oyumuza sunulacak yeni anayasayı okuyup anlamak adına emek vermemiz gerektiğini düşünüyorum. O kadar çok detay benim gibi sıradan bir vatandaşın bile muhakemesinde takılmakta ki bunca cevap bekleyen sorulara karşın kim, neyi, nasıl, kabul veya ret edebilir? Anlaşılan o ki, 22 Temmuz seçimlerinde oy veren vatandaşların yüzde 47’sinin, AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağına da ezbere evet oyunu vermesi beklenmekte. Seçim sonrası oluşan Meclis’teki iktidarın, muhalefet kanadından iktidar yandaşlarının ve ana muhalefet içinde muhalefete muhalefet edenlerin katkılarıyla kafası bir hayli karışmış, seçimlerde AKP’ye oy vermeyen üzgün ve ümitsiz seçmenin birçoğunun bu sefer oy kullanmayacağı da hesap edilmekte. Zira hazırlanan taslakta, anayasanın değiştirilmesiyle ilgili 134. maddenin 6. paragrafına göre: “Halkoyuna sunulan anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların kabul edilmesi için, halk oylamasında kullanılan geçerli oyların yarısından çoğunun kabul oyu olması gerekir” hükmü vardır. Bu anayasaya “sivil” deniliyor. Halbuki bir önceki anayasa da halk oy laması ile kabul edilmişti. Hem de halkın yüzde 92’si anayasaya evet demişti. Dönemi savunmuyorum ama arkasına Özal’ın ve Menderes’in resmini alarak “yola devam” kampanyasıyla seçimi kazanan AKP’nin çelişkili tutumları görmezden gelinmekte. Ülkenin bunca öncelikli ve hayati meselelerinin bir kenara itilip anayasa değişikliğinin ilk iş olarak ele alınması normal şartlar altında anlaşılır gibi değil. Devam edilecek yol her ne ise bunu yepyeni bir anayasa belirleyecek olmalı. Tasarlanan anayasaya göre cumhurbaşkanını halk seçecek. Halk istediği takdirde aynı kişi 5’er yıldan iki kez görevde kalabilecek. Mevcut anayasaya göre cumhurbaşkanının en az üniversite mezunu olması gerekli iken bunda ne gibi bir sakınca görülmüş ise bu madde değiştirilmiş. Bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olmak için ilkokul diploması yeterli kılınmış. Neden böyle bir değişiklik olsun sorusuna bulabildiğim tek mantıklı yanıt: Sırasını bekleyen cumhurbaşkanı adayı ilkokul mezunu olsa gerek. Bu durumda ilk akıllara gelen, büyük bir inat ve muratla makam koltuğuna oturan, çiçeği burnunda yeni Cumhurbaşkanımız Sayın Gül’e ne olacak sorusu. Geçen dönem seçim sonrası, Başbakanlığın emanetçiliğini yapan Sayın Abdullah Gül, bu dönem seçim sonucunda da Cumhurbaşkanlığı’nın emanetçiliği misyonunu üstlenmiş olabilir mi? İDAKÖY ÇİFTLİK EVİ Kazdağı/İda İda’da bir akşam. Önce zeytinlikler üzerinden / süzüldü ve sonra / Körfez’den uçup gidiverdi / karşı kıyıya bakışlarımız. Zorla ayırdık gözlerimizi / bu dingin, huzur dolu / güzellikten./ Gizemli bir büyünün / tesirinden / henüz kurtulmuşlukla / bir tatlı yorgunluğu / atıverdik / ballı incirleri tadarak. Ne kadar kolay / uyum sağladık ağır akan / yaşamına İda’nın. Oysa ki Tarih / bin bir mesel ve kavimle / akıp gitmişti / bu bitek yöreden. Şimdi bizler / sanki hiçbir şey olmamış gibi / sakin / çaylarımızı yudumladık / köy kahvesinde / Çamlıbel’in. Bir tek rüzgâr / ki şahidi İda’daki / bu serüvenin, / hızla esti, savurdu. Sarsıyordu bizleri, sanki / anlatmaya çalışıyordu / olup biteni./ Truva’yı, Sarıkız’ı, Hasan’ı / belki daha birçok / bilinmeyeni. Sonra gece indi, İda’ya / gökyüzünde altın bir ay / alçalıp kayboldu Ege’de / kimleri aldı götürdü / Geceler Tanrısı Hades’e? Ali Rıza Aksoy Londra İdaköy Çiftlik Evi / 24 Ağustos 2007, Cuma. www.idakoy.com / idakoy@idakoy.com ÇamlıbelEdremit/0266.387 34 020532.636 34 50 CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear